Âhiret Eşiğinde Hazret-i Peygamber’in MÜBÂREK GÖZYAŞLARI*

SEYRÎ (M. Ali EŞMELİ)

Fazla yaş dökmeyi tembîh ederek,
«Öldürür kalbi» deyip, çok gülmek,

Az güler sâdece çok ağlardı,
O bulut, âb-ı hayat çağlardı.

İçli her dert O’nu nemlendirdi,
Gözü, yıldızları imrendirdi.

Öyle inciydi ki şebnem şebnem,
Süzülürken O’na hayrandı irem…

Kapışırlardı akan damlaları,
Havz-ı Kevser’di O’nun göz pınarı.

O’nda meknûz idi sabrın huzuru,
O’nda parlardı sebâtın nûru…

{
Bir haber, Amca Ebû Tâlib ile,
Mekke müşrikleri gönderdi Gül’e:

«–Yâ Muhammed, edelim biz de aman,
Sen de vazgeç şu garip dâvândan!»

Dedi Ahmed, üzülüp amcasına:
«–Amca, vallâhi Hudâ emri bana,

Sola bir ay, sağa bin bir güneşi,
Koysalar ben yine aslā bu işi,

Hiç bırakmam, bilesin ey amca,
Gitme münkir kişinin aklınca!

Dîni tebliğ bu, vazîfem her dem,
Emr-i Hak’tan, ölürüm vazgeçmem!

Elbet Allâh onu dünyâya yayar,
Buna gündüz-gece îmânım var!»

Bu yanık sözlerinin ardından,
Taştı gözyaşları, hicrâna lisan.

Bir hüzün sardı Ebû Tâlib’i de,
Merhamet vardı tabî kalbinde;

Dedi: «–Ömrüm boyu olsun ki kasem,
Seni müşriklere teslîm etmem!

Çekme ey kardeşimin oğlu, çile,
Söz Sen’in, Sen ne dilersen söyle!» 1

Can Muhammed de açıktan açığa,
Nurla tâc eyledi Kur’ân’ı çağa.

Dâimâ hisle okurken cânı,
Hisle dinlerdi Nebî Kur’ân’ı.

{
İbn-i Mes’ud yaşayıp nakletti:
“Bir defâsında Nebî emretti:

«–Bana Kur’ân oku ey Abdullah!»
Ben de şaştım bu emirden nâgâh.

Ve dedim: «–İndi bu Kur’an ki size,
Size âyet okumak var mı bize?»

Pür tebessüm, dedi Canlar Cânı:
«–Bana nâzil olunan Kur’ân’ı,

Başkasından da evet, dinlemeyi,
Severim ben, okunurken o iyi.»

Başladım ben de Nisâ Sûresi’ne,
Tâ ki geldim şu kelâm behresine:
فَكَيْفَ اِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ اُمَّةٍ بِشَهٖ۪يدٍ
وَجِئْنَا بِكَ عَلٰى هٰؤُلَاءِ شَهٖ۪يدًا

«Getirip şâhidi her ümmetten,
Sen de hem onlara bir şâhitken,

O zaman hâlleri bir bak ne olur!»”2
İşte tam burda o Server, dedi: «–Dur!»

Dedi: «–Kâfî bu kadar!» Baktım ki,
Gözlerinden akarak yaş sanki,

İnci hâlinde dökülmekte o an!..”3
Böyle içliydi Mübârek Cânân.

Ne zaman etse tilâvet O Nebî,
Titrer ağlardı mübârek kalbi.

{
Nâzil olmuştu Hudâ’dan şu kelâm:
Yâni Kur’ân-ı Kerim’den şu meram:
ف۪ٖى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ
رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلاً
سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

“Rabbimiz! Yer de semâlar da hasen,
Boşa halk eylemedin bunları Sen!

Boş sıfattan da münezzehsin evet,
Bizi Sen nâr-ı azaptan hıfzet!”4

Bunu Ahmed, o kadar çok okudu,
Yüce mânâda tefekkür dokudu.

Tâ bu âyetle gönül dağladı O,
Tâ sabah vaktine dek ağladı O.

{
Ağlatan sır, yüce mânâsı idi,
Ağlatan sır, gül-i rânâsı idi.

Ağlatan sır, ezelî bir tuğrâ,
Ağlatan sır, ebedî sır, zîrâ;

Yüce Kur’ân doludur hikmetle,
Bir niyaz örneği âyet şöyle:

اِنْ تُعَذِّبْهُمْ فَاِنَّهُمْ عِبَادُكَ وَاِنْ تَغْفِرْ لَهُمْ
فَاِنَّكَ اَنْتَ الْعَزٖ۪يزُ الْحَكٖ۪يمُ

«Sen eğer onlara eylersen azâb,
Kullarındır Sen’in onlar, yâ Rab!

Tâ bağışlarsan eğer onları Sen,
Hem Hakim, hem de Aziz’sin zâten!»5

Ne vakit, Şanlı Nebî bilhassa,
Bu veciz âyeti dil dil okusa,

Öyle bir hislenerek ağlardı,
Seyreden ins ü melek, ağlardı.

{
Çekiyor insanı candan aşka,
Kalb-i Ahmed’deki şefkat başka:

Kızı Zeynep Ananın gül bebeği,

Ölmek üzreydi o gönlün peteği.
Tatlı yavruydu, henüz çok da küçük,
Nefes almakta çekerken güçlük;

Basarak bağra Muhammed Muhtâr,
Üzülüp döktü gözünden yaşlar.

Sordu ashâbı; «–Ne hâldir bu?» diye,
Dedi Ahmed: «–Bu büyük bir pâye,

Merhamet hissi bu, her kalbe hüner,
Kimi sevmişse Hudâ, lutfeyler!

İki dünyâda da zâten, ancak,
Merhamet ehlinedir rahmet-i Hak!»6

Böyle müşfikti o Dînin Senedi,
Gönlü gökler gibi şefkatliydi.
{

Tam Tebük sonrası evlâd-ı halîm,
Hastalanmıştı güzel İbrâhim.

Ve vefât eyledi, hûn oldu hüzün,
İç çekip Hazret-i Peygamber o gün.

Pür elem, ağladı sessiz sessiz,
Merhamettendi bu yaşlar, ne temiz!

Dedi hicranla o Mânâ-yı Ömür:
«–Göz bu, ağlar ve dahî kalp üzülür!

Söyleriz sâdece bir söz ki o da,
Hak rızâsınca olur doğru sadâ.

Şimdi ey yavrucuğum, İbrahîm,
Hüzne garkoldu firâkınla içim!»7

Ağlatan sır, güle bir vurguydu,
Ağlatan sır, yüce bir duyguydu.

Yüce hislerdi bütün ahvâli,
Can Muhammed’di vefâ timsâli.

{
Dost Ebû Tâlib’in îmanla dolu,
Vardı bir zevcesi, ihsanla dolu.

Huyu huy, Fâtıma Hâtun’du adı,
O da hicret ederek nurlandı.

Gönlü sâlihti, fazîletliydi,
Nûr-i İslâm ile izzetliydi.

Sıkça uğrardı Nebî, hânesine,8
Derdi «annem» Ali’nin annesine.

O vefât ettiğin gün, Peygamber,
«Öldü annem!» diyerek çekti keder!

Gözlerinden nice yaşlar aktı,
İnciden aktı, sudan berraktı.

Neylesin, haktı, Hudâ tâyîni,
Bir kefen yaptı Nebî, gömleğini,

Kendi kıldırdı namaz, hem bir de,
Gömmeden, yattı biraz kabrinde,

Dedi âhir, buna dâir sorana:
«–Tâ Ebû Tâlib’in ardınca bana,

Bu kadından daha efzûn iyilik,
Eyleyen yoktu, o olmuştu şefik.

Ona esvâbımı ettim ki kefen,
Cennet esvâbı verilsin gökten.

Ve onun kabrine yattım ki biraz,
Şu soğuk yerde ısınsın içi az!

Pek tabî, rıhleti, gönlümde yara,
Çünkü annemdi, anamdan sonra.

O ki, evlâdı ve açken kendi,
Beni ilkin doyurup süslerdi.

Tarayıp gül yağı serper başıma,
Şefkat eylerdi o müşfik sîmâ.

O kadın, hâsılı annemdi benim.»
Bu yanık sözleri ardınca Kerîm,

Etti cân anne için şöyle nidâ:
«–Seni affeyleye Allâh, ebedâ,

Her mükâfâtı verip Rabb-i Rahîm,
Rahmet etsin sana ey anneciğim!

Sen anamdın, öz anamdan sonra,
Açarak kol, ebedî bir kâra;

Giydirirdin beni, sen giymezdin,
Doyururdun beni, açken kendin.

En leziz nîmeti, en önce bana,
Hep verirdin yine kalmazdı sana.

Hak rızâsıydı bütün maksûdun,
Âhiret yurdunu, candan umdun…»9

İşte Ahmed’deki mânâlı vefâ,
Ebedî varlığı, bambaşka safâ.

Herkesin hâline şefkatti özü,
Ümmetin derdine ağlardı gözü.

{
Kâh rukû, secdede, mü’min kullar,
Tam namazdaydı ki… Birden hunhar,

Ve de zâlim o rezil müşrikler,
Kötü vicdanları hançer hançer,

Bastı, vahşîce hücûm etti, o dem,
Kırdı, katletti Huzâ halkını; hem,

Sığınanlar bile beytullâha,
Öldürülmüştü, bakın eyvâha!

Katliâm öyle amansızdı, aman!
Kurtulan kalmadı nerdeyse o an.

Hak Nebî, duydu bu meş’um haberi,
O kadar yandı ki dilhun ciğeri,

Acı hicranla gönül dağladı O,
Âdetâ hıçkırarak ağladı O.

Gözlerinden süzülürken hüznü,
Taştı, ıslattı akan yaş, yüzünü…10

Hak Nebî, ümmetinin derdiyle,
Gece-gündüz ne kadar çekti çile.

Gazveden gazveye koşturması da,
Yediden yetmişe coşturması da,

Yüce ashâbına rahmetti bütün,
Ömrü boş geçmedi aslā bir gün…

Kendi mescidde ve minberdeydi,
Gözü tâ Mûte’de, her yerdeydi.

Âdetâ harbe katılmışça o gün,
Savaşın seyrini aktardı bütün.

Verdi ashâbına her hâli haber,
Baktı, anlattı o Hak Peygamber:

«–İşte Zeyd aldı hemen sancağı, tan,
Canla çarpıştı, şehîd oldu şu an.

Şimdi Câfer’de mübârek sancak,
O dahî oldu şehid, çarpışarak!

Şimdi din sancağı Abdullah’da,
Kahraman hâlde şehid düştü o da.»

Üç mübârek şühedânın hâli,
Üzdü, yaş döktü Nebî’den hayli.

Yeniden baktı savaş meydanına,
Dedi: «–Rahmet ve inâyet bu yana,

Yine din sancağı başlar tâcı,
Tuttu kaldırdı bir Allah kılıcı…

Verdi Rabbim yine İslâm’a zafer!»11
Coştu, şükretti büyük Peygamber…

Vezni: feilâtün / feilâtün / feilün
(fâilâtün) (fa’lün)

1 İbn-i Hişâm, I, 276-278; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 96-97.
2 en-Nisâ, 41.
3 Buhârî, Tefsîr, 4/9; Müslim, Müsâfirîn, 247.
4 Âl-i İmrân, 191.
5 el-Mâide, 118.
6 Buhârî, Cenâiz 33, Eymân 9, Merdâ 9; Müslim, Cenâiz 9, 11.
7 Buhârî, Cenâiz, 44; İbn-i Sa’d, I, 138.
8 İbn-i Sa’d, VIII, 222.
9 Hâkim, III, 116-117; Heysemî, IX, 256-257; Ya’kûbî, II, 14.
10 İbn-i Hişâm, IV, 4/ IV, 11/ IV, 12; Beyhakî, Delâil, V, 6; Vâkıdî, II, 783/784-785.
11 Bkz. Buhârî, Meğâzî, 44; Ahmed, V, 299; III, 113; İbn-i Hişâm, III, 433-436; Vâkıdî, II, 762; İbn-i Sa’d, III, 46, 530; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 237.