ENDÜLÜS’Ü İÇİMİZ YANARAK DOLAŞTIK

Aydın TALAY aydintalay@gmail.com

Yıllarca içimde ukde olarak kalan Endülüs ziyaretini güzîde bir arkadaş grubu ile nasip eden Allâh’a hamd ederim. Bir zamanların bütün insanlık âlemi için örnek gösterilen sekiz asırlık hizmet, medeniyet ve mârifet diyarı Endülüs, şimdilerde için için ağlıyor. Nasıl ağlamasın ki hayatlarının her deminde nefislerini Allâh’a hamd ve şükür makamında diri tutmayı başaran, tevhîdî îman kimliğinin yanında müslüman kişiliğini diri tutan güzîde ecdadın yerinde, ona isyan ettiği nisbette ilerlediğini sanan ters ve haris bir zihniyet var.

Batı dünyası acıma ve merhamet hissi taşımadan her şeye bencillik kapısından yaklaşarak her türlü sömürünün ardından Endülüs’ün iftihar kaynağı eserlerini yok etmeye çalışıyor. Rönesans ve Reform’u İslâm’a borçlu olan Avrupa; bilimin merkezini Hazret-i Âdem’in cennetten çıkarılmasına sebep olan yasak ağaç üzerine yoğunlaştıran Greko-Romen medeniyetinde karar kılıyor. İslâm dünyasında;

«Hangi üstadın terbiyesinden geçtin?» denirken onların zihniyetinde;

«Hangi üniversite mezunu olduğu» sorulurdu.

Endülüs nasıl hazin hazin yaş dökmesin ki Orta Çağ’da Avrupa’da kilisedeki rahipler dışında okuma-yazma bilen tek kişi gösteremezsiniz. Hâlbuki aynı yıllarda ve bundan 1.030 sene evvel Endülüs’te II. Hakem döneminde tam 28 üniversite kapılarını bütün insanlık âlemine açarak feyiz, medeniyet ve bereket saçıyordu.

Avrupa; “Dünyanın ilk üniversitesini ben kurdum.” diye İngiltere’deki Oxford Üniversitesinden bahsederken; 1225 yılında yani Endülüs’ten 255 yıl sonra bu üniversitenin ancak açılabildiğini ve plânlarını da Kurtuba’dan aldığını göz ardı ediyordu. Batı, her zaman kuru aklı esas alarak her şeyi onun emrine verdiği için yanıldığı gibi insanları da birbirine oldukça yabancılaştırdı. İslâm’da ise akıl, ahlâkın emrine girdiği için bütün dünyayı hayran bıraktı ve fevc fevc insanlık ona koşuyor.

Endülüs’te II. Hakem’in hanımı Ayşe Hatun’un Kurtuba’daki şahsî kütüphanesinde 250 bin, devlet kütüphanesinde ise 400 bin eser yer alıyordu. Kütüphaneye ait kitap isimlerini taşıyan kataloglar her biri 50’şer sayfadan mürekkep tam 44 ciltti. Kütüphaneye girenlere divit ve parşömen kâğıdı da veriliyordu.

Bu kitaplar göz nûru ve elle Çinli ustaların kendi el imâlâtı olan parşömen kâğıdı üzerine yazıldığı gibi sadece Endülüs’te yazılan eserlerden de ibaret değildi. Başta Kahire, Şam, Bağdat ve İskenderiye kütüphanelerindeki nâdîde eserlerden istinsah edilmiş yani yeniden yazılmış nâdîde nüshaları da içine alıyordu. 1286 yılında başlayan haçlı kin ve gaddarlığı, iki asır içinde hem müslümanları hem Katolikler dışında diğer inanç sahiplerini; kaynar kazana atma, arslanlara parçalatma, ırza tecavüz ve benzeri fecî işkencelerle ölüme mahkûm ederek yarımadada tek inanan bırakmadığı gibi sekiz asırlık şanlı Endülüs medeniyetini de yok saymıştır.

İspanya’yı güneyden çeviren Sierra Nevada silsile dağlarında şehid düşmemiş bir karış yer kalmadığı kaydedilmektedir. Gırnata’da el-Beyzâ Mahallesi müslümanları isyancı kabul edilerek sokak kedilerine varıncaya kadar asıldı.

O devâsâ kütüphanelerdeki sayılamayacak el yazması eserlerden kala kala 1598’de II. Filip’in bütün İspanya’dan toplattığı sadece 25 bin kitap kalmıştı. Hattâ meşhur Fransız fizikçisi Pierre Curie acı acı şöyle dert yanar:

“Endülüs’ten bize kalan 30 eser sayesinde atomu parçalayabildik. Eğer bir milyon eserin tamamı bugün elimizde bulunsaydı, fezada dolaşıyor olacaktık.” Nasıl ağlanmasın ki! Bu nâdîde eserlerin din nâmına Kardinal Gimnes’in emriyle âdeta keyif alarak bir bir yakıldığını görüyoruz. Nehirler sadece şehid kanı değil, günlerce kitapların mürekkebi ile boyalı akıyor. Bununla da yetinilmeyip kendilerinden olan Aristo’nun eserlerine dahî; «Okunmasın.» diye zehir sürdüler.

Tuleytula (Toledo) şehrinde ruhbanların eğitim merkezi kurulmasından itibaren İslâm’ın izleri silinmeye başlıyor. Hıristiyanlarca kadın, temizlenmesi mümkün olmayan necis kabul edildiği için katedrallerdeki hayalî tablolarda cennet kapısından zebânîlerce tek tek geri çevrildiklerini görüyorsunuz. Kadından meydana geldiği için de cehennemi hep çocuklar dolduruyor. Katedrallerde zenginlerin, fakirlerin, müslümana benzeyen hıristiyanların yerleri hep ayrı. Minarelere kılıf geçirip çan kulesi hâline getirmişler.

BİZE AĞLA ENDÜLÜS’ÜM BİZE AĞLA!

Kurtuba şehrinin en işlek merkezinde ve Vâdi’l-Kebir nehri kenarında I. Abdurrahman döneminde 786 yılında inşasına başlanıp bir yıl içinde tamamlandığı hâlde iktifâ edilmeyen Kurtuba Ulu Camii’nin genişletilmesine ve külliyesine dört hükümdar devrinde devam edilmiştir. İki hektarlık koca arazi üzerinde 32 bin kişilik olarak inşa edilen mabedi 856 adet zarif sütun taşımaktadır. Böylece zamanın en yüksek ilim ve irfan merkezi hâlinde hizmetine devam etmiştir. Sütunlarda çift çember tekniği uygulandığından hiçbir depremden etkilenmemiştir. 1236 yılında Endülüs’te estirilen korkunç Katolik mezâlimi ile birlikte heykel ve resimlerle dolu ve bugün pek de alâka görmeyen bir katedrale çevrilmiştir.

Hattâ II. Hakem o zamana kadar 80 bin dinar sarf edilen Ulu Cami’yi genişletirken yanı başındaki katedralin yarısına 100 bin dinar istedikleri hâlde çekinmeden verip açtırmıştır. Ulu Cami medresesinde sistemli bir şekilde hadis, tefsir, fıkıh, siyer, İslâm tarihi, Arap dili ve edebiyatı ve bütün teknik bilimlerin yanında; çeşitli yabancı dil dersleri de okutuluyordu. Böylece dünya çapında âlimler yetişmiş ve aradan geçen 1200 yıla rağmen bugün bile onların keşif ve buluşlarına batılılarca yeni varılabilmektedir.

İşte trigonometride Abdurrahman el-Meserre, işte felsefenin babası İbn-i Meserre, yarısı kendi buluşu olan 220 tıp âletinin çizimlerini dünyaya hediye eden ez-Zehravî, ilk uçan adam Abbas bin Firnas, güneşin dünyaya uzaklığını binde üç yanılma ile bulan ez-Zerkalî, tarımda en son sulama tekniklerini ortaya koyan İbn-i Avvâm, müzikte repertuarında 10 bin eser bulunan Ziryab, yörüngelerin helezonik olduğunu ilk defa keşfeden İbn-i Tufeyl, 97 önemli yer için sağlam koordinatlar hazırlayan İbnü’r-Rakkam, atmosferdeki basınçlardan insanlığı haberdar eden Ebû Abdullah Muaz el-Ceyyânî, yeryüzü coğrafyası hakkında en sağlam kitabı 1200 yıl evvel yazan Ebû Ubeyde el-Bedrî, Galile’den 400 yıl evvel yuvarlak dünya harita ve küresini muntazaman yapan el-İdrisî, o zamanki çok mahdut imkânlarla 33 yıl yeryüzünün her tarafını dolaşan ilmî ilk seyyah İbn-i Cüreyc, meşhur göz hekimi Muhammed el-Gafakî… bu ilim adamlarından sadece birkaç tanesidir.

Kurtuba şehrinde hâlen nüfusun sadece %’3 ü yahudi olduğu hâlde Yahudi Kurtuba diyorlar. İşbîliyye (Sevilla) Ulu Camii 23.180 metrekare alanına rağmen sadece 50 yıl hizmet edebilmiş, papalığın en büyük katedraline çevrilmiştir. Batı tarafından Amerikan fatihi diye takdim edilen, İnka ve Aztek’lerin katili Kolomb’un ve oğlunun na‘şı gûyâ bu katedralde. Katedrallerde Hindistan hayatına benzer kast sistemi yani insanlar arasında ayırım bariz olarak görülüyor. Müslümana benzeyen birtakım yerliler için ayrı, hıristiyanlar için ayrı ve şapel sahiplerinin ayrı yeri var.

Gırnata’da (Granada) 540 dönüm arazi üzerine kurulu el-Hamra Sarayı; yeşilin, suyun, hat sanatının ve estetiğin birbiriyle kaynaşıp zirve durumda buluştuğu bir mekân. Giriş kapısında mevcut anahtar resmi, cennet anahtarına; el şekli ise İslâm’ın beş şartına işaret ediyor. İslâm mimarîsine has ve mahremiyeti esas alan yuvarlak havuz sistemi her bucakta ayrı nefâsette. İslâm’ın mümeyyiz anlayışında suyun dağıtılması esas iken, batılılar bugün dahî lavaboları tıkayıp yüz yıkayacak kadar haris toplayıcı… İslâm mimarîsinde sıcak iklimde serinliğin korunması için sokaklar dar ve aile mahremiyeti için ev kapıları birbirine bakmıyor.

Müslüman aklının eseri olarak insanı tefekküre sevk eden; «Lâ Ğâlibe illâllah / Allah’tan başka galip yoktur» ibâresi 80 bin defa bütün sarayın duvar, sütun ve tavanlarına dantelâ gibi işlenmiş. Tahribattan dolayı sanat eserlerinin ancak altıda biri ayakta kalabilmiş. İspanyolların işgalinden sonra burası kral sarayı oluyor; fakat hizmet edenlerin ve tamircilerin ücretleri ödenmediği için, kralın ayrılmasından sonra tamamen bakımsızlığa terk ediliyor. Ne acıdır ki bu eser ancak Amerikalı araştırmacı-yazar George Irving’in 1829 yılındaki gayreti ile dünyaya tanıtılabiliyor.

II. Hakem o derece takvâ sahibi bir hükümdardı ki câriyesi Aurora (Sabiha)’nın hâtıralarında belirttiğine göre; hükümdarın yüzüne karşı hakkı söyleyip hatalardan çeviren kadısı vefat ettiği zaman, bu hükümdar secdede Mevlâ’ya yakarıp ağlayarak nefsini dizginleyecek bir kadı nasip etmesini niyaz eder. Aynı hükümdar kendine ait sarraf dükkânlarının gelirini ise sırf fakir çocukların eğitimine verecek vakıf kuruyordu. Yine onun döneminde sadece Kurtuba’da 50 hastane, 900 hamam, 60 binden fazla konak, 213 binden fazla ev, 80 binin üzerinde dükkânın mevcut olduğu kaydedilmektedir.*

Unutmayalım; o yıllarda krallar bile cin çarpar korkusuyla yılda sadece bir defa banyo yapıyordu. Başta Emir Abdullah olmak üzere Endülüs hükümdarlarının birçoğu aile ve çocuklarını sarayın dışında ve mütevâzı evlerde oturtur ve devlet işlerine karışmalarına meydan vermezlerdi.

Sekiz asır devam eden bu altın çağın sonlarına doğru kimlik ve şahsiyet sahibi âlimlerin yerini, dünya ihtirası olanlar aldığı gibi; hükümdarlar da cehâlete ve dünya sarhoşluğuna dalmaya başladılar. Protokol ve ihtişam bilhassa II. Abdurrahman’dan itibaren idareyi sadelikten ve halk sevgisinden kopardı. Aile baskısı ön plâna çıkarak mevkilerde yakınlar korunup gözetilmeye başlandı. II. Hişam’ı çocuk yaşta vesâyetleri altına alan entrikacılar; süflî menfaatleri uğruna devleti zayıflatmaya ve tefrikayı artırmaya başlayınca pusuda bekleyen kindar haçlılara fırsat doğdu.

İlk gönül fatihleri yerini tahrip ve kan akıtanlara bıraktı. Nihayet Gırnata’nın son sultanı Ebû Abdullah Memlûklerden ve Osmanlı’dan yardım istemiş ve bu amaçla Endülüs’ün son meşhur şairlerinden Ebû’l-Bekā Sâlih bin Şerîf’i de heyetle birlikte 1486’da Bâyezîd-i Velî’ye göndermişti. II. Bâyezid bir yandan Memlûkler, diğer yandan kardeşi Cem gāileleri yüzünden çok üzüldüğü hâlde savaş açamadı ancak, Kemal Reis’i göndererek ölüme mahkûm edilenleri kurtarıp aylarca Akdeniz sahillerine ve İstanbul’a taşıdı.

İspanya ve Papalık, Orta Çağ Endülüs’ünde haksız yere işlenen cinayet ve katliamları ne yazık ki sadece yahudilere karşı yapılmış gibi kabul ederek onlardan özür diledi ama müslümanlara karşı çıtları çıkmadı. Bundan 1200 yıl evvel sadece İşbîliyye (Sevilla)’da 500 bin müslüman nüfus var iken bugün bütün İspanya’da bir buçuk milyon müslüman yaşamaktadır.

_________________

* Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Yayınları, c. 4, s. 548.