Ebediyet Âleminde “NEREYE GİDİYORSUNUZ?”

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Babası ölmüş bir çocuk, onun tabutu önünde iç çeke çeke ağlıyordu. Elini başına vurarak feryat ediyordu:

“Ah babacığım! Nereye? Gömüleceğin yer daracık. İçi dert ve keder dolu. O evde ne halılar serili, ne de hasırlar döşeli. Ne geceleri bir ışık, ne de gündüzleri bir dilim ekmek! Orada yemeğin kokusu bile yok!

Ah babacığım! O ışıl ışıl gözlerin, şimdi kapkaranlık yerde ne hâlde olacak? Gireceğin küçücük evde güneş de yok ay da.”

Onun bu sözlerini duyan bir başka çocuk da, kendi babasına bakarak dedi ki:

“–Sevgili babacığım, anlaşılan bu cenazeyi bizim eve götürecekler!”

“–Öyle deme oğlum!”

“–Ama babacığım, çocukcağız tamamen bizim evin özelliklerini sayıp döküyor. Biliyorsun: Bizim evde de hasır yok, halı yok. Işık yok, kaşık yok. Kapısı viran, damı toz toprak. Ekmek yok, yemek yok. Bazen su bile yok!”

İçli bir sahne…

Ten mülküne ait bu acı gerçeğin niceleri var şu devranda. Hepsi mühim. Hepsi gözler önünde.

Ancak can mülküne dair daha acıları, daha hazinleri, daha berbatları yaşanıyor. Çok daha mühim. Yazık ki gözler ötesinde. Öyle olduğu için fark edilmiyor.

Mevlânâ’nın dediği gibi:

“İnsanda yüzlerce iz ve sem­bol vardır. Fakat dünya işlerine dalmış, vicdanı nasırlaşmış şaşkınlar; bun­ları nereden görecek, nasıl bilecek?

Allâh’ın güneşinin nûru ile aydınlanmayan, karanlıklara dalmış nice gönül evleri var. Onlar; kâfirlerin canı gibi, dar ve karanlıktır. Sevgi bağışla­yan Allâh’ın zevkinden, mânevî lutfundan mahrumdur. O gönüllerde ne güneşin nûru parlar, ne sahası genişler, ne de kapısı mârifete ve hakikate açılır.

Mezar, o gönüllerden daha iyidir.

Öyleyse sen;

Gel de karanlıklar içinde kalmış, nursuz ve daracık gönlünün mezarından çık, kurtul!

Kurtul, çünkü sen aslında ölü değilsin! Bir dirisin ve bir dirinin oğlusun. Niye gönlünü mezar eyledin? Senin dapdaracık gönül mezarın nefesini daraltmıyor mu?”

Daraltır elbette.

Bu durumda vaktin Yûsuf’u gibi olan can ve gönül, şu karanlık beden kuyusundan ve ten zindanından çıkıp da mânâ ve hakikat yüzünün güzelliği ile âlemi nurlara gark etmeli. Kuyuya ve karanlık dünya zindanına değil, göklere ve ebedî nûra doğru akıp gitmeli.

Tâ ki hem hâli hem de yolu cennet olsun!

Akıp gitmeli.

Çünkü;

Her şeyde bir akış ve gidiş var. Gidilen yere göre de gidişat var.

Yatan da gidiyor, koşan da. Duran da gidiyor, hareket eden de. Okuyan da yol alıyor, okumayan da. İyilik de akıyor, kötülük de.

Hepsi gidiyor, yol alıyor, akıyor.

Tabiî hiçbiri aynı yere değil. Aynı âleme fakat farklı yerlere.

Dolayısıyla;

Sonra değil, bir meseleyi ele alırken önce sormalı:

Nereye?

Ömrün rotasını belirlerken yine önce sormalı:

Nereye?

Dünyada da ebediyet âleminde de iki sonsuz son durağın doğrusu için yine önce sormalı:

Nereye?

Böylece;

Gidişlerin «nereye» olduğunu tefekkür ve neticesinde de şuur canlanır. Şuur canlı ve yerinde olduğu nisbette de insanoğlu; hayatının gidişâtını doğru ayarlar, düzenler ve güzelleştirir.

Onun için;

Her işte, her meselede, her yerde ve zamanda sormalı:

Nereye?

Gidiş nereye?

Sormazsak;

Gidişat bozulur.

Çünkü;

Gidişin «nereye» olacağı hiç hesap edilmeden, netice bir zerre düşünülmeden ve varılacak yer birazcık bile anlaşılmadan gidişâtı doğru ayarlamak mümkün olmaz.

Çünkü;

Gidişin «nereye» olduğuna bakılmadan çıkılan yolculuk, darmadağınık ve ziyanla dolu bir gidişâtın hüsranına ve eyvâhına toslar.

Aynı şekilde;

«Nereye» gerçeği; tam çözülmeden yapılan eğitim de, okumuş cahiller yetiştirmekten başka işe yaramaz.

«Nereye» denmeden yapılan ticaret de, ancak zalimleri ve mazlumları çoğaltır.

«Nereye» diye sorulmadan yaşanan hayat ise, geçici bir rahatlık gibi görünse de en sonunda insanı sonsuz ve çaresiz bir pişmanlığa mahkûm eder.

Bu sebeple;

Yüce Yaratan, bütün ebediyet yolcularına bu dünyada sormakta:

“Nereye gidiyorsunuz?” (et-Tekvîr, 26)

Bu; gidilen yeri tefekkür ve idrak ettirici olduğu kadar, gidilmemesi gereken yer hakkında da caydırıcı bir ifadedir. Yani bir yönüyle;

«Gittiğiniz yere bakın, ona göre gidin!» alârmı; bir yönüyle de;

«Durun; öyle gafil gafil nereye gidiyorsunuz, uyanın, önünüzde alevli bir cehennem var; sakın oraya gitmeyin!» ikazı.

Ayrıca da;

«Nasıl gidiyorsunuz? Gidişâtınız ne durumda? Ne hazırladınız?» hatırlatması…

Çünkü Cenâb-ı Hak;

«Nereye gidiyorsunuz?» suâlinden önceki âyetlerde ebediyet âleminin ahvâlini ve karşımıza çıkacak gerçekleri bütün açıklılığıyla tasvir ederek vurguluyor:

Güneş dürülüp ışığı kalmadığı zaman…

Yıldızlar düşüp, söndüğü zaman…

Dağlar yürütüldüğü zaman…

Doğurması yaklaşmış develer başıboş bırakıldığı zaman…

Yabanî hayvanlar bir araya toplatıldığı zaman…

Denizler kaynatıldığı zaman…

Canlar bedenlerle birleştirildiği zaman…

Kız çocuğun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü, kendisine sorulduğu zaman…

Amel defterleri açıldığı zaman…

Gök yerinden oynatıldığı zaman…

Cehennem alevlendirildiği zaman…

Cennet yaklaştırıldığı zaman…

İnsanoğlu önceden ne hazırladığını görecektir… (et-Tekvîr, 1-14)

O zaman herkes görecek.

Fakat mesele;

Şimdi görmek.

Şimdi;

Puslu ve sisli bir dünyada;

Doğru ve net görmek.

Çünkü hakikat;

Görmekle açılır. Görmemekle tıkanır.

Görülenler; buna göre, farklı farklıdır. Görenler de.

Görme özellikleri de çok farklı.

Çünkü her şey kafa gözüyle görülmez. Meselâ akıl ve ruh. İnsan kendinde olan aklı ve rûhu bile kafa gözüne göre görememektedir. Fakat onları kafa gözünden daha net görmekte, hem öyle görmektedir ki; ikisine de sımsıkı sarılmakta, bir an bile bırakmak istememektedir. Bu; hisle, canla, idrakle, şuurla gerçekleşen bir görmedir.

Eğer şuur ve idrak âmâ ise, his ve can gözü görmüyorsa; insan önünü bile göremiyor, ebediyet âlemindeki gerçekleri ise hiç göremiyor.

Göremeyince de; «nereye» sorusu tamamen nâfile kalıyor.

Fakat insan, gördüğü ve câzibesine kapıldığı yere ve yöne adım atan bir varlıktır. Onun bu gerçek etrafında iyiliğe veya kötülüğe, güzele veya çirkine, hayra veya şerre, cennete veya cehenneme doğru bitmeyen bir gidişi vardır.

Yönelişlere göre;

Bir göz bakıyor; gidişâtı bulut görüyor.

Bir göz, dert görüyor.

Bir göz, sis.

Bir göz, eğlence.

Bir göz, dalga.

Bir göz, kötülük.

Bir göz, felâket.

Bir göz, fırtına.

Bir göz bakıyor, cehennem.

Bir göz bakıyor; cennet görüyor.

Yani ebediyet âlemi;

Kimine göre lâf ü güzaf.

Kimine yalan, kimine gerçek.

Kimine dert, kimine deva.

Kimine darlık, kimine varlık.

Kimine meçhul, kimine malûm bir mahiyet arz ediyor.

Fakat kendimize sormamız gereken;

«Bize hangisi?» suâli.

Çünkü;

Hangisi olduğu bize bağlı.

Yani idraklerin, «nereye»nin mahiyetini görebilmeleri, kendilerindeki ahvâle bağlı. Nasıl ki renklerin yansıması gözlerin görüp görememesine, renk körü olup olmamasına bağlı ise bu da böyle.

Bu durumda hüner;

Gerçekleri, insanın kendi durumuna göre te’lif etmesi değildir. Yoksa kendi hâli noksan olduğunda, zavallı insan; gerçekleri de Rabbi de noksan zanneder. Kendi âmâ olunca, güneşi de nursuz zanneder. Kendi âciz düşünce, yüce kudreti de âciz zanneder. Bütün ateistlerin temel problemi bu. Zekâ küpü olanları bile akıllarını bu noktada doğru çalıştırmadıkları için inançsızlık girdaplarına kurban düşüyor. Cevabını bulamayan soruları, kendilerindeki acziyet ve cehâlette cevapsız. Kudret ve ilimde hepsi fazlasıyla cevaplı. Tıpkı hastalıklar gibi. Her hastalığın devası, onu bulabilen kimseye, ehline mümkün. Ama ehli olmayan için devasız bir dert. Bulamamak, «yok» anlamında olabilir mi? Asla. Yoksa yeni çıkan hastalıkların çaresini hiç kimse aramazdı. Var ki arıyorlar. Aradıkça da buluyorlar. İnancın, hayatın ve ebediyetin sonsuz hikmetleri de böyle. Yok deyip yatana kapalı. Arayana açık.

İnsanın gerçek hüneri, hikmetleri açabilmek ve ötelere en güzel şekilde geçebilmek. Yoksa bütün hünerler boş! Mevlânâ ne güzel söyler:

“Hazret-i Musa Tur Dağı’nda iken; Sâmirî, gûyâ hüner gösterdi de altından bir buzağı yaptı. Fakat bu hüner onu Allah kapısından kovdurdu.

Kārûn’a sor; kimyadan ne elde etti? Bak; yer onu öyle bir yuttu ki, tâ derinliklerine çekip götürdü.

Ebu’l-hakem denilen Ebû Cehil de, gûyâ hünerli ve akıllı idi. Fakat ne elde etti? Sadece nankörlük! Îmansızlık! Sonunda tepetaklak cehenneme düştü.”

Niye?

Çünkü tefekkürlerinde büyük hakikatler yer almadı. Düşüncelerinde ebediyet âlemi bulunmadı. Kıyâmet ve mahşere uzak yaşadılar. Gözleri de gönülleri de perdeli kaldı. Önlerindeki parıl parıl nûru göremediler; güneş gibi âşikâr hakikatlere âmâ kaldılar.

Baktılar, fakat görmediler.

Gözlerindeki perdeleri yakacak tefekkür alevini de tutuşturamadılar. Tutuşturabilselerdi, içlerinde şüphenin ve inkârın kırıntısı bile kalmazdı. Ölüm ve ötesini okuyabilselerdi, dehşetle ürperir, uyuyamazlardı. Bakın bir fırtınaya, depreme, felâkete yakalanan insanlara! İçlerindeki en inançsızlarında bile zerre kadar münkirlik kalmıyor o an için. Niye? Çünkü idrak, bütün yalanlardan ve perdelerden sıyrılıyor. Hakikati net görüyor.

Bu bakımdan tefekkür malzemesi içinde mutlaka; «kıyâmet-mahşer-ölüm» gerçeği yer almalı. Denge için bu şart. Korkuyla idrâki öldürmek veya inceldiği yerden kopsun diye değil, bilâkis idrâki diriltmek ve kopmayacak hâle getirmek için…

Bir delikanlı, bahs-i îmanda tereddütler içinde kıvranıyordu. Ne anlattımsa kulağına girmedi. Kalbine ulaşmadı. Çünkü sözün çok doğru söylenmesi, tek başına yeterli değildir. Çok haklı olunsa da yetmez. Kalbe yol bulunması lâzım. Kalbe artılar yol bulursa orada artılar yeşermede, eksiler yol bulursa eksiler kök salmada. O bakımdan;

Yapılacak işin doğruluğunu tespit ve uygulama kadar;

Onu tecellîde takip edecek isabetli yolu ve metodu da bulmak gerek. Çünkü bir hastaya en pahalı ilâçlar değil, çok ucuz bile olsa en doğru ilâçlar çare olur.

Ben de bu ölçüye göre sözün tesir gücü kalmayınca;

O delikanlıyı ıssız bir mezarlığa götürdüm. Uzun bir vakit, sessizce Kur’ân okuduk. Döndüğümüzde dilinden vesveseli sorular değil, hikmet dolu cevaplar fışkırıyordu. Aylardır açılmayan idrâki, ardına kadar açılmıştı.

Demek ki, tefekkür ateşini yakarken akıl ve gönül tenceresine neler koyduğumuz çok önemli.

Gerçekten de;

Akıl ve idrak, bir tencereye benzer.

İçinde doğru malzeme varsa, tefekkür ateşi, işe yarar. İnsana kaliteli, olgun ve pişmiş gıdalar hazırlar. Ancak içi boşsa, ya da noksan ve yanlış malzeme ile doluysa; tefekkür ateşi, insana zehir ve belâ hazırlar, üstelik daha aşırısı akıl tenceresini de yakar ve artık bir daha kullanılamayacak hâle getirir.

Îmandan mahrum her akıl, böyle bir tehlikeye muhataptır. Âhiretten uzak her akıl, böyle bir tehlike ile karşı karşıyadır. Doğruluktan ve güzellikten nasipsiz olan her akıl da, aynı tehlikenin hedef tahtasıdır. Bir olandan mahrum göz de, ancak şaşılık belâsına uğramıştır. Her şeyi birbirine karıştırır. Ona demeli ki:

Ey biri iki gören, beşi on gören şaşı,
Kendine de iki de, birinden kopar başı! (Seyrî)

Velhâsıl;

Ecel kılıcından önce insan şaşılıktan kurtulur, nasibini ve hakikatini anlar ve ona göre yaşarsa, gideceği yer cennetten ibaret olur. Hayatını cennete döndürmeye çalışır. Etrafını bereketlendirir.

İşte bunun için her nefes sormalı:

Nereye gidiyoruz?

Nasıl gidiyoruz?