İSTİKLÂL MARŞIMIZ

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Hususî bir beste ile okunan ve bağımsızlık alâmeti olan millî marşlar, bayrakla beraber; bir milleti temsil eden ve onun yüksek hususiyetlerini aksettiren millî bir semboldür. Bu marşlara; kahramanlık, asâlet, dayanışma, din-vatan-millet-bayrak sevgisi… gibi, ulvî değerlerle örülmüş ve ma‘şerî vicdanda mutabakat kazanmış olmaları hasebiyle, tazim gösterilir. Bu sebeple de; bayrakla bütünleşmesiyle hâsıl olan ürpertici ve heyecan verici iklim; millî törenlerde, nesillerin yetiştirildiği okullarda elverişli zemini sağlamakta, milletlerarası müsabakalarda başarılar bu terkip ile taçlanmaktadır.

Bilindiği üzere; Birinci Dünya Harbi’nden, gidişat sâikıyla kolu-kanadı kırılmış bir hâlde çıkan Türkiye; ağır bir işgale uğramıştı. Haddizâtında; yanlış bir siyasetle sürüklendiği savaşlarda «yedi düvel»e karşı aslanlar gibi mücadele eden, destanlar yazan bu millet; müttefikleri dolayısıyla bu felâkete dûçâr kalmıştı. Bu hengâmda da haçlı kini ile çıldıran müstevlîler, «Hilâl»i Anadolu’dan sürüp çıkarmaya azmetmişlerdi. Öyle ki; top sesleri Ankara’dan duyulmaya başlanmış, emniyet mülâhazasıyla hükûmet merkezinin daha içerilere çekilmesi bile gündeme gelmişti.

Ancak olabilir miydi bu?.. Bu kadar ağır zillete tahammül edilebilir miydi?.. Olamazdı; edilemezdi!.. Çanakkale harpleri öncesinde Sultan Abdülhamid Han’a mahpus bulunduğu mekânda;

«Düşmanın pâyitahta girmesinin an meselesi olduğu; kendisini başka bir şehre götürmek istedikleri» husûsu iletilince;

“Ecdâdım bu şehri alırken, Bizans İmparatoru bile kaçmamış; canını vermişti. Biz onun kadar da mı değiliz? Şuradan bir adımlık yere bile gitmem!” diye asâletle haykırmıştı.

Ankara’daki milletin temsilcileri de İstiklâl Harbi günlerinde aynı hissiyatla geri çekilmeyi reddederek düşmana karşı durmuşlar; «millî mücadele» için azimlerini bilemişlerdi.

Mâhut düşmanın asırlardan beri hesap edemediği bir husus vardı:

Yüce Kitabımız’da;

“Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsinizdir.” (Âl-i İmrân, 139);

“Allah size yardım ederse sizi yenecek yoktur…” (Âl-i İmrân, 160);

“… Mü’minlere yardım ise, bizim yanımızda bir hak oldu.” (er-Rûm, 47) … ifadeleriyle, ilâhî yardımlar beyan buyuruluyor. İslâm ordularının ve bu medeniyet mensuplarının ulvî bir gayeleri vardı hareket noktalarına esas olarak:

İ‘lâ-yı Kelimetullah.

Yani; batılıların yaptıkları gibi topraklar zaptedip, ganimet toplamak, iliklerine kadar sömürmek değil; gönülleri kazanmak, âlemi âdil bir nizama kavuşturmak.

Medeniyet tarihimiz bu hususla ilgili sayılamayacak kadar dâsitânî misallerle doludur. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Ali -kerremallâhu vechehû-’ya;

“Yâ Ali, senin elinle bir kişinin hidâyet bulması, senin için dünyadaki bütün servetlere sahip olmandan daha hayırlıdır.” buyuruyor. Bu cümleden olarak; Mekke-i Mükerreme’nin fethinde kâbına varılamaz bir merhamet timsâli olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kan dökülmemesini emrediyor; müslümanlara olmadık ezâları revâ gören zalimler affa mahzar oluyorlar. Sonra da gönülleri fethedilen bu insanlar, ashâb-ı kiram seviyesine yükselerek İslâm’a hizmetle şerefleniyorlar.

Onun için, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in irtihâlinden sonra, 120 bin sahâbe-i kiram hazerâtının, ancak üç-beş bin kadarı Medîne-i Münevvere’de kalmış; diğerleri, kendilerini adadıkları bu yüce mefkûre uğruna, dünyaya dağılmışlardır.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- bu istikamette olarak; savaşta çocuklar, kadınlar ve din adamları gibi silâhsız kişilere zarar verilmemesi ve çevrenin tahrip edilmemesini emrederek, bugün dahî muhtaç olunan bir «savaş hukuku»nu ortaya koymuştur.

Sultan Alparslan, bu ulu gaye dolayısıyla, 1071 yılında Malazgirt Muharebesi’ne çıkarken;

“Yâ Rabbî! Sen’i kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve Sen’in uğrunda savaşıyorum.

Yâ Rabbî! Niyetim hâlistir; bana yardım et. Sözlerimde hilâf varsa beni kahret!” diye yalvarmıştır.

Asırlarca dünyaya adaletle hükmeden bir cihan devletinin bânîsi olan Osman Gazi, bu samimî niyetin tezâhürü olarak şöyle vasiyette bulunmuştur:

Matlabımız dîn-i Hudâ’dır bizim!
Mesleğimiz râh-ı Hudâ’dır bizim!
Yoksa, kuru mihnet ü kavgā değil,
Şâh-ı cihân olmağı dâvâ değil!

Nitekim istîlâcılar Anadolu’ya ayak basar basmaz, bütün mahrumiyetlere ve elverişsiz şartlara rağmen, direniş ve müdafaa hareketleri, derhâl ve kendiliğinden başlamıştır. Anadolu’nun kurtarılması yolunda bayrakla beraber millî bir sembole sahip olmak, millî şahlanışı teşkilâtlandırmak, teşvik etmek ve milletin rûhunda meknuz bulunan ulvî hasletleri ateşlemek maksadıyla bir «İstiklâl Marşı» ihtiyacı ortaya çıkmıştı. Bu maksatla Maarif Vekâleti bir yarışma açmıştı. Ancak bu yarışmaya katılan 724 şiir arasında, istenilen evsafta bir eser bulunamamıştı. Böyle muhtevalı bir şiiri yazabileceklerin başında Mehmed Âkif geliyordu. Fakat o da; sonunda para mükâfatı olduğu için, yarışmaya katılmamıştı…

Mehmed Âkif gibi bir îman şairi, para ile şiir yazmak durumuna düşemezdi. Maarif Vekili Hamdullah Suphi’ye göre, marşı Âkif yazardı. Yalnız ikramiyeli bir işe Âkif’in girmeyeceğini biliyordu. (Ve ona, şu fevkalâde nâzik mektubu yazdı):

“Pek aziz ve muhterem efendim,

İstiklâl Marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamalarındaki sebebin izâlesi için pek çok tedbirler vardır. Zâtı üstâdânelerinin matlûp şiiri vücûda getirmeleri, maksadın husûlü için son çare kalmıştır. Asil endişenizin îcap ettiği ne varsa yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehyic vasıtasından mahrum bırakmamanızı ricâ ve bu vesîle ile derin hürmet ve muhabbetlerimi arz ve tekrar eylerim efendim.”

Hakikaten de; milleti, içinde bulunduğu elverişsiz şartlara rağmen diriltici ümitlerini, sahip olduğu yüksek rûhî istîdatları en iyi tebârüz ettirebilecek böyle bir millî marşı, ancak Mehmed Âkif yazabilirdi. O; müktesebâtı ve yaşadığı Kur’ânî hayâtın muktezâsı olarak, bu kıratta bir îman şairi idi. Yetiştiği Fatih semtinde halkı ile hemhâl olmuş, milletin değerleriyle pişerek son derece sağlam bir şahsiyet kazanmış; tahsil ettiği ilimlerle zihnî muhtevasını kemâle erdirmişti.

“Tam bir seciye ve kanaat sâhibiydi. Son derece metin bir adamdı. Yeis, korku nedir bilmezdi. Hayatın ıstıraplarını gülerek karşılardı. O hem şair, hem âlimdi. Ahlâkî meziyetleri, insanî vasıfları şiirinden de, malûmatından da yüksekti. Asrın îcâbâtına, gençliğe, istikbâle ehemmiyet verirdi…”2 Kendisinden hizmet beklenen birçok kişinin ümitsizlik içinde kendi kabuğuna çekildiği, bazı devletlerin mandasına girmeyi çıkar yol sandığı bir zamanda; asla yılmayan bir rûha sahip olan büyük şair;

Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz,
Bu yol ki, Hak yoludur, dönme bilmeyiz yürürüz.

diye kükreyerek, Anadolu’yu heyecanla dalgalandırıyordu. Çünkü o; demir ve çeliklerin kustuğu ölüm yağdıran ateşlerin îmanlı göğüslerde nasıl söndüğünü, Çanakkale’den biliyordu. Onun için;

Îmandır, o cevher ki, İlâhî ne büyüktür;
Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür.

diyerek ümidinin temel kaynağını tebârüz ettiriyordu. Bu îmanla vatan kurtulurdu; yeter ki; ona sahip çıkılsındı. Büyük şair bu âidiyet şuurunu da şöyle ifade ediyor:

Sâhipsiz olan memleketin batması haktır,
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.

Bu maksatla cami cami dolaşarak cemiyeti irşad etmek ve milleti bu yüce mefkûre etrafında toplayabilme gayretiyle çırpındı. Verdiği vaazlar tabettirilerek, memleket sathında askerî birliklere, halka dağıtılıyor; millî şahlanış teşvik ediliyordu. Artık sıra İstiklâl Harbi uğruna yaptığı hizmetleri, «İstiklâl Marşı» ile taçlandırmaya gelmişti.

Burdur mebûsu olarak mecliste bulunan Mehmed Âkif’in, İstiklâl Marşı’nı Tâcettin Dergâhı’nın ruhânî ikliminde, vecd ve istiğraklara kapılarak yazdığı belirtilir. Çok iyi seviyede bildiği Fransızca, Arapça ve Farsçasıyla, milletlerin hissiyatları demek olan doğu ve batı edebiyatlarını iyice tetkik etmiş; ayrıca yaptığı seyahatlerle o dünyaları iyice tanımıştı. Îman süzgecinden geçen bu müşâhedelerden husûle gelen terkip, âbideleşen fikriyâtının mesnedini teşkil etmekteydi. Bu husus İstiklâl Marşı’nda da açıkça görülür.

“İstiklâl Marşı, gerek nazım tekniği, gerekse muhtevâ bakımından herhangi bir millî marş güftesinin çok ilerisinde Türk edebiyatının en güzel lirik-hamâsî şiirlerindendir. (…) Milletin iradesine Allâh’ın mü’minlere va‘dettiği zaferin er-geç gerçekleşeceğine inanan Mehmed Âkif’in şiirindeki özelliklerden biri de millî ve ulvî değerlerle dînî motifleri dengeli bir şekilde kıt’alara yerleştirmesidir. Bayrak, hilâl, yıldız, hak, hürriyet, istiklâl… gibi millî kavramlarla îman, şehâdet, cennet, Hudâ, ezan… gibi dînî motifler birbiriyle uyum hâlinde zengin bir belâgatle kullanılmış, böylece millî mücadeleyi gerçekleştiren halkın rûhunda mevcut iki önemli kavram İstiklâl Marşı’nın da iki temel temasını oluşturmuştur.”3

Şair bu 10 kıt’alık istiklâl destanında, milletin ve bayrağın ebedî istiklâlini; hürriyet aşkı ve îmanla sömürgeci canavara mağlûp olunmayacağı; vatanın düşmana çiğnetilmeyeceği; ezan seslerinin dinmemesi niyazı; bayrak ve milletin asla zillete dûçâr kalmayacağı; hürriyet ve istiklâlin onun hakkı olduğu hususları, sarsılmaz bir ümit ve heyecanla ifade edilir. Her bir mısra, karanlıkları yırtan birer şerâre; atâleti parçalayan îman ve heyecan yıldırımı; alev alev yanan istiklâl ve hürriyet çerağıdır.

«Kahraman Ordumuza» ithaf edilen İstiklâl Marşı, Meclis’te Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey tarafından istek üzerine üç kere okunarak, ayakta alkışlandı. O zamanki takvimle 12 Mart 1337; milâdî takvimle 25 Mart 1921 tarihinde «millî marş» olarak kabûl edildi. Marşın bestelenmesi için yapılan çalışmalar sonunda; 1930 yılında, Zeki ÜNGÖR’ün bestesi seçildi.

Mehmed Âkif, kendisine yakışan bir tavırla; o zaman için büyük değer ifade eden mükâfatı, fakir kadın ve çocuklara iş öğretmek ve onları yoksulluktan kurtarmak maksadıyla kurulan bir hayır müessesesine bağışlamıştır.

Büyük îman şairimiz, ömrünün son günlerinde, hasta yatağında, kendisine;

“–İhtiyaç duyulsa, tekrar bir millî marş yazar mıydınız?” diye sorulduğunda;

“–Allâh -celle celâlühû- bu milleti tekrar öyle bir duruma düşürmesin.” diye cevaplamıştır.

Mehmed Âkif’i rahmetle anarken, onun bu samimî duâsına millet olarak «Âmîn!» diye gönülden iştirak ediyoruz.
_______________
1 Ahmet KABAKLI, Türk Edebiyatı-3, Türkiye Yay., İst. 1969, s. 100.
2 Ö. Rıza DOĞRUL, Safahât, İnkılâp Kitabevi, İst. 1986, s. 31.
3 İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yay. İst. 2001, c. 23, s. 355.