Asrın Hastalığı MÂNEVİYAT BUHRANI

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Dünyaya adaletle nizam vermek gayesindeki Osmanlı’dan sonra dünya siyaset sahnesi, kendi menfaatlerinden başka bir mukaddes tanımayan devletlere kaldı. Bu sömürgeci devletlerin doymak bilmeyen iştihâları, dünyayı hızla yaşanmaz bir hâle getiriyor. Albert Camus, «Cinayetler Asrı» diyordu; kan deryası içinde ateşlerle kavrulan geçtiğimiz asrı tavsif sadedinde.

Bu, aslında; Osmanlı’nın dünya siyaset sahnesinden «tasfiye»siyle meydana gelen bir neticedir… Girdiğimiz asır da bundan farklı bir manzara arz etmiyor. Hattâ onu aşıp geçme istîdâdı gösteriyor. Üstelik, asrın başında ilân edilen son «Haçlı Seferi» ile de işaret edildiği üzere, dünya siyasî gidişatının bu yeni veçhesi, husûsiyle İslâm coğrafyasına münhasır görünüyor.

Bir cahiliyye vasatına inen «Dîn-i Mübîn» ile insanın «en güzel kıvamda» ve «en şerefli varlık» olarak yaratıldığı; «her şeyin onun hizmetine âmâde kılındığı» beyan buyurularak asırlar süren bir saâdet ve barış ikliminin temelleri atılmıştır.

Öyle bir iklim ki…

Hikmet nazarı ile bakış muvâcehesinde, insan önce kendisi ile barışık; içinde bulunduğu cemiyetle barışık; bütün yaratılmışlarla barışık… İnsanları ve diğer yaratılmışları bir merhamet ve şefkat vasatında buluşturan; muâmelâtta adaleti, dürüstlüğü, saygıyı… kısacası güzel ahlâkı esas alan âsûde bir iklim. Bugünün dünyasında bir masal gibi gelen, kurt ile kuzuyu barış içinde bir arada yaşatan böyle bir medeniyet, asırlarca dünyaya hüküm-fermâ olmuştur. O zamana ait çok sayıda seyahatnâme, bu saâdet devirlerinin şahididir.

İnsan, hikmeti gereği; iki zıt kutup olan «âlâ-yı illiyyîn» ile «esfel-i sâfilîn» arasında bir yer tutma istîdâdında yaratılmıştır. Bununla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de;

“O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı…” (el-Mülk, 2) ve;

“Muhakkak siz, mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olunacaksınız…” (Âl-i İmrân, 186) buyuruluyor. Bu imtihan âleminde; rahmeti sonsuz Allah Teâlâ -celle celâlühû- kulunun saâdeti için tutması gereken istikameti, ilk insandan itibaren her cemiyete gönderdiği mübârek elçileri ile tebliğ buyurmuştur. İnsan kendisine beyan buyurulan; «Yüce Hakikatler» karşısındaki rûhî tekâmülüne göre de, en aşağı seviyeden en yücelere kadar irtifâ kazanabilir. Bu cümleden olarak Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur:

“Kim bu dünyanın, mahşer günü için bir ekin tarlası olduğunu bilirse; burada çok eker, orada çok mahsul kaldırır. Her insan bu dünyada bir âhiret çiftçisidir. Bugün burada ne ekerse yarın orada onu biçer. Dünya tarlasından âhirete bolca hayır-hasenat, sâlih ameller götüren kimsenin âhiret harmanında yüzü güler.”1

Dünyamız bugün korkunç bir mâneviyat buhranının pençesinde kıvranıyor. Dünyevî (seküler) cereyanlara kapılan cemiyetlerde, bencilliğe mahkûm olmuş insanlar hazan yaprakları gibi savruluyor… Bu hayat felsefesinin ifade ettiği gibi, «insan, insanın kurdu» olmuş; en vahşî canavarları bile geride bırakan zalimlikler irtikâp ediliyor. Bir süre önce basında yer aldığına göre;

Peru’da, «yağını çıkarıp kozmetik sanayiine satmak üzere» insan öldüren bir şebeke ortaya çıkarılmış;

Dünyada her yıl, milletlerarası organ mafyaları tarafından kaçırıldığı tahmin edilen çocuk sayısı altı milyon;

Nefislerini tatmin etmek için, okullara veya toplu yerlere girerek hedef gözetmeden etrafa yaylım ateşi açan kişiler, onlarca masum kişinin ölümüne sebep oluyorlar…

Ülkemiz de maalesef dünyanın bu umumî ahvâlinden pek de farklı değil. Zaman zaman; «cennetin ayakları altında olduğu» beyan buyurulan anneyi «taammüden öldürme» salgını ortaya çıkabiliyor;

Âdeta «yok etmeye programlanmış» teröristler etrafı harabeye çeviriyor, masum insanları ateşe veriyor, katlediyor;

En yüksek eğitimlerden geçmiş itibarlı, makam-mevki sahipleri, ilim adamları, suç çetelerinin kadrolarında bulunabiliyor;

Gece tenha bir zamanda sokağa çıkmak artık akıl kârı görünmüyor…

Merhum Cemil MERİÇ; bu içtimâî cinnet karşısındaki ıstırabıyla, derûnundan yükselen isyanı şöyle tebârüz ettiriyor:

“Toplum zıvanadan çıkmış, cinayetler cinayetleri kovalıyor. Akıl susmuş ve mefhumlar cehennemî bir raks içinde tepinip duruyor. Aydın dilini yutmuş, namlular konuşuyor. Bir kıyâmetin arefesinde miyiz acaba? Dünyayı şeytan mı yönetiyor?”

Kendisine ve çevresine hikmet nazarı ile bakabilen basîret ve firâset sahibi bir ferdin zihni; ilâhî değerler manzûmesi çerçevesinde hak-hukuk, adalet, hürriyet, vatan-millet-bayrak gibi yüksek değerleri fıtraten idrâk etmekten başka bir yol bulamaz… Sekînet sinen böyle bir ruh; diğergâmlık, ferâgat, şefkat, merhamet, fedâkârlık… gibi içtimâî bünyeyi kuvvetli tutacak ulvî hasletlerle tezyin olur; cemiyetler kargaşa batağına saplanıp kalmaz, saâdet ufuklarına kanatlanır. Yüce hakikatin şuuruna varan insanlar, hadlerini bilirler; şöhret için, kör nefisleri uğruna, bütün dünyayı içindekilerle beraber çiğnemeye, yok etmeye kalkmazlar. Ellerindeki imkânların bir emânet olduğunun şuuru ile onları cemiyetin menfaati ve refahı uğrunda kullanırlar; saâdeti bunda ararlar. Hayatın en yüce gayesinin, Hak dostlarının belirttiği üzere;

“Kesb-i kemâl edip, seyr-i cemâle ermek.” olduğunu bilirler.

“Tabiat boşluk kabul etmez.” denir. Mukaddeslerle doymayan, gülistan olup râyihalar neşretmeyen gönüller virâneye döner; her türlü mübtezelliğe açık olur, ufûnet saçar. İmam Mâlik -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri;

«Hayırla meşgul olmayan kalbin, şerle baş başa kalacağını» beyan buyuruyor. Açlık ve yoksulluğun, insanları gayr-i meşrû yollara sevk ettiği belirtilir. Bu fikir, yanlış değildir şüphesiz. Ancak, daha doğrusu; selîm olmayan, sapık ve süflî düşüncelerin boş midelerden daha ziyade, boş gönüllerde neşv ü nemâ bulacağıdır. Mâneviyâtı sağlam, istikameti doğru bir ferdin yanlış yollara tevessül etmesi beklenemez.

Osmanlı’dan sonra münevverlerimiz, İbn-i Haldun’un ifadesiyle; «Mağlûp hâlet-i rûhiyesine» kapılarak, müphem bir «galipleri taklit» hastalığına tutuldular; asırlarca dünyayı aydınlatan mukaddes değerlerimize sırt çevirdiler. Cemil MERİÇ, bu hâli ifade sadedinde şunları söylüyor:

“Batının muharref hıristiyanlığa tevcih ettiği tenkitleri, kendi dînimiz için de geçerli sandık. Zehirli telkinleri mukavemet kalelerini yok etti. Îmansız ve idealsiz nesiller türettik. Pusuda bekleyen yabancı ideolojiler, setleri yıkılan ırmaklar gibi yayıldılar ülkeye.”

İçtimâî yapıda husûle gelen mâneviyat boşluğu, dünyevî (seküler) zihniyetin maddeci akımları için bir câzibe merkezi oldu. Mânevî değerler horlanarak; nesillerin eğitimi ve kamuoyu teşekkülü, bu esaslara zıt mecrâlara yönlendirilmeye çalışıldı. «Çağdaşlık» adına, âdeta sınırlarla mukayyet olmayan zevkçilik, müstehcenlik, cinsî istismar, «tabularla (dogma) kısıtlanmayan özgürlükler»… gibi nefsî temâyüller öne çıkarıldı.

“Sekülerleşme, insanların mukaddes alanla bağlarını kopararak; onları yalnız kalabalıklara dönüştürmüştür. (…) Bilim ve teknolojinin verilerini, bütüncü bir dünya görüşü içinde yerli yerine oturtamayan seküler insanın elinde, her şey bir ateş topuna dönüşmektedir.”2

Mukaddeslerden uzaklaşan, âhireti bilmeyen, kâinata hikmet nazarı ile bakamayan insanlar için sadece bu dünya için yaşamak vardır. «Ben merkezli» bir hayat görüşünden de, ancak «insanın kurdu» olan insan çıkmaktadır.

«Dünya ve âhireti doğru idrak için gereken; hakikat ve hikmete nazar etmek. Çünkü hikmet, akla aczini kavratır. Akılla kavranmayan sırlar hikmetle çözülür.»3

“(Mânevî sukût) dolayısıyladır ki, asırlarca dünyayı idare eden ve imparatorluğun yıkılışına kadar da bu kabiliyetini yitirmeyen Türk milleti, bugün; Anadolu sınırları içinde bile siyasî istikrarını muhafaza ve kendini idare zorluğu ile karşılaşmıştır. Bunun gibi dünya ile savaş gücünü gösteren, yıkılırken dahî kahramanlık destanları ile tarihî asâlet ve şerefini kurtaran milletimiz, aydın evlâtlarının düşmanca ideolojik mücadelelere tutuşmasıyla felce uğramış; iç ve dış düşmanlarının tamahını çeken bir zaafiyetle kıvrandığını hissetmiştir.”4

Yûnusların, Mevlânâların hayat verdiği bu topraklarda, ondan bî-haber; milletin değerleriyle uyuşmayan, ona ait ne varsa yok edip âdeta bir «kültür devrimi» ile milleti yenilemek isteyen nesiller fezâdan gelmediğine göre, nasıl bir vasat buna sebep olmuştur?.. Elbette bir mânevî sukût, bir mâneviyat buhranından başka ne olabilir?

Basında yer alan bir habere göre;

Bir sanatçı;

“Kendisi altı yaşında iken, bir arkadaşının ölümü üzerine, -hâşâ- bu adaletsizliğe isyan ederek, dinsizliği seçtiğini; eğer bir din seçmesi gerekirse, Budizm’i tercih edebileceğini…” söylüyor. İnsanın istikametini tayin edişinde, hikmet nazarıyla bakabilmenin ne kadar önemli olduğunu gösteren bir örnek…

Bir menkıbede şöyle bildiriliyor:

“Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- acele ile camiye giden bir çocuğa bunun sebebini sorunca, çocuk;

«Ölüm var; âhiret hesabı çok çetin.» cevabını verir.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- çocuktaki bu olgunluk karşısında şefkatle;

«Yavrum, ama sen daha çok küçüksün.» deyince; çocuk aynı olgunlukla şu cevabı verir:

«Dün komşumuzun ölen çocuğu benden de küçüktü.”

Bu cümleden olarak, mâneviyat kuvveti; basîret ve ferâsetin aydınlığında, ibret almayı, ders çıkarmayı ve saâdete götürecek muhakemeyi yapabilmeyi mümkün kılıyor. Bununla ilgili olarak, Hak âşıklarından İbrahim Hakkı Hazretleri, derin bir tevekkülle şöyle söylüyor:

Deme şu niçin şöyle,

Yerincedir ol öyle;

Bak sonuna sabreyle.

Mevlâ görelim neyler,

Neylerse güzel eyler.

Kur’ân-ı Kerim’de selâmete çıkmanın yolu şöyle ifade buyuruluyor:

“Asr’a yemin olsun ki, bütün insanlar gerçekten ziyandadır. Ancak, îman edenler, sâlih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.” (el-Asr, 1-3)

Zamanımızın felâketlerle kavrulan dünyasında, insanlığa sunulabilecek tek kurtuluş yolu; insanın her ânını buna göre tanzim eden, rûhu bu istikamette nakış nakış işleyen İslâm’dır. Diğer semâvî dinler, uğradıkları tahrifatlarla, asrımızın hastalıklarına reçete olma hususiyetlerini kaybetmişlerdir. Nitekim, yakın zamanlardaki Bosna, Kosova ve hâlen devam eden Filistin katliamlarında; bahis mevzuu dinlerin din adamları, sönmeyen haçlı kini ile bizzat bu cinayetlerin teşvikçileri olmuşlardır. Ne yazık ki; bugün misyoner teşkilâtları, kendi dinlerinden ateizme kaçışları önlemek yerine, aynı hâlet-i rûhiye ile İslâm’a karşı savaşı devam ettirmektedirler.

Hakikati seçen bir Amerikalı hanım şunları yazıyor:

“İslâm dîni, sosyal konulardan ekonomiye kadar her şeye hitap ediyordu. İslâm dîninin kendi kompleks yapısının yanında, hayatın içindeki tüm esasları kapsayan engin bir kapasitesi vardı. Varlığına inandığım ve hep aradığım ideal hayat işte buydu.”5

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a;

“Yâ Ali; bir kişinin senin elinle hidâyet bulması; senin için, dünya üzerindeki bütün servetlere sahip olmandan daha hayırlıdır.” buyuruyor. İnsanları, fıtraten aradıkları kurtuluş ışığından mahrum bırakmak için çalışanlara, ne yazık! Onların bu hakikatle buluşmaları için gayret gösterenlere, ne mutlu!

____________

1 Osman Nûri TOPBAŞ, Yüzakı Dergisi, sa: 58.

2 Nazif GÜRDOĞAN, Yeni Şafak Gazetesi, 10/01/2007.

3 Osman Nûri TOPBAŞ. a.g.d.

4 Prof. Dr. Osman TURAN, Türkiye’de Siyasî Buhran, Turan Neş. Yurdu, İst, 1969, s. 113.

5 Najla Tammy İLHAN, Teksas’tan Hakikate Yolculuk, Timaş Yay., İst. 2008, s. 124.