İNSANLIĞIN GAYESİ

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

İnsanoğlu, her çağda geçmişi ve geleceği bilmek ister. Sadece yakın geçmişi ve geleceği değil; zamanın tâ en başında olanlar ve en sonunda olacaklara da ilgi duyar.

Eskiden yeniye değişmeyen bir temâyüldür bu; eski milletler de günümüz insanı da varlığın başını-sonunu bilmek konusunda aynı derecede ilgili ve meraklıdır. Hattâ bu bilgiyi edinmek maksadıyla başvurdukları kaynaklar bile benzerlik gösterir. Eski milletler de yaratılış ve kıyâmet hususunda ellerindeki mukaddes saydıkları metinlerden ve esâtirden (mitoloji/efsânelerden) bilgi almaya çalışmışlardır, günümüzde de insanların en fazla başvurdukları kaynaklar yine bu inanç metinleridir.

Nitekim geçtiğimiz günlerde sinemalarda vizyona giren «2012 Kıyâmet» filmi de yine çeşitli kadîm milletlerin mitolojilerinden mülhem bir kehânete dayanmakta. İddiaya göre eski Amerikan yerlileri olan Mayalar, kendilerinden beklenmeyen bilgilere sahipmiş ve bu bilgiler arasında «dünya tarihinin 21 Aralık 2012 tarihinde biteceğini» söyleyen bir takvim de bulunmakta imiş. Kimi inanç çevreleri bu iddiayı; «Sümerlerin de aynı tarihi işaret ettiğini» ileri sürerek kuvvetlendirmeye çalışmakta.

Her ne kadar Amerikan film endüstrisi bu kehâneti; tabiat severlik ve çevrecilik eksenli tenkitlerle zenginleştirilmiş, ürpertici sahnelerle seyirciyi sinemaya çeken fantastik bir hikâye olarak işlemiş olsa da; günümüzde birçok insan bu tarihin;

«Kıyâmetten önceki altın çağa gireceğimiz ve bir üst seviyeye evrimleşeceğimiz dönem»(!) olduğuna ciddî bir şekilde inanmakta. Bu inanç çevrelerine göre 2012; ona inanan ve hazırlık yapanlar için altın çağın başlangıcı, inanmayanlar için ise felâket dönemi olacak. Bu kehânet, insanlara korku yaymanın ve mensup/müşteri çekmenin başlı başına bir vasıtası olmuştur. Günümüzde pek çok yoga-meditasyon merkezinde;

«2012 yılında geçireceğiniz evrime hazırlık için eğitim almalısınız. Eğer hazırlık yapmazsanız, dünya yeni çağda foton kuşağına girdiğinizde yok olacaksınız!» mânâsına gelen reklâmlar yapılmaktadır.

Birçok bilim sever; çağımız insanının hâlâ mitoloji kökenli kehânetlere inanmasına, bilim yerine bunların verdiği malûmata güvenmesine şaşırsa da aslında bu durum hiç de şaşırtıcı değildir. Çünkü insanlar; bilim dünyasının sürekli değişen izafî doğrularını değil, kesin doğruyu bilmek istemektedirler.

Her ne kadar kısacık ömrü, kâinatın yaratılışına ve yok oluşuna şahit olmasına elvermeyecek olsa da insanoğlunun kendi hayatını mânâlandırmak için bu bütün hakkında güvenilir bilgiye ihtiyacı vardır. Bilim ise insana kendi varlığını mânâlı ve değerli kılacak bir bilgi vermediği gibi; tam aksine insanın aklını, bu küçücük varlığını iyice değersizleştirecek bir uzay boşluğuna atmaktadır…

Gerçekten de 20. yüzyılın başlarında uzayın kadîm ve sonsuz olduğu konusundaki yanlış görüş, dönemin düşünürlerini büyük bir anlam boşluğuna düşürmüştür. O çağın varoluşçularının dilinden dökülen karamsarlık ifadeleri, tam da bu boşluk ve değersizlik duygusunu ifade eder. Meselâ Sartre;

Varlığını o kadar anlamsız bulur ki, intihar etmeye bile değmediğine karar verir. Ateist varoluşçuların ileri gelenlerinden Sartre;

«Varlığın bir anlamı ve hayatın bir gayesi olduğu inancının, bütün bunları amaç güderek yaratan bir varlığa inançtan kaynaklandığını…» ileri sürer. Benzer bir şekilde Freud da;

«Hayata bir gaye ve mânâ aramanın dînî inançlardan gelen bir zihin alışkanlığı…» olduğunu iddia eder.

Böylece dînî inançların, kâinatla birlikte onun bir parçası, hattâ özü ve zî-şuur bir meyvesi olan insana bir mebde ve meâd kazandıran; böylece varlığına bir mânâ, mensûbiyet ve gaye duygusu sağlayan açıklamaları sükûta gömülür. Bundan sonra insan, nereden gelip nereye gittiğini bilmeden, bir kısır döngü içinde dönüp duran bir dolap beygiri gibidir. Sanki kendisine hiçbir ilâhî mesaj ulaşmamış gibi;

«Varoluşun içine fırlatılıp atılmış olduğunu» zanneden bir zavallıdır. Heidegger; çağın insanının içinde bulunduğu bunaltılı hâlin sebebini, bu «fırlatılmışlık duygusuna» bağlamaktadır.

Hiç şüphesiz bu karamsar ve bunaltılı ruh hâli; kâinatın başlangıçsız, bitimsiz, hedefsiz, amaçsız, otomatik işleyip gitmekte olan bir yığınmış gibi düşünülmesinin verdiği heyecan ve duygu tıkanıklığıdır. Bu çağda kâinatın her zerresini aşk ve şevkle, bir nihayete ve sevgiliye doğru akış hâlinde seyreden tasavvufî irfan; his ve mânâ susuzluğu çeken ruhların son umudu olmuştur.

Birçok batılının İslâm’a karşı alerjisine rağmen, tasavvuf irfanına alâka duymasını; bilimin çektiği kâinat fotoğrafına alternatif bir âlem tasvirine duyulan ihtiyaca da bağlayabiliriz. Çünkü V. Frankl gibi psikologların da tespit ettiği gibi, insanoğlu için anlamsız ve gayesiz hayata tahammül etmek mümkün değildir. Frankl; toplama kamplarında, en kötü şartlara tahammül ederek hayatta kalan insanlarla, hiçbir derdi olmadığı hâlde intihar eden üniversite öğrencilerini örnek göstererek, «gaye ve görev duygusunun insanı hayatta tutacak kadar etkili olduğunu» söyler.

Doğrusu ya insanlık, kıyâmete ve âhirete dair dosdoğru bilgiyi öğrenmeye ve ona samimiyetle îman ederek hayatlarına bir mânâ özü kazandırmaya şiddetle muhtaçtır.

Zaten bütün geçmiş milletler gibi modern insan da hayatına bir gaye edinirken -farkında olarak veya olmayarak- yine dînî kaynaklardaki eskatoloji malûmatından ilham almaktadır. Hattâ Eliade’nin tespit ettiği gibi, gûyâ ateist olmalarına rağmen Marksistler bile ideolojilerine dayanak yaptıkları; «sömürülen yığınların kurtuluşu» idealini üretirken, «âhirzamanda meydana gelecek iyilikle kötülük savaşı ve altın çağ» mitlerinden ilham almışlardır.

İnsanlık, ideolojilerden umut kesince tekrar geçmişin mitolojik inanç ve kehânetlerine ümit bağladıkları bir döneme girmiştir. Ne yazık ki son bir ümitle yapıştıkları bu kulp da onları hak dinden uzaklaştırmakta; kehânetlere ve onlardan alınan ilhamla üretilen sözde bilim mahsûlü mistik boş inançlara yöneltmektedir. Bu durum hiç şüphesiz insanlığı bir başka buhrana doğru itmektedir. Çünkü bu inançlar; akıl ve mantığa ters, rûhun ihtiyacını doyurmaktan uzak ve en önemlisi de sonunda inananlarına fiyaskodan başka bir şey veremeyecek, süslü/yaldızlı hurâfelerdir.

Meselâ 2012 tarihinde dünyanın bir ışın kuşağına gireceğine, böylece insanların ânîden tekâmül edip, rûhânî nitelikler geliştireceğine inanan yığınlar, o tarih geldiğinde bekledikleri gerçekleşmeyince ne yapacaklar?

Ümit ettikleri gibi ışın bedenlere sahip olmadıklarını, telefon yerine telepati yeteneğiyle iletişim kurmadıklarını ve uzaydaki filânca cennetimsi gezegene götürülmediklerini veya başka boyutlara geçmediklerini görünce nasıl bir sukût-ı hayale uğrayacaklar?

Gerçi insanlık tarihi, kehânet fiyaskolarıyla doludur. Daha önce de 2000 yılı (milenyum) için çeşitli kehânetlerde bulunulmuştu ve aslı çıkmayınca da unutulup gitmişti. Büyük ihtimalle yine aynısı olacaktır.

Tarih tekerrürden ibaretmiş ya; gerçekten de insanların inançsızlık boşluğundan boş inançların aldanışlarına savruldukları bu çağ, Hıristiyanlık öncesi Roma’nın durumuna ne kadar da çok benzemektedir!

Gerçekten de Romalılar; devrin hak dîni Hıristiyanlığa teslim olmadan önce tam da böyle bir çağ geçirmiş, felsefî inançsızlık ile mistik-mitolojik boş inançlar arasında gidiş gelişler yaşamıştır. Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerim’de farklı inanç ve felsefeye sahip gruplara verilen cevapları incelediğimizde, İslâm’dan önce Arap Yarımadası’nın hâlinin de farklı olmadığını görüyoruz.

Günümüz dünyasının benzer durumu, bize beklenen şafağın iyice yaklaştığını hissettirmektedir. Gerçekten de bir yandan hakikî kıyâmetin alâmetlerinin birbiri ardınca zuhur etmesi bir yandan da insanlığın kıyâmetten önce yaşanacak huzur çağına duyulan özlemin son haddine ulaşması; müslümanların zafer çağının yakın olduğu yolunda ümit vermektedir.

İşte bu zamanda müslümanlara büyük bir görev düşmektedir:

“Rabbinin vahyettiği haberi insanlara ulaştırmak…”

İnsanlığın son ümididir bu…

Çünkü bilim dünyası, her ne kadar kâinatın bir başlangıcı olduğunu ve mutlaka bir sonunun da olacağını anlamış olsa da, bu büyük ölümün ardından nasıl bir günün doğacağını söyleyemez. Oysa bilim adamları;

«Kâinat genişleye genişleye mi parçalanacak, yoksa kendi içine çökerek mi sona erecek?..» diye düşünedururken, yığınla insan, bu dünya hayatının sonundan sonra bir gelecekleri olup olmayacağını bilememenin acısı içindedir.

Üstelik hissettikleri elem ve sıkıntının asıl sebebinin farkında olmayan insanoğlu, bütün arzu ve hazlarını bu dünyada tatma arzusu ile dünyanın kıyâmetini çabuklaştırmaktadır da. Îman ve gaye boşluğunu maddiyatçı-hazcı felsefenin sebep olduğu israf ile doldurmaya çalışanlar, hızla tabiatı kirletip kaynakları tüketerek dünyayı yaşanamaz bir hâle getirmektedir.

İnsanlara; kendi kıyâmetleri kopmadan önce ötedeki istikbâline hazırlık yapması için sağlam bir bilgi verilecek olsa, insanlığın iki dünyalarını da kurtarmak mümkün olabilir. Bunu yapmak müslümanların insanlığa karşı en âcil vazifesidir. Bu vazifeyi yerine getirmek üzere tüm varlıklarını;

“Allâh’ın kelimelerini yüceltmeye” adayanlar; geçici ömürleri gibi ucuz bir fiyat ödeyerek ebedî bir kâr elde edeceklerdir.