«YİYİNİZ, İÇİNİZ; İSRAF ETMEYİNİZ!»

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Yarım asır öncesine gidelim, devrin büyüklerinin nasıl yaşadığını, neler söylediğini hatırlamaya çalışalım.

Ziynet Teyze anlatıyor:

Bir yemek davetindeyiz, ev sahibi babama biraz daha baklava yemesi için ısrar etti. Babam;

“Yediğim miktar bana yeter, Peygamber Efendimiz buyurmuşlardır ki;

«Dünyadan insanların doyasıya çok yiyenlerinin açlığı, kıyâmet günü en uzun olacaktır. Her iştihâ duyduğunu yemen israftandır.» Biz;

«Yiyiniz, içiniz; israf etmeyiniz.» âyetini de yanlış anlıyoruz. Sadece yemekleri ve hiçbir şeyi atmayın, anlamında düşünmeyelim. Tıka basa yemek de israftır. Midenizi yorarsınız.” dedi.

Ziynet Teyze, 93 yaşına kadar sağlıklı yaşadı. Evinin temizlik dâhil bütün işlerini kendi yapar, Ramazan’da orucunu tutardı. Evinde doğalgazı yoktu, evlâtları olduğu hâlde kimseyi rahatsız etmek istemez, maaşıyla şikâyet etmeden geçinmeye çalışırdı.

Annem, kırk beş yaşında hastalanıp doktora gittiğinde; doktor, safra kesesinin hasta olduğunu söylemiş. Uzun bir liste yazarak perhiz yapması gerektiğini, dikkat etmezse, ameliyat edileceğini söylemişti. O günden sonra doktorun dediklerine uymuştu. Büyüklerinden duyduğu;

“Hastalığın evi midedir. Tedavinin özü perhizdir.” tavsiyesine riâyet ederdi. Bir ara tansiyonu yükselmişti. Akrabamız olan genç bir doktor;

“Ekmeği bile tuzsuz yiyerek dikkat edelim. Zaten perhiz yapıp dikkat ediyorsunuz. İlâca hemen başlamayalım.” demişti. Dikkat ederek, ölünceye kadar tansiyon ilâcı kullanmadan yaşadı.

Mide üç bölümdür; üçte birinin yemekler, üçte birinin su, üçte birinin de havayla doldurulacağını büyüklerinden duymuştu. Örnekleri çoğaltabiliriz. O devrin insanlarının Peygamber Efendimiz’in beslenme konusundaki emirlerine uyduğunu görüyoruz. Allah dostlarının tek çeşit yemek yiyerek safra dengesini koruduklarını biliyoruz.

«Devrimizin hastalıkları o devirlerde var mıydı?» diyenlere, sağlıklı yaşayan büyüklerinin hayatını anlatırlardı. Çocukluk günlerime dönerek, devrimizin yemek alışkanlıklarını mukayese edelim. Devrin annelerinin üşenmeden ev halkını nasıl beslediklerini hatırlayalım.

Yaz biterken evlerde bir telâşe başlamıştır. Mevsim meyvelerinden reçeller, şuruplar yapılır. Vişne şurubu, gül şurubu, koruk şurubu ve yörelere göre diğer meyvelerden yapılan şuruplar… Aradan yıllar geçer; artık, şuruplar şişelerde ve kutulardadır. Çocuklar; hazır olanları evde yapılanlara tercih ederken, anneler şurup yapma zahmetinden kurtulmuştur. Evde yapılan daha ucuz olduğu hâlde hazır olanlar, anneler için bir kurtuluş olmuştur.

Komşumuzun kapıcısı; zor geçindiğini söylerken, çocukların hazır reçel sevdiğini anlatıyordu, Bir kavanoz reçele ödediği meblâğ ile üç kavanoz reçel yapabileceğini, isterse reçelin nasıl yapılacağını tarif edebileceğimi söylerken, tadına bakması için yaptığım reçellerden vermiştim. Nasıl yapılacağını sormaya lüzum görmedi.

Belediyenin erzak yardımını alanlardan bazılarının fasulye ve nohudu bakkala verip, kolay olsun diye; sucuk, salam, meyve suyu alma hikâyelerini tanıdık bakkallardan dinliyoruz.

Yalnız reçel ve şurup yapılmazdı. Tarhana, salça, nişasta evde yapılır; biber, patlıcan ve bamya iplere dizilerek evde kurutulurdu.

Çocukluğumuzda neler yiyip içerdik? Her yörenin kendine has yiyecekleri ve içecekleri vardır. Benim çocukluğum Elazığ’da geçti. Babam Harputlu, annem İstanbullu olduğu için beslenmemde iki şehrin alışkanlıklarının rolü olmuştur.

Kış geceleri, komşu ve akrabaların toplanarak sohbet ettiği güzel zamanlardır. Pişirilen salebin mis gibi kokusunu hâlâ hatırlarım. Üstüne bolca tarçın ve zencefil dökülürdü. Biz çocuklar, acı olduğu için zencefili sevmesek de sesimizi çıkaramazdık. Gece ikramında mevsim meyveleri, ceviz, üzüm ve dut kurusu, cevizli sucuk, leblebi yer alırdı. Karla pekmezi karıştırarak yapılan karlamanın tadına doyulmazdı. Kahve evde kavrulur, içine kakule konarak değirmende çekilirdi. Yapılan böreklerin, çöreklerin üstüne çörekotu serpilirdi. Kurabiyeler evde yapılır, bayatlamasınlar diye kutulara doldurulurdu. Sobanın üzerinde kestaneler kızartılır, mangalın kenarında ıhlamur ibriği devamlı dururdu. Çedene kahvesi de sevdiğim içeceklerin arasındaydı. Anlatması günlerce sürecek olan birbirinden güzel yiyecekler ve hâtıralar. Yapılan işler, günümüz annelerine anlatıldığı zaman onlara zor gelmektedir. Savunmaları; «Şimdi yaşadığımız hayat çok yorucu, vakit az, hazır almaya mecburuz!» olmaktadır. O devir annelerinin işi çok mu kolaydı?

Yemeklerin gaz ocağında veya odunda piştiği, ütülerin kömürle yapıldığı, yerlerin fırçalanarak temizlendiği, kömür ve odun sobalarının yakıldığı; elektrik süpürgelerinin, buzdolaplarının, deterjanların olmadığı devirlerdi. Zorlukların içinde sabırla, duayla, güler yüzle, ibâdetle yaşayan anneler… Aradan geçen yıllar içinde bütün rahatlıklar anneler içindi.

Biz büyükler, geçmişte yaşanan güzellikleri anlatırken onlar sessizce dinliyor, her geçen gün biraz daha hazır yiyecek ve içeceklere yöneliyorlardı. Çocuklara ve gençlere verilen harçlıkların oranı her geçen gün artıyordu:

«Aman evlâdım, kantine inip kahvaltı yapmayı ihmal etme!» Cipslerle, hamburgerlerle, katkılı içeceklerle yapılan kahvaltılar, öğle yemekleri… Savunma; annelerin vakti yok şeklinde fakat diziler, kadın programları, son çıkan romanlar gündemdeydi. Konuşma konuları arasındaydı.

Muhafazakâr diye kendilerini tanımlayan bir hanım grubuyla sohbet ederken, son okudukları kitabı sordum. Koro hâlinde Elif ŞAFAK’ın Aşk adlı romanını söylediler. Hepsi çok beğenmişti. Romanın kahramanı Şems olunca sormadan edemedim;

“Romanın dışında Şems ile ilgili bir kitap okudunuz mu, araştırma yaptınız mı?” diye. Ben sorunca hayretle yüzüme baktılar. Ne gerek var, romandan öğrenmişlerdi.

Ya yazılanlar yazarın yorumu ise, uygun bölümler yoksa, inanmakla vebal altında kalmaz mısınız? dediğimde, şaşırmışlardı. Haksız da sayılmazlardı. Gazetelerde, dergilerde, televizyonlarda kitabı dikkatle okuyup, düşüncelerini anlatan ilim adamlarımız, yazarlarımız olmamıştı veya cesaret edememişlerdi.

Tuğrul İNANÇER’in dikkatli yorumu, internette gözlerden kaçmıştı. Şems’in hayatını, roman kahramanı olarak yazmak, cesaret ister. «Ben böyle düşündüm.» diyerek kaçamak cevaplar vermek olmaz. «Çok beğendim.» diyenlere bir cevabım olmalı, diye düşündüm ve kitabı istemesem de okumayı sorumluluk olarak kabul ettim. Gelecek sayıda düşüncelerimi paylaşacağım.

Zaman ilerlerken hastalıklar artmaya başladı. Görülmemiş hastalıklar yaş sınırı tanımadan ilerliyordu. Çocuklarda ve gençlerde şişmanlığın önü alınamıyordu. Meşhur doktorlar;

“Anneanneleriniz gibi beslenin.” demeye başladılar. Programlarda heyecanla konuşarak ikna etmeye çalışıyorlardı. Çocukluğumuzda içtiğimiz salep, üzerine serpilen zencefil ve tarçın olmazsa olmazların içindeydi. «Günde bir kakule veya karanfil çiğneyin, mikropları öldürür.» diyorlardı. Katkı maddeli hazır yiyecek ve içeceklerin zararı anlatılıyordu. Çöreklere, pidelere serpilen çörekotunun faydaları sıralanıyordu.

Bir devirde kullanılan katı yağların yerini zeytinyağı almıştı. Fazla olmamak şartıyla yenilen yumurta ve tereyağı masum yiyecekler arasındaydı. Ceviz, fındık, pekmez, kuru üzüm, keçiboynuzu moda yiyecekler arasında yer alıyordu. Anadolu’da yenilen esmer bulgur, kepekli un, tarhana liste başında yer alıyordu. Listemizi genişletebiliriz. Anneler bizi dikkatle dinlemediler, doktorlar konuşunca tehlikeyi sezmeye başladılar.

Yeni bir modanın peşindeydiler. Kabul günlerinde birbirleriyle yarışırcasına yapılan yiyecekleri tıka basa yiyor ve soluğu diyetisyende alıyorlardı. Doktorların;

“Sofralarınızdan çok çeşidi kaldırmaya çalışın!” uyarısı onları etkilemiyordu. Biraz yorulunca;

“Evde misafir ağırlamak zor, ev dışında buluşalım.” demeye başladılar.

Sonuç;

Büyüklerin hayatı, hâtıraları, öğütleri… doktorlar söyleyince kıymetli olmaya başladı.

«Haklısınız!» diyemediler, çünkü onlar hayatta değillerdi.

Reçel yapmayı, meyve suyu yapmayı, sağlıklı ve az masraflı yiyecekler hazırlamayı dar gelirli ailelere öğretmek mecburiyetindeyiz. Belediyeler, vakıflar; el becerileri kurslarına gelen annelere mecburî âdâb-ı muâşeret, masrafsız ve faydalı yemekler yapmanın yolunu öğretmeli, yardım ettikleri aileleri her konuda eğitme yollarını aramalıdır.

Büyükler;

“Can boğazdan gelir, can boğazdan gider.” demişler…