VAY SENİN HÂLİNE!

Handenur YÜKSEL

Künyesi Ebû Ali olan Şakîk-i Belhî, Kuzey Afganistan’daki Belh şehrinde doğdu. Doğum tarihi belli değildir. İbrahim Edhem’in talebesi, Hâtim-i Esamm’ın hocasıdır. Dünyaya gönül bağlamazdı. Sadece haramdan değil şüpheliden de kaçar, şüpheli korkusuyla mubahların çoğuna yaklaşmazdı. Ticaretle uğraşan Belhî, 790’da Bağdat’ta vefat etti.

Ticaret için Türkistan’a gitmişti, dönüş yolunda bir mecûsî ile yolculuk yaptı. Mecûsî, onun tüccar olduğunu öğrenince şöyle dedi:

“Eğer kısmetin olmayan bir rızkın peşindeysen, kıyâmete kadar gitsen onu ele geçiremezsin. Lâkin kısmetin olan bir rızkın peşindeysen, arkasında koşmana lüzum yoktur; çünkü sana ayrılan rızık seni bulur!”

Şakîk-i Belhî, bu söze hayran kaldı, dünyaya karşı meyli azaldı; âhiret için daha çok çalışacağına söz verdi.

***

Tasavvuf büyüklerinden olan Şakîk-i Belhî, bir defasında Halîfe Harun Reşid’in huzuruna çağrılmıştı. O gün halîfe, kendisini sevgilerin en güzeliyle karşılayarak şöyle bir talepte bulundu:

“–Ey güngörmüş yüce pîr, bana öğüt verir misin?”

Belhî şöyle söyledi:

“–Allah seni Hazret-i Ebûbekir’in makamına oturtmuş, senden sadakat ister; yüce Fâruk’un makamına yükseltmiş, senden adalet ister; Hazret-i Osman’ın yerine geçirmiş, senden yumuşaklık ve tatlılık ister; Hazret-i Ali’nin tahtına çıkarmış, senden ilim, hikmet, şecaat ve cesaret ister. Unutma ki, sen kararır ve bulanırsan, ahâlî de bozulur!

O zaman, vay senin ve ahâlînin hâline!”

Belhî’nin bu sözleri üzerine Harun Reşid’in gözleri doldu.

DERDİ OLMAYAN
ONU BİLEMEZ!

Aslen Kûfeli bir aileye mensup olan Fudayl bin İyaz, 725 yılında Semerkant’ta doğdu. Kaynaklarda, Fudayl’ın takvâsından çok söz edilir. Âhiret endişesiyle ölümden son derece korkması; «İnsan ölümün ne olduğunu bilse, hayat ona zehir olur.» demesi; çevresindekilere ölümü, kabir hâllerini ve âhiret azabını göz önünde tutmalarını tavsiye etmesi, onun bu üstün özelliğinden kaynaklanır.

803 yılı Ocak’ında Mekke’de hayata vedâ eden Fudayl; gençlik yıllarında, Merv ile Ebîverd arasında eşkıyâlık yapan bir çetenin reisiydi. Fakat basit şeylere tenezzül etmeyen mert bir şahsiyete sahipti. Âşık olduğu câriyenin evine girmek için duvara tırmandığı bir sırada içeride Kur’ân okunuyordu. Bu arada duyduğu;

“Îman edenlerin Allâh’ı zikretme ve O’ndan inen Kur’ân sebebiyle kalplerinin ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi?” (el-Hadîd, 16) mealindeki âyetten etkilenip;

“Evet yâ Rabbî, o an geldi!” diyerek oradan ayrıldıktan sonra, tövbe ederek kendini ibâdete verdi.

***

Horasan’ın ilk büyük sûfilerinden olan Fudayl bin İyaz’a sormuşlar:

“–Neden cemiyette Allah’tan korkanı göremiyoruz?

Şöyle buyurmuş:

“–Şayet Allah’tan korksa idiniz, O’ndan korkanı görürdünüz. Zira Allah’tan korkanı, ancak O’ndan korkanlar tanırlar. Tıpkı evlâdını kaybeden annenin hâlinden, yine evlâdını kaybetmiş annenin anlaması gibi. Derdi olmayan, dertliyi nereden bilecek?”

***

Fudayl bin İyaz Hazretleri insanlar tarafından maruz kaldığı kötü muâmeleleri, kendi hatasına ve Allâh’a olan isyanına bağlayarak şöyle derdi:

“Allah Teâlâ’ya isyan ettiğimi, yani bir günah işlediğimi; ya hayvanımın ya da hizmetkârlarımın bana karşı olan davranışlarının değişmesinden hemen anlardım!”

SİZİ TERK EDEMEM!

Yozgat Yerköy’e bağlı Kargın köyü Türkmenlerinden olan ve İstanbul fatihinin;

“Çağımızın Ebû Hanîfe’si!” diye iltifat ettiği, hocası Molla Hüsrev’in doğum tarihi belli değildir. Devrinin çok kıymetli hocalarının yanında yetişmişti. 1444’te Edirne kadısı, daha sonra Rumeli Kazaskeri olan Molla Hüsrev; İstanbul’un ilk baş kadısı Hızır Bey’in vefatı üzerine hem bu göreve, hem de Ayasofya Medresesi müderrisliğine getirildi. 1469’da şeyhülislâm tayin olundu.

Hizmette bulunduğu dönemlerde Osmanlı ordusunun bütün şer’î meselelerini hükme bağlayan Molla Hüsrev, 1480 yılı Şaban’ında İstanbul’da vefat etti. Ancak vasiyeti üzerine Bursa’ya götürülerek, adıyla anılan medresenin yanına defnedildi.

Osmanlı tahtını çocuk yaştaki oğlu, geleceğin Fatih’i Şehzâde Mehmed’e bırakan Sultan II. Murad’ın kararı; düşmanları sevindirmiş, Haçlılar savaş hazırlıklarına başlamışlardı. Bunun üzerine Sultan II. Murad, tekrar tahta çıkmak zorunda kalmış; Şehzâde Mehmed yeniden Manisa’ya dönmüştü. Bu sırada kendisini yalnız bırakmak istemeyen Hocası Molla Hüsrev, Rumeli Kazaskerliği’nden istifa ederek genç şehzâdeden ayrılmadı.

Hâlbuki Şehzâde Mehmed kendisine;

“–Sâir devlet erkânı gibi senin de görevinden ayrılmayıp yerinde kalman gerekir.” tarzında ısrarda bulunmuştu. Şehzâdenin bu ısrarı üzerine söz alan Molla Hüsrev;

“–Cenâb-ı şerîfini zamân-ı uzlette terk eylemek hudûd-ı devâir-i meveddetten hariçtir!”1 diye cevap vererek, şahsiyetine yakışır bir sadakat göstermişti.

Onun bu davranışı, genç şehzade tarafından unutulmamış; Hünkâr, otuz bir yıl süren ikinci saltanat devrinde Molla Hüsrev’i yanından hiç ayırmamıştı.

BİLGİSİZLİĞİN KÜPÜ!

Mehmed Hayret Efendi 1848’de Adana’da doğdu. Çeşitli görevler îfâ ettikten sonra, 1879’da Mekteb-i Sultânî’de Türk edebiyatı öğretmenliğine getirildi. Sonraki yıllarda bir süre Dârulfünûn’da da hizmet veren şair, 1909’da yayınlanan bir makalesi sebebiyle beş sene müddetle Rodos’a sürgün edildi. Bir yıl sonra (1910) affolunarak İstanbul’a dönen Hayret Efendi, 1911’de emekliye ayrılmasının ardından 1913’de Yüksek Kaldırım’daki evinde vefat etti. Garip şair, Merkez Efendi kabristanına defnedildi.

İbnülemin Bey, kendisinden şöyle söz eder:

“Gülüşü, tavrı, söz söyleyişi, yürüyüşü, yemek yiyişi; elhâsıl her şeyi kendine mahsus idi, başkalarına benzemezdi. Şüphe yok ki, «nev’i şahsına münhasır» denilen adamlardandı.”

Hayret Efendi, şaşırtıcı sözlerinin yanı sıra önemli ve dikkat çekici beyitler de söylemiştir ki, birisi de şudur:

Dinleyen yok, boşuna böyle senin de Hayret,
Durmayıp eylediğin bu hezeyan boşuna!2

***

Hayret Efendi sözünü esirgemez, aklına geleni söylermiş. Şair İsmail Safa, Hüseyin Câhid’in de bulunduğu bir toplantıda kendisine şöyle sormuş:

“Hazret, şu Hüseyin Câhid (YALÇIN) hakkında ne düşünüyorsunuz; rahmetli Nâci (Muallim) için yazdıklarını okudunuz mu?”

Hayret Efendi şöyle cevap vermiş:

“Bilgisizlik iki türlü olur; birisi basbayağı bilgisizlik, öteki bilgisizliğin karesi. Basbayağı bilgisizlik bellidir; bilgisizliğin karesi ise bilmediğini bilmemektir. Yalnız ben bunlara üçüncü bir bilgisizlik çeşidi daha ekleyeceğim ki, o da bilgisizliğin küpü! Bu da hem bilmemek, hem bilmediğini bilmemek, hem de kendisinden başka hiç kimseyi hiçbir şey bilmez sanmaktır. İşte sözünü ettiğiniz herif, bu tür bilgisizlerden!”

__________________

1 «Yalnız kaldığınız anda sizi terk etmek, sevgi ve muhabbetin esasına uymayan bir davranıştır!»

2 İ. Mahmud Kemal İNAL, Son Asır Türk Şairleri, c. 2, s. 577.