HAZRET-İ ÖMER GİBİ

İrfan ÖZTÜRK

Yıl 1967, Elazığ’ın Ağın ilçesinde Kur’ân kursu öğretmeniyim. Bir Cuma akşamı yatsı namazını cemaatle kılıp eve geldim. İçimde bir hasret duygusu vardı. Fakat hasretin neye, nereye olduğunu bilemiyordum. Kütüphanemden rastgele elime gelen kitabı açtım. «Kandilin Yağı» başlıklı bir konu çıktı.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın halîfeliği döneminde bir dostu ziyaretine gelir. Halîfe işinin başında devlet işleri ile meşguldür. Zaman gece vakti olmalı ki, yanmakta olan kandilin ışığı altında çalışmaktadır. Dostu selâm verip oturur. Fakat Hazret-i Ömer işiyle meşgul olup dostu ile hiç ilgilenmemektedir.

Dostu bu davranışa sabredip bekler. Daha sonra Hazret-i Ömer bir başka kandili yakıp, yanmakta olanını söndürüp;

“–Aleyküm selâm dostum.” diyerek dostu ile ilgilenir. Dostu merakla;

“–Neden önceden benimle ilgilenmedin? İkinci kandili yakıp yanmakta olan birinci kandili niçin söndürdün?” deyince Halîfe Ömer -radıyallâhu anh- dostuna şöyle der:

“–Dostum, siz geldiğinizde yanmakta olan kandil, devletin kandili idi. Onu söndürdüm. Çünkü devletin kandilinin ışığı altında şahsî işimizi görürsek o ışık bize zulmet olur. Şahsî kandilimi yaktım. Şimdi şahsî kandilimin ışığı altında rahat bir şekilde görüşebiliriz.”

Böylece dostuna ve kıyâmete kadar geleceklere, devlet malına karşı gösterilmesi gereken hassâsiyeti öğretmiş oluyordu.

Bu muhtevada devam eden yazı beni çok etkilemiş, âdeta gönlümden vurmuştu.

“Yâ Rabbî! Yeryüzünde bu muhtevada devam eden kimseler varsa tanımayı ve beraber olup istifade etmeyi nasip eyle!” diyerek kitabı kapattım ve tefekküre daldım. Böylece kalmış ve sabah ezanı okunurken uyanmışım. Hemen abdest alıp sabah namazına gittim. Sabah namazında dikkatimi çeken bir şahıs vardı, bir haftadan beri her sabah camiye gelmeyi aksatmayan bir yabancı idi bu. Hâli, duruşu, namaz kılışı bir başka idi. Namazdan sonra camiden en son çıkanlardan birisi idi. Namaz çıkışı kendisini bekledim ve onunla tanıştım.

Adı Necip idi. Kadastro-fen memuru olarak, kadastro işlerini tamamlamak için Ağın’a gelmişti. Üç yıla yakın ilçede kalacağını, daha sonra da memuriyet gereği devletin tayin edeceği yere gidip hizmete devam edeceğini söyledi.

Kucaklaştık ve birbirimizden ayrılmayan, hemen her gün görüşen ve bazı geceler sabahlara kadar sohbet eden birer gönüldaş olduk.

Galiba hasretini çektiğim insanı bulmuştum. Çok sevinçli idim. Allâh’a şükrettim.

Bir gün onun evinde kahvaltı yapıyorduk. Necip Bey iki kâse çorba getirdi. Birini önüme, birini kendi önüne koydu. Kendi kâsesindeki çorba yarıya kadardı:

“–Buyurun!” diyerek yemeğe davet etti. Ben çorbayı kaşıklarken, o yarım bardak soğuk suyu çorba kâsesine doldurup içmeye başladı. Ben;

“–Necip Bey, ne yaptın? Çorbanın lezzeti gitti.” deyince, tebessüm ederek yüzüme baktı ve;

“–Ben zaten lezzeti gitsin, diye kattım o soğuk suyu.

Kıymetli hocam; lezzetli yemekler insanın nefsini besler, rûhunu zayıflatır. Yutarken duyacağımız birkaç saniyelik zevk için değer mi hocam?” dedi.

Tatlı da bir, acı da bir yiyene,
Uzak da bir yakın da bir gidene,
Atlas da bir, çul da birdir giyene,
Güzel de bir, çirkin de bir sevene…

Yemeği yedik ve kucaklaşarak gözyaşları içinde birbirimizden ayrıldık.

Birkaç gün sonra kendisini dairede ziyaret ettim. Saat 16:45’ti. Mesai bitmek üzere idi. Selâm verdim, selâmımı aldı. Fakat benimle hiç ilgilenmiyor, hep işine devam ediyordu.

20 dakika sessiz oturduk, işini bitirdi:

“–Tekrar aleyküm selâm.” diyerek benimle ilgilenmeye başladı. Şaşırmıştım doğrusu. Sordum kendisine;

“–Necip Bey, 20 dakikadır sizinle oturuyorum. Hiç ilgilenip konuşmadınız. Şimdi ise aşırı iltifat ediyorsunuz. Bu işin hikmeti nedir?” diye sordum. Cevâben;

“–Sevgili hocam, yanıma mesai saatinde geldiniz. O saatte devletin bana vermiş olduğu resmî işimle meşguldüm. O saatte sizinle meşgul olsaydım, mesai saatini kendi lehime kullanmış olurdum ki, o vakitte 20 dakikalık almış olduğum para bana haram. O parayı, çoluk-çocuğuma yedirirsem aile efradıma zulmetmiş olurdum. Çok şükür sabredip beklediniz. Ben de resmî işimi bitirdim. Şimdi sizinle rahat rahat sohbet edebiliriz.” dedi.

Tepeden tırnağıma kadar sıcak su dökülmüş gibi oldum. Bundan evvel de birçok dairede arkadaşları, müdürleri ziyaret etmiştim. Onlara gider gitmez önlerindeki işlerini bırakırlar, hep bizimle ilgilenirlerdi. Çay-kahve içer, sohbetler ederdik. Bu nasıl bir insandır? Şaşırmıştım. Aldığı maaşının kuruşunu hesap ediyor, mesaisinin dakikasına bile dikkat ediyordu.

Aman yâ Rabbî, meğerki Hazret-i Ömerler günümüzde de yaşıyormuş. Tam Hazret-i Ömer’in hâlini yansıtıyordu. Hazret-i Ömer’le ilgili «Kandilin Yağı» parçasını okuduğumda;

“Yâ Rab, böyle insanlar zamanımızda varsa; onlarla tanışmayı, beraber olup onlardan istifade edebilmeyi nasip eyle!” diye yapmış olduğum duâmın kabul olduğuna inandım ve Allâh’ıma şükürler ettim.

Bir müddet sohbet ettik. Sohbetinde hiç boş söz ve fuzûlî kelâm yoktu. Kalkacağımız zaman telefon ve adresini yazmak için kâğıt-kalem istedim. Yerinden kalktı, arka tarafta çekmecelerde bir şeyler aramaya başladı. Sordum:

“–Necip Bey ne arıyorsunuz?”

“–Kâğıt-kalem arıyorum.”

“–Burada var ya. Masanızın üstünde kâğıt da var, kalem de…”

“–Onlar benim değil hocam. Onlar devletin. Benimkiler burada…”

Baktım ki; şahsına ait kalem, kâğıt, silgi ne lâzımsa hepsini ayrı çekmecelerde saklıyor; şahsî işlerinde bunları kullanıyordu. Çok duygulandım ve hayatımı onun gibi yaşamaya karar verdim.

Cenâb-ı Hak, millet malına karşı bu hassâsiyeti cümlemize nasip eylesin inşâallah…

Necip Bey, Ağın’da kaldığımız müddetçe benim evimden başka hiç kimsenin evinde çay-kahve içmez ve yemek yemezdi. Böylesine helâl ve haram hassâsiyetini o güne kadar hiç kimsede görmemiştim.

Necip Bey, sanat okulunun marangozluk bölümünden mezun olduğu için çok güzel usta idi. İlçenin camilerinin tavanlarını yapma ustalığını Allah rızâsı için üzerine aldı. Ben de kendisine Allah için yardım etmeyi taahhüt ettim. Sabah namazından sonra saat 08:30’a kadar camide çalışıyor, 09:00’da işimizin başına gidiyorduk. Akşam da 18:00’da işe başlıyor ve gece yarılarına kadar aşkla çalışıyorduk. Üç caminin tavanını beraber yaptık. Tabiî ki ben ancak malzemeleri almada, vermede yardımcı oluyordum.

Bir sabah caminin 83 yaşındaki yaşlı müezzini iki büyük bardak dolusu kaynamış taze süt getirdi, içmemiz için. Ben bana düşen bardaktaki sütü içtim. Necip Bey, tavanda çalışıyordu:

“–Necip Bey, hocam taze süt getirdi, gel soğutmadan iç!” dedim. Hiç ilgilenmedi ve gelmedi. Tam üç defa aralıklarla aynı daveti yaptım. Bana;

“–Onu da sen iç!” dedi. Baktım gelmeyecek, o bardaktaki sütü de içtim. Hocaefendiye teşekkür ettim.

Hocaefendi gittikten sonra Necip Bey’e sordum:

“–Niye içmedin?”

“–Hocam, benim haberim oldu. O hocanın bankada parası var. O para ile aldığı yemle ineğini besliyor. O para ile alınan yemle beslenen hayvanın sütü içilmez. Onun için içmedim!”

“–Bana neden içirdiniz?”

“–Sen, zaten içmiştin. Bir şey sormadınız ki… Bilmeden kendini zehirledin.” dedi.

Ben çok utanmış ve üzülmüştüm.

Aman yâ Rabbî. Bu ne dikkat, ne hassâsiyetti yâ Rabbî!..

Düşündüm… Necip Bey kimdir? İmam değil, vaiz değil, müftü değil, okumuş bir din bilgini değildi. Ama iyi bir müslümandı. Zaten en çok muhtaç olduğumuz şey de bu değil mi?

«İyi bir müslüman olmak.»

Necip Bey’in Konya’ya tayini çıktı. Gittiğinin ilk senesi idi. Ziyaretine gittim. Ziyadesiyle memnun oldu. O akşam beni Meram’da bir ev sohbetine götürdü. Bu benim katıldığım ilk sohbetti. O gün Şekerci Reis’in dükkânında Hacı Mustafa Efendi’den Yorgancı Mehmet Efendi aracılığı ile seyr-i sülûk dersimi almıştım. O gece katıldığım sohbette okunanlar sanki hep beni anlatıyordu. Fakat sohbette öyle bir ağırlık var idi ki; benim âdeta gözlerim açılmıyor, bir rüya âleminde imişim gibi bir hâl var idi.

Sohbet kitabı bana hediye edildi. Baktım Es‘ad Erbilî Hazretleri’nin eskimez harflerle basılmış «Mektûbât»ı idi.

Sohbeti Yorgancı Mehmet Efendi yapmıştı. Sohbet bitti. Necip Bey’in misafiri idim. Eve gittik. Yataklar hazırlanmış, öyle bir yatak ki çiçek gibi geldi bana. Her şey bembeyaz. Yatma hazırlığını yaptıktan sonra Necip Bey;

“Hocam, Allah rahatlık versin!” deyip odasına geçti, ben de istirahata çekildim.

Gecenin bir saatinde uyandım. Öylesine burnum kanamış ki, o bembeyaz yastık sanki kan tulumuna dönmüş. Eyvah şimdi ne yapmalıyım?!. Ne hikmetse yastık tulum gibi olmuş. Her tarafı kan içinde, fakat yastıktan başka hiçbir yere bulaşmamış. Ben bu sıkıntı içerisinde;

“Haydi; Necip Bey, benim dostum. O normal karşılar ama eşi nasıl karşılar acaba?” diye kendi kendime üzülüp dururken «trak» diye kapı açılıp Necip Bey odaya girdi ve;

“Hocam, üzülme! Onu ben temizler, hanıma hiç duyurmam.” deyip geldi, yastığı alıp götürdü ve yeni bir yastık getirip;

“Allah rahatlık versin.” deyip odadan çıktı. Ben şok olmuştum. Çünkü ben kimseye bir şey söylememiş, kanama ile ilgili herhangi bir girişimde bulunmamıştım. Bu iş, ancak Necip Bey’in bir kerâmeti olabilirdi.

Allah Necip Bey’e rahmet etsin, rûhunu şâd, makamını cennet eylesin…

İşinin başında idi. Kadastro ölçümü yaparken bir arabanın arkadan çarpması neticesinde vefat etti. Rûhunu teslim ederken, oğluna;

“Süleyman oğlum, sâlihlerle beraber ol, zalimlerden uzak dur! Ömür boyu Kur’ân ve Sünnet çizgisinden ayrılma!” diye vasiyet etmiş ve son sözleri kelime-i tevhid olmuştu.

Bu çok sevdiğim, güzel kardeşime bir Fâtiha, üç İhlâs okumalarını okuyucularımızdan Allah rızâsı için istirham ediyorum.

Yazamadım vasfının,
Daha onda birini.
Nur eylesin Allâh’ım,
Kardeşimin kabrini.

(Gülzâr-ı İrfan)