HARDAL TANESİ

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Evlâdını kaybetmişti.

Hayatının tüm neşesi ve sebebi gördüğü yavrusunu…

O cıvıl cıvıl ve şen-şakrak çocuk, şimdi kollarında cansız yatıyordu. Fakat kabullenemiyordu bunu. Kabul edemiyordu. Bir çare arıyordu. Çıldırmış gibi sağa-sola koşuyordu. Ne ölümü kabul ediyordu, ne de çaresizliği… Arıyordu.

Aradığı ölüme çareydi!..

Ona şehirlerinde yaşayan bir bilgenin, aradığı ilâcı hazırlayabileceğini söylediler. Yavrusunun, hâlâ ümidini kesmediği cansız bedenini bağrına basıp koştu o hikmet ehli zâtın huzuruna. Yalvarırcasına sordu:

“–Siz, yavrumu hayata döndürecek bir ilâç hazırlayabilir misiniz?”

O zat, âdeta bir sinir krizi geçirmekte olan bu kadını şöyle bir süzdü;

“–Evet.” dedi. “Böyle bir formül biliyorum. Fakat malzemem yok.”

Kadın bu cevabı büyük bir müjde gibi karşıladı;

“–Ne lâzımsa bulurum! Siz yeter ki ilâcı hazırlayın! Bu ilâç için ne lâzım söyleyin bana!”

“–Çok zor bir şey değil.” dedi bilge… “Sadece bir avuç hardal tanesi…”

Kadın sevinçten uçuyordu. Şehirlerinde öyle boldu ki hardal!..

“–Ancak…” diye ekledi yaşlı bilge… “Bir şart var. Ölümün hiç girmediği bir evden almalısınız o bir avuç hardalı…”

Kadın hemen fırladı bilgenin yanından. Ev ev dolaşmaya başladı. Kapısına vardığı evlerin hemen hepsinde hardal vardı. Vermeye de hazır idiler. Fakat o son şart tutmuyordu bir türlü!.. Ölümün uğramadığı hiçbir ev yoktu. Kiminde evlât ölmüştü, kiminde baba… Kiminde kardeş, kiminde hizmetçi… İster istemez ölümle gelen ayrılığı tatmış onlarca hemşerisiyle konuşmuş, dertleşmişti.

Zavallı kadın ölüme çare bulamamıştı fakat içini yakan derdin herkesin derdi olduğunu idrak etmişti. Evlâdını kaybeden tek annenin kendisi olmadığını bilmek; ölümün değilse de ölümü teslîmiyetle karşılamanın ilâcı olmuştu.

Anadolu’da söylenen bir söz vardır:

Elle gelen düğün bayram…

Felâketin bile; her eve uğrayanı, herkesi etkileyeni, onun kabulünü kolaylaştırır. Ölüm denen zorlu hakikati bu kadar kolay sîneye çekişimiz; büyük oranda onun herkesin derdi olmasından. Yaşama sevincimizi kaybetmeyişimiz, hadîs-i şerifte misal verilen koyunlar gibi bir deri-bir kemik kalmayışımız, bu ülfet sayesinde. Fakat bu ülfet, gaflete dönüşürse, işte o zaman bir belâ…

Çünkü ölüm de ölümden sonraki hayatın bâdireleri de kolayca atlatılabilecek, «sayılı gün çabuk geçer» denilerek geçiştirilebilecek şeyler değil. Kıyâmet öyle bir felâket ki; evlâdının cansız bedenini bırakamayan bir anne, emzirdiği ciğerparesi evlâdını gözü görmez hâle gelecek.

O gün herkesin kendinden başkasıyla meşgul olamayacağı bir meşgalesi olacak. Çünkü o gün Mahkeme-i Kübrâ kurulacak. Dünya hayatının her karesini zerre, hardal tanesi hassasiyetinde tartan bir mahkeme!..

Minikliğiyle meşhur hardal tanesiyle…

“Biz, kıyâmet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahî olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz.” (el-Enbiyâ, 47)

Kur’ân-ı Kerim; Mahkeme-i Kübrâ’nın adaletinin yüceliğini, soruşturmasının keskinliğini, kararlarının hassaslığını müşahhaslaştırmak için, bizim dünyamızdan küçük şeyleri zikreder. İlk muhataplarının dünyasında bolca bulunan hurma çekirdeği gibi…

Fetîl… Hurma çekirdeğinin yarık kısmındaki zardır. Fitil şeklinde Türkçede bir şekilde yer alan bu kelimeyi Türkçe meallerde genellikle «kıl» diye tercümeyi tercih etmişler. Âhirette o zar kadar, kıl kadar olsun haksızlık olmayacaktır:

“…Kimin amel defteri sağından verilirse işte onlar defterlerini emin olarak okur ve kıl kadar olsun, haksızlığa uğratılmazlar.” (el-İsrâ, 71)

Nakîr… Yine hurma çekirdeğinde, mühür gibi o küçücük oyuğun adı:

“Erkek ve kadından kim mü’min olarak iyi ve yararlı işlerde bulunursa, işte onlar cennete girerler, hurma çekirdeğinin zarındaki küçücük oyuk kadar olsun haksızlığa uğramazlar.” (en-Nisâ, 124)

Nakîr de Türkçe meallerin çoğunda zerre kadar ifadesiyle tercüme edilmiştir. Zürriyet kelimesiyle akraba olan, zerre kelimesi de Zilzâl Sûresi’nde geçer:

“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (ez-Zilzâl, 7-8)

Sözü etkili söylemek sanatında zıddıyla perçinlemek vardır. «Kıl kadar haksızlık olmayacak!», sözü, «Haksızlık olmayacak!» ifadesinden çok daha vurguludur. Her ikisi de «Adalet yerini tam bulacak.» demektir.

Fakat bu minvaldeki âyet-i kerîmelerde insandaki soyut ve somut şeyleri ebadıyla değerlendirme zaafına da bir ikaz olduğunu söyleyebiliriz.

Küçüklük ve büyüklük izâfîdir. Bir Hak dostu ne güzel söylemiştir:

“Günahın küçüklüğüne değil, kendisine isyan ettiğin zâtın büyüklüğüne bak!”

Bir hadîs-i şerif;

«Israr edildiği takdirde küçük günah diye, istiğfar edildiği takdirde de büyük günah diye bir şey yoktur!» diyerek bu izâfîliği izah eder. İnsan aklı, özellikle mânevî mevzularda vahye muhtaçtır. O sahadaki muhakemelerine; nefsin kuruntuları, şeytanın fısıltıları ve dünya şartlarının sirk aynalarına benzer aldatıcı illüzyonları karışır ve insan, çok mühim şeyleri, küçük; çok değersiz şeyleri de çok büyük zannedebilir. İdrakinin beş duyu mahkûmu olması da onu değerlendirmelerinde şaşırtır.

İnsan da küçüktür. Arş-ı âlâya nisbetle, değil insan; dünya bile bir hardal tanesi etmez. Taşlıcalı Yahyâ Bey, Efendimiz’in mîrâcından bahsederken pek az söylemiş;

Bir menzil-i bâlâya erişti; nazar etse
Dünyâ görünürdü ona hardal gibi ednâ

Fakat insanın, o cirm-i sağîrin içinde nice âlemler saklıdır.

Tıpkı bir tohum gibi.

O tohum, içinde bir ağacı, dahası o ağacın, her biri ağaçlar demek olan tohumlarını taşır. İnsanın kalbinde mekân tutan niyetleri ve duyguları birer tohum gibidir.

Rasûller Efendisi buyurur:

“Kalbinde hardal tanesi kadar kibir olan cennete giremez.”

Kibrin küçüklüğü sahibinin ona bakışında olmasın?

O hardal tanesi kadar kibir, tohum teselsülüyle dağ gibi, orman gibi günah ve kul hakkı yükü getirmez mi?

Tersinde de durum aynıdır:

“Kalbinde hardal tanesi kadar îmân olan hiçbir kimse, cehenneme girmez.” (Müslim, Îmân, 148-149)

Küçüklük bildiren ifadelerin hep tohum/çekirdek/zerre=zürriyet çevresinden seçilmesi mânidar değil midir?

Fetîl ve Nakîr’den başka, bir de Kıtmîr vardır. O da hurma çekirdeğinin etrafındaki ince zar kabuktur. Çekirdeğin bu önemsiz görülen parçası, putların güçsüzlüklerini vurgularken zikredilir:

“Allah; geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar; güneş ve kameri emri altına almıştır. Her biri belirtilmiş bir süreye kadar akıp gider. İşte (bütün bunları yapan) Rabbiniz Allah’tır. Mülk O’nundur. O’nu bırakıp da kendilerine taptıklarınız ise, bir çekirdek kabuğuna (bile) sahip değillerdir.” (Fâtır, 13)

Çekirdeğin etrafındaki ince ve önemsiz görülen zar, o kabuğun özündeki cevherin gerekli şartlar oluşuncaya kadar korunmasını üstlenen; şartlar oluştuktan sonra da zorluk çıkarmadan bertaraf olan çok mühim, ama mütevâzı bir zırhtır.

Kur’ân’ın yüksek belâgati; hem insan gözündeki basitliği, hem kudret-i ilâhiyye nazarındaki ehemmiyeti bir arada gösterme mûcizesine sahip.

“Taptığınız putların hepsi bir araya gelse dahî, bir sivrisinek (bile) yaratamazlar.” (el-Hacc, 73) mealindeki âyet; büyük-küçük telâkkisini yıkmaya yönelik bir başka misaldir ve müşriklerin gündemini meşgul etmiştir. Mekke meclislerinde koskoca Allâh’ın böyle «küçük ve değersiz» bir misal vermeyeceği şeklinde spekülasyonlar üretilince Cenâb-ı Hak tekrar mevzua temas etmiştir:

“Allah şüphesiz ki bir sivrisineği ve ondan (hilkat ve sanat inceliği bakımından) daha büyüğünü, (yapı itibarıyla daha küçüğünü) misal getirmekten çekinmez. Îman edenlere gelince, onlar bunun Rableri tarafından hak olduğunu elbette bilirler. Küfre saplananlar ise; «Allah bununla misal olarak neyi murad etmiştir?» derler. (Allah) bununla (insanları imtihan ederek) birçoğunu (bilgisizlikleri ve nankörlükleri yüzünden) şaşırtır. Birçoğunu da (bilgili oldukları ve akıllarını hayra kullandıkları için) doğru yola iletir. (Fakat) bununla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz.” (el-Bakara, 26)

Şu âyet-i kerîmelerde ise, Cenâb-ı Hak, insanın eşyaya bakışındaki büyüklük/küçüklük ve önem tasnifini istihzâ ile karşılamaktadır:

“Bir de onlar dediler ki: «Sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken, yepyeni bir hilkatte diriltileceğiz, öyle mi!»

De ki: «İster taş olun, ister demir, isterse gözünüzde büyüyen herhangi bir mahlûk! (Bunlar, Allah’ın sizi yeniden diriltmesini güçleştirmez.)»…” (el-İsrâ, 49-51)

Bu âyette de zikredildiği üzere insan, bedeninin hammaddesi olan toprağı değersiz görür. Yine fizyolojik yapısının başlangıcı olan nutfeyi de mehîn/aşağılık ve pis bir su olarak görür. Lâkin insan o ayaklar altındaki topraktan ve aşağılık bir sudan yaratılmış olduğu hâlde kendini büyük görür! Kendini büyük gördüğü hâlde, ölümden sonraki hâlini yine değersiz göstermeye gayret eder.

Bütün bunlar dünya sirkinde, nefis ve şeytanın cerbezelerinden başka bir şey değildir.

O hâlde, insan her şeye hakikî kıymetini verecek olan Cenâb-ı Hakk’a; gönlüyle de, aklıyla da, iradesiyle de tam teslim olmalıdır.

İnsanın özü olan toprak ve su; dikkat edilirse, bir tohumun filizlenmesi için gerekli en aslî unsurlardandır. İnsanın bedeninde, fizyolojik olarak da bir tohum bulunur. Acbu’z-zeneb adı verilen bu nokta, hadîs-i şerifte hardal tanesine benzetilmiştir. Küçüklükten kinâye olan bu teşbihte yine tohum hakikatine de işaret vardır. Çünkü acbuzzeneb adlı minik nokta, insan ekininin öbür dünyada filiz vermesinde, yani yeniden diriltilmesinde bir tohum vazifesi görür.*

Haşri inkâr eden müşrik ve kâfirler; ellerine ufalanmış kemikler alarak «Bunlar mı tekrar dirilecek!» diye küstahlaşırlardı… Günümüzün, kopyalama-klonlama, DNA şifreleri ve genetik haberleriyle, dinozorların yeniden dünyaya gelmesiyle ilgili bilim-kurgularla büyüyen nesli, haşri bu kadar ahmakça reddedemez. İnsan bedeninin yeniden yaratılmasının mümkünlüğü, çok daha kolay idrak edilir hâle gelmiştir. Vücudumuzun herhangi bir dokusu bile, bedenimizin bütününün bilgilerine sahip bir tohum…

Bir hardal tanesi…

Günümüzde nano teknoloji, genetik kodlar ve elektromikroskopların işbirliğinde; «Küçük değersizdir.» telâkkimizi, en azından fizik âlemde değiştirdik. Yaratılış söz konusu ise sineği filden kolay ve değersiz görmeyiz. Ancak fizik ötesinde, mâneviyatta, soyut mevzularda yine küçüğü önemsiz görme hastalığımız sürüyor.

Yine bunca tohumu değil, gafletin tozunu kaçırıyoruz gözümüze…

Geleceği kesin tek gelecek olan ölüm ve sonrasıyla ürpermiyoruz.

Devamlı dert eder insan yatak ve sofrasını…
Asıl düşünmelidir âh ölüm ve sonrasını… (Tâlî)

Yazının girişinde adını vermeden bahsettiğim bilgenin de peygamber olduğu kimi âlimlerce zikredilmiş. Kur’ân-ı Kerim’de ismi zikredilen bir başka bilge yahut peygamber ise Hazret-i Lokman’dır. Onun evlâdına nasihatleri; üslûbundan sıralamasına, teşbihlerinden vurgularına mühim şifreler taşır. Yazımızın eksenini oluşturan hardal tanesini de…

«Oğulcağızım!» şeklindeki şefkat ve zarafetle başlayan nasihatlerde ilk dile getirilen husus, îmânın muhafazasıdır. Allâh’a şirk koşmama uyarısıdır. Bu ikaz da, şirkin büyük bir zulüm yani haksızlık olduğu vurgusuyla pekiştirilir.

Vahyin muhtevâsındaki hikmetin öğrettiği, hakikî bir büyüklük telâkkisi kazandırılır…

Şirk de, zulüm de bir çocuk zihninde mücerret/soyut kavramlardır. Elle tutulur şeyler değildir. Büyüğü, küçüğü bile ayırt edemeyen insan gözü/idraki ise misaller ister. Hattâ çocukların Cenâb-ı Hakk’a dair telâkkileri ekseriyetle, fiilîdir. Soruları çoğunlukla Allâh’ın neler yapabileceğine dairdir.

Lokman -aleyhisselâm- da müşahhas/somut bir misal verir oğluna, Allâh’ın kudreti üzerine:

“Bir tohum, bir habbe düşün oğlum…

Tohum da; erik, kayısı çekirdeği değil miniklik sembolü hardal tohumu kadar olsun…

İsterse bu tohum; açıkta durmasın, asırlar geçse de içinden haberdar etmeyecek bir kayanın ortasında saklanmış olsun…

İsterse bu tohum, uçsuz bucaksız âlemin herhangi bir yerinde olsun…

Bu şartlarda bir amel düşün…

İşte bütün bu küçüklük, gizlilik ve belirsizlik içinde (gördüğün) bir ameli, iyiliği veya kötülüğü Allah kıyâmette ortaya çıkaracak, hakkında işlem yapacaktır.” (Bkz. Lokmân, 16)

Bir misalle muhatabın gönlüne ve dimağına nakşedilen;

Haksızlığın takibatında hassas, âdil, kudretli, azametli bir Allah inancı…

Bu devâsâ kâinatta zerreyi görebilen bir azamet ve kudret. Her şeyden haberdarlık. Ayrıntılara hükmedicilik.

Bir de hiçbir sıyrılma imkânının bulunmadığı bir âhiret inancı…

Hardal tanesi üzerinde bir nükte daha ışıldar:

Zâhirî küçüklüğüne rağmen, ortaya çıkarılacağına ve hakkında işlem yapılacağına göre, Allâh’a göre küçük bir şey değildir o! Allâh’ın nazarında; helâk edeceği kâinat değil, mîzâna koyup değerlendireceği o hardal tanesi daha büyük ve daha önemlidir.

Evlât eğitiminde ne kadar mühim bir nokta…

Kıyâmet tefekkürü…

Gerçek azamet eğitimi…

Küçüklüğün, gizlenmeye ve ihmal edilmeye yarayacağı şeklindeki dünya yanıltmacasının âhiret için geçerli olmadığının öğretilmesi…

Lokman -âleyhisselâm-; bu esasları evlâdına kazandırdıktan sonra, ibâdet (namaz) ve muamelât/ahlâk (emr bi’l-mâruf, nehy ani’l-münker, sabır, tevâzu, kibirli yürümeme ve konuşmama) yönünde tavsiyelerde bulunur.

Kıyâmetin küçük (!) alâmetleri olarak adlandırılan günah furyalarının günümüzde artık zuhur ettiği malûm… Özellikle son yirmi yılda gelişen ve yaygınlaşan iletişim imkânları, eskiden bir şeyleri göze almadan işlenemeyen günahları bir tık öteye getirdi. Sanal adı verilen bu yeni günah çeşitleri, herkesin fakat daha güçlü olarak yeni yetişen nesillerin değer yargılarını değiştirdi. Sanal olunca küçük, önemsiz… Hele çevre olarak mütedeyyin kesimlerde gizli tutulabildiği müddetçe önemsiz… Hepsinden daha vahimi, gençlikte yapılan yanlışların önemsiz ve gençliğin bir tezahürüymüş gibi gösterilmesi… Ergenliğin bir isyan, gençliğin bir buhran çağı olarak empoze edilmeye çalışılması…

Gençlikte düşülecek bir yanlışın, bütün bir ömrü berbat edecek; «Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz…» hadîsinin işaretiyle, son nefesi de bedbaht ederek, ebedî ufku karartacak bir tohum olabileceğini gençliğe de ebeveynlere de anlatmak şart…

Kıyâmet ufkunu insanımıza kazandırmak; ona, hayatı adalet, hakperestlik, dürüstlük, iffet, namus, temizlik içinde yaşama azmi aşılamak demektir. Böyle olduğu hâlde, kıyâmeti hatırlatmayı; insanları korkutmak, ürkütmek, psikolojilerini bozmak gibi lanse edenler de var.

Öğrencilerine kıyâmetle ilgili bir video seyrettirdiği için hakkında soruşturma açılan bir din kültürü öğretmeni haberi okudum. Dünyaya göktaşı çarpmasıyla ilgili abuk subuk bir film seyrettirmiş olsaydı hiçbir tepki almazdı. Günümüzde ölüm ve kıyâmete karşı deve kuşu gibi başını kuma gömme hastalığı var.

Korkudan korkutan garip bir kaçış bu…

Geçtiğimiz yıllarda İstanbul’da lüks bir sitenin bazı sakinleri, manzaralarını teşkil eden karşı tepeyi belediyenin mezarlık olarak kullanmasını mahkemeye taşımış ve bu işe engel olmuştu. Kabristan manzaralı bir evin kıymetinin düşeceğini düşünmüş olmalılar. Belki kabir manzaralı bir evin değeri düşüyor olabilir, fakat ölüm ve sonrasını hayatlarının ufkuna katmamış olanlar, beş para etmez bir hayat yaşadıklarını unutmamalılar. Böyle bir hayat, âhirette kurulacak mîzânın hayırları tartan kefesinde bir hardal tanesi bile etmeyecektir!

Allah korkusu, âhiret endişesi, kul hakkı tasası, evlâdının geleceği hakkında korkmak… bunlar müsbet korkulardır. İnsanın ihtiyaç duyduğu korkulardır. Âhiretini kurtaracak reflekslerdir.

İnsan, evlâdına şefkat duyar. Müşfik; şefkatli, şefkat duyduğu kimsenin üzerine titreyen demektir. Müşfik kelimesi, Kur’ân’da korkmak mânâsıyla geçer:

“Onlar Rablerinin azabından müşfik, yani korkan kimselerdir.” (el-Meâric, 27)

“Onlar, görmedikleri hâlde Rablerinden içten içe korkarlar. Onlar kıyâmet gününden de müşfiktirler/korkarlar.” (el-Enbiyâ, 49)

Sevdiğinin kötü bir âkıbete düşmesinden endişe duymak, onu musibetlerden, felâketlerden esirgemek demektir şefkat. Şefkat müsbet bir korkudur. Dehşet ise menfî… Bu dünyada nefsine ve evlâdını kıyâmet ve âhiret korkusuyla korkutup, o felâketlerden esirgemeyenleri; kıyâmette çok ağır ve fakat faydasız dehşetler beklemekte.

Evlâdını kaybeden o kadıncağız, ölüm girmemiş bir evden bir avuç hardal tohumu bulamayarak, ölüme karşı çaresizliğini idrak edince rahatlamış mıdır? Unutabildiyse, ülfet ve gaflet narkozuyla, biraz…

Hâlbuki, ölüme değilse de ölümden sonraki hayatın saâdetine tek çare;

Ölümün giremeyeceği bir diyarda, bağlara ve bahçelere, iremlere, firdevslere, cennetlere dönüşecek bir avuç tohumdur. Tohumlar hâlinde, îman, doğruluk, iyilik, tevâzu, sabır, azim, sebat, gayret…

O kadıncağızdan asırlar sonra yine evlâdını kaybetmiş bir hanım, o bir avuç hardal tanesini anlamış gibidir:

Neden Müslüman Oldum (İhtida Öyküleri) adlı kitaptaki bir bölümde müslüman oluş hikâyesini anlatan bu hanımı, evlâdının cenaze töreninde şöyle teselli ederler:

“­–Sen ona bir gün cennette kavuşacaksın.”

O ise şöyle cevap verir:

“–Siz benim cennete gireceğimi nereden biliyorsunuz?” ve orada başlar, cennete gitmenin ve evlâdına kavuşmanın yolunu, yani Hak dîni arama gayreti… Sonunda İslâm ile tanışır. Yeryüzünde âhiret inancını sağlam bir şekilde muhafaza eden tek dîni kabul eder.

Ölümün çaresi;

Hayatı bir hardal tanesi gibi görmekte…

Kıyâmet dehşetinden muhafazanın çaresi, dünyayı âhiret cennetinin tohumu gibi görmekte…

Son nefesin talimi olan her ânı, cehennem kütüklerine yahut cennette salınan Tûbâ ağaçlarına gebe bir tohum gibi görmekte..

Bkz. Hasan DOĞRUYOL; Acbuzzeneb, Yüzakı Dergisi, s. 12, s. 46-48.