SEN SÂHİP OLURSAN…
M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com
Bu topraklar;
Kefenini sırtına giyerek Sultan Alparslan’ın ordusuyla birlikte Malazgirt’te;
“Allah Allah Allah!..” sadaları ile yükselttiği zafer bayrakları altında bize ebedî bir yurt olarak açıldı.
Edebâli Hazretleri’nin;
“Milletin, kendi irfânı içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.
Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın…
Bu yolda;
Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok!..” şeklindeki irfan, adâlet ve gayret düsturları ile şekillendi.
“Vatan sevgisi îmandandır!” şuur ve rûhuyla yoğruldu.
Ve;
Şehid ve gazilerin kanlarıyla sulana sulana cennete dönüştü.
Neticede;
Yüce gaye ve idealler etrafında bütün dünyaya adâlet tevzî eden mütevâzı, fakat büyük bir memleket oldu.
İstanbul’u fethedip Hazret-i Peygamber’in müjdesine erişmenin tâcını giydi.
Kıtaları izzet ve haşmetle kucaklayarak şefkat ve merhamet kanatları altına alan çınarlar yetiştirdi.
Mevlânâların derin hikmetleri, Yûnusların ölümsüz aşkı, Âşıkpaşaların basîretle mayalanmış birlik ve beraberlik hamuru, Edebâlilerin sağlam düsturu, Süleyman Çelebilerin muhabbet çağlayanı olan Mevlidleri, Emir Sultan, Akşemseddin ve Hüdâyîlerin mânevî terbiyeleri, Ebussuudların derin ilmi ve liyakatli fetvaları, idarecilerin samimî gayret ve takvâları, Bâkî, Nâbî ve Âkif gibi kudretli şairlerin şâheserleri, erler ve erenlerin yüce ahlâkı ve hâsılı bütün bir milletin büyük ufuklarla müzeyyen irfânı ile de daha bir muhteşemleşti.
Mimar Sinan’ın birer âbide olarak yaptığı mabedlerinin elif minareleri ve muazzam kubbeleriyle de zirvelere yükselerek gökkubbeyle bütünleşti.
Hür ezanlarla, hürriyet ve istiklâlimizin semâvî nidâsını oluşturdu.
Yedi koldan ve gönüllerden akan ırmaklarla, Fuzûlî’nin;
Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl
Başını daştan daşa urup gezer âvâre su!
“Yâ Rasûlâllah! Art arda eklenen ömürler boyunca su, Sen’in ayağının toprağına ulaşmak için başını aşk ile taştan taşa vurarak âvâre bir şekilde durmadan akmaktadır!” ifadesi çerçevesinde nebevî bir sevda canlılığı kazandı.
O rükû olmasa dünyâda eğilmez başlar!
şeklinde ifade edilen bir duruşun özelliği etrafında bahadırlığın, mertliğin, kahramanlığın ve şecaatin destanî bir harman yeri oldu.
Birer birer müesseseleri; bambaşka ulvî vazifelerin odağı hâlinde biri yetim ve gariplerin kucağı, biri peygamber ocağı, biri fazîletler medeniyetinin sacayağı diye özetlenecek bir nam ve şan ile sıfatlandı.
Ak saçlı anaların, kınalı gelinlerin, kundaktaki bebelerin sonsuzluğa uzanan bakışlarıyla nakışlandı.
Çanakkale gazisi zâbit Muzafferlerin bir başka cephede ateş hattında son nefesini verirken cebinden çıkardığı kâğıda yerden aldığı bir kıymık parçasını kanına batırarak yazdığı;
“Kıble ne tarafta?..” idrâki, hassâsiyeti ve Hakk’a yönelişi ekseninde kazanılan istiklâl ve zaferlerin şeref madalyaları ile doldu.
Böylece vatan oldu.
Yani bu topraklar;
Bize ait;
Hür bayrakla, dipdiri îmanla, gür sadâlı ezanla, dirâyet ve liyâkatli eğitimle, yüksek ilim ve irfanla, destanî edep ve ahlâkla, engin ve derin şiir ve şuurla, şahsiyetli hayat ve sanatla, her biri ölümsüz şâheserlerle, öz medeniyet ve kültürle, şanlı ve şerefli tarihle, yüce hedef ve ideallerle, herkesi kuşatan hak ve adâletle, mahrum ve muzdaripleri kucaklayan şefkat ve merhametle, fedâkâr şühedâ ve gazilerle, kahraman ve yiğit erler ve erenlerle, velhâsıl maddeden çok manevî hazinelerle bir cennet vatan oldu.
Bu hazineler, vatanı oluşturan yegâne temeller. Ana sütunlar. Omurga.
Dolayısıyla vatanı sevmek ve ona sahip çıkmak, her şeyden önce bu temellere sahip çıkmak, onları sevmek ve muhafaza etmek değil midir?
Mehmed Âkif’in;
Sâhipsiz olan memleketin batması haktır,
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır!
gerçeğini bu çerçevede doğru ve etraflıca anlamalı ve yaşamalı.
Bu idrak olmadan vatan mevzuu, kuru lâkırdı ve boş sloganlardan öteye geçmez.
Yani memlekete sahip olmak;
Evvelâ onun;
Maddî ve mânevî temel dinamiklerine sahip çıkmaktan geçer.
Bu da öncelikle;
İlmine ve irfânına sahip çıkmaktır. Geçmişe ve geleceğe bütün tarihî dokusu ve rûhuyla beraber sahip çıkmaktır. Asla ve nesle sahip çıkmaktır. Söze ve öze, şiire ve şuura, lisana ve beyana, zamana ve mekâna, hayata ve sanata, hakka ve ahlâka sahip çıkmaktır.
Çünkü bu şekilde bir sahip çıkış, tarih sayfalarına; «Çanakkale Geçilmez!» yazdırmıştır. Ancak bu şekilde sahip çıkış dünyanın en mükemmel «İstiklâl Marşı»nı kaleme aldırmıştır.
Maalesef tarihten beri bu mahiyette sahip çıkılamayan onlarca ülkenin hâl-i perîşânı mâlûm. Feryat edecek takati bile kalmamış nice sahipsizler var. Gözünde ağlayacak yaş dahî kalmamış bir Gazze var. Bir zamanlar rüyaların şehri iken şimdi heyûlâlar harabesi olan Bağdatlar var.
Kuruluş temelleri çökünce, binalar nasıl yere göçüyorsa, ülkeler de aynı gerçeği yaşıyor. Hele din, dil, tarih ve gönül birliği ve bayrağı dağıldığında dağılmayan bir şey kalmıyor.
Bu bakımdan;
Fizikî işgallerden daha çok; akıl, ruh, vicdan, medeniyet, inanç, ahlâk ve kültür işgallerine dikkat gerek. Çünkü ruhlar işgal edilmeden fizikî bir işgal tam olarak mümkün olmaz. Mâneviyâtı devrilmeyen milletin sınır duvarları da devrilmez.
Bunu idrak eden düşman, bu milletin yekvücut rûhu ve yenilmez mâneviyâtı karşısında Çanakkale’de geri çekildi. İstiklâl Harbi’nde geri çekildi. Fakat bugün; din, dil, tarih ve gönül bütünlüğünü oluşturan medeniyet ve kültür dinamiklerimize karşı habire büyük işgaller ve hücumlar sergiliyor.
Bir delikanlıya rastladım. Şöyle diyordu:
“Türkçe de dil mi ki? İngilizce ne güzel. Meramımı istediğim gibi anlatıyorum. Fakat Türkçe ile bir şey anlatabilmek ne mümkün! Fikrime yetmiyor, derin bilgi ve hisleri ifadede zayıf ve cılız kalıyor.”
Böylesi körkütük cümleler dedirten anlayış, faydalı bir dil eğitimi mi, yoksa yabancıların beyin işgali mi?
Yıllardır, herkesin anlayacağı şekle sokmak gibi yaldızlı gerekçelerle muhteşem bir zenginliğe sahip lisanımızı tırpanlaya tırpanlaya iyice zayıflatırken yabancı lisanına işgal de dâhil alabildiğine zenginlik vermek, neyin nesi? Terakkî mi? Kazanç mı?
Sen bir yabancıya bunu yapabiliyor musun? Bir ecnebîye; «Benim dilim dil değilmiş, Türkçe ne muhteşem bir lisanmış, her şeyi anlatabiliyorum.» dedirtebiliyor musun?
Bir antikacıya;
“Benden Bizans’la ilgili küçük bir taş parçası bile istemeyin, fakat Osmanlı’yla alâkalı dilediğinizi isteyin, size sütunları bile söküp getireyim!” deme korkaklık ve cesareti, neyin ifadesi ve yansıması?
Müslüman mahallesinde salyangoz satılmasından öte nice satılmayacak şeylerin de satılması, neyin tezâhürü?
Onun, bunun, şunun, denebilir.
Fakat asıl sebep;
Düşmanın bu topraklardan bir türlü çekilmeyen gözleri. Onların her şeye rağmen gözü var bu topraklarda. Bu kadar kültür istîlâsı da o yüzden, fikir istîlâsı da. Dil istîlâsı da o yüzden inanç istîlâsı da.
Dolayısıyla;
Bugünün nesli;
Dünkülerden daha şuurlu ve hassas, daha eğitimli, dikkatli ve liyâkatli olarak yetişmeli. Vatanı vatan yapan yüce unsurlara, inancımıza, ahlâkımıza, kültür ve medeniyetimize dünden daha çok sahip çıkmalı. Yoksa akıl ve rûhu, düşmanınkiyle aynı, huy ve ahlâkı da düşmanınkiyle aynı, gelenek ve kültürü de düşmanınkiyle aynı, konuştuğu ve yazdığı da düşmanınkiyle aynı, yediği ve içtiği de düşmanınkiyle aynı, duygu ve düşünceleri de düşmanınkiyle aynı, nabız ve kalp atışları da düşmanınkiyle aynı, kısaca yaşaması ve ölmesi de düşmanınkiyle aynı olarak yetişenler, gün gelir bayrağını da düşmanınkiyle aynı hâle getirmekten elbette ki çekinmez. Hem de kavgasını vere vere…
Şuur ve tefekkürle bir kere daha okuyalım:
Sâhipsiz olan memleketin batması haktır,
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır!
Burada;
«Sen» vurgusu, herkesin payına mutlak sûrette düşen vazifelerin altını çizmek içindir. Zira kişinin kendi üzerine düşen vazifeleri yapması, bir başkasına değil, ancak kendine düşer.
Vatana sahiplik de, milletçe bunu gerçekleştirme oranına bağlıdır. Yüksek bir oran, ancak kendisinin sahibi olan şahsiyetler ister. Çünkü kendine sahip olamayanın, sahip olabileceği hiçbir şey yoktur. Bir kimsenin inançta, fikirde, duyguda, yaşayışta, sanatta ve hayatta sahibi başkaları ise, o hiçbir şeyin asıl ve devamlı sahibi değildir.
O hâlde;
Bize dönün ey bizler, onlar içindir onlar,
Onlar, biz değiller ki, bizlere biz olsunlar!
(Seyrî)