EDİRNE’DEN ARDAHAN’A

Nihad Sâmi BANARLI

Edirne’den Ardahan’a bugünkü Türkiye topraklarını özetleyen sözdür. Bu başlık altında vatan köşelerinden türküler dinliyoruz.

Bu çizgi üzerinde adım adım yürümek, her adımda bir sevgiliyle karşılaşır gibi, halktan birini görmek; Türkçeyi onların dilinden; türküleri onların neşesinden dinlemek…

Bu nokta, insana rikkat veriyor. Bunca köyün halkını türkülerin neşesi içinde tahayyül güzel, fakat hakikat bu mu? Bu türkülerde çok derin elemlerin, çok köklü hicranların sesleri yok mu?

Bizce Edirne’den Ardahan’a başlığı bile bir hicran cümlesidir. Hakikatte bu çizgi, onun en az dokuz defa büyüğünden elimizde kalandır.

Vaktiyle Nâmık Kemal’in eserlerinden, onun vatan tarifini hülâsa eden şöyle bir cümle tertiplemiştim:

“Başı İstanbul’a yaslanmış, saçları Balkanlarda dalgalanan; bir kolu Peygamber’in diyârına uzanmış, öbür kolu Kerbelâ’ya el atmış; fakat göğsü Anadolu’da ve kalbi, yine ve mutlaka Anadolu’da çarpan büyük ve mukaddes bir vücut.”

Hürriyet şairi, bu vatanı;

“Destanlarda görülen âsûmânî heykeller gibi, başı küre-i arzın bir kıtasına yaslanmış, vücudu bir başka kıtasına sarılmış ve ayakları diğer bir kıtasına uzanmış…” gibi cümlelerle tasvir ediyor. Vâveylâ şiirindeki;

Git vatan! Kâbe’de siyâha bürün!
Bir kolun Ravza-i Nebî’ye uzat!
Birini Kerbelâ’da Meşhed’e at!
Kaînâta o hey’etinle görün!

mısrâlarını da bu anlayış içerisinde söylüyordu.

O zamanın vatanı buydu. İttihat ve Terakkî devrinde ise, bu vatanı daha da büyütmek için devlet politikasında bir Tûran ideali belirdi. Ziyâ GÖKALP’e göre Tûran;

«Ne Türkiye, ne de Türkistan olan, daha büyük bir vatan»dı. Fakat biz bu ideal vatan uğruna zamansız bir harbe girince Nâmık Kemal’in çizdiği haritanın dokuzda birine döndük.

Edirne’den Ardahan’a, işte bu dokuzda birinin ifadesidir.

Burada hazin bir nükte hatırlıyorum. Ziya GÖKALP; ülküsündeki vatanı Türkiye, Oğuzlar ülkesi, Tûran gibi üç bölgede bütünlüyordu. Onun gerek mefkûre, gerek ilim alanında böyle böyle üçüzlü taksimler yapmak âdetiydi. Fakat bu ideal adamı, Türkiye’nin tâlihsiz bir devrinde geldiğinden, ülkülerinin hemen hiç biri gerçekleşemiyordu. İstiklâl Harbi kazanıldıktan sonra, elimizde kalan vatan; işte bu Edirne’den Ardahan’a çizgisiyle gösterilendi.

Bir toplantıda bu konuşulurken Gökalp yine söz almış ve;

“–Şimdi…” demiş. “Elimizde bir Anadolu, bir parça da Trakya var. Bence şu vatanı da üç bölüm dâhilinde mütâlâa etmek…”

Demeye kalmamış orada bulunan nüktedanlardan biri;

“–Aman, Ziyâ Bey!” demiş. “Bunu bari üçe bölmeye kalkma!.. Korkarım sonra bundan da oluruz…”

Süleymâniye’de Bayram Sabahı adlı destânî şiirinde ise Yahya Kemal, eski engin vatanının hâtırasıyla duyguludur:

Gökte top sesleri, bir bir nerelerden geliyor?
Hep birer hâtıranın kaldığı yerden geliyor:
Kosova’dan, Niğbolu’dan, Varna’dan, İstanbul’dan!
Anıyor her biri bir vak’ayı hasretle bu an…
Belgrad’dan mı, Budin, Eğri ve Uyvar’dan mı?
Son hudutlarda yücelmiş yüce dağlardan mı?
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki donanmayla seferden geliyor!
Adalar’dan mı, Tunus’dan mı, Cezâyir’den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pâre gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor:
O mübârek gemiler hangi seferden geliyor?

Edirne’den Ardahan’a kadar Türkiye türkülerini bu hâtıraların, bu düşüncelerin ve bu duyguların atmosferi içinde dinliyorum. Bu türküler bende bir nostalji uyandırıyor. Elimizdeki -hâlâ güzel ve kıymetli- vatanı olsun muhafaza edebilmemiz için şu; «Sen-Ben» kavgasını bırakıp bu toprakları, üzerindeki insanlarla birlikte sevmek ve artık; «O parçalanmasın!» diye parçalanırcasına çalışmak gerektiğine inanıyorum.

Çünkü eski maddî büyüklüğünü kaybeden vatanın; bize kalkınma ve gelişme imkânı verecek; mânevî büyüklüğü, bereket versin ki hâlâ elimizde kalan topraklardadır.