Hastalığın Sevimli Yüzü ŞİİRİMİZDEKİ HASTALIK

Gülşen-i Efkâr

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@yuzaki.com

Sıhhat, -Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in buyurduğu gibi- sahip olduğumuz zamanlarda kıymetini bilmediğimiz büyük bir nimettir. Maalesef çoğu zaman onun değerini bir yerimiz ağrıyıp sızladığı zaman anlarız. Anlamamak mümkün mü? En küçük bir baş ağrısı dahî neşemizi kaçırıp bizi muattal hâle getirir ve yapmamız gereken işlerin yüzüstü kalmasına sebep olur. Kısa bir müddet süren soğuk algınlığından kurtulmak bile bize ne büyük bir mutluluk yaşatır. Adına nekāhet denilen bu duygu hakkında Yahya Kemal’in şu tespiti ne kadar yerindedir:

His var mı bu âlemde nekāhet gibi tatlı?
Gönlüm bu sevincin helecânıyle kanatlı!

Hastalık, Farsça «yorgun, mecrûh, yaralı» anlamındaki «haste» kelimesiyle Türkçe «lık» ekinin bir araya gelmesiyle oluşmuş bir kelimedir. Asıl mânâsıyla paralel olarak hastalık, bilhassa müzmin olanı; kulağımızın ve kalbimizin nâhoş bulduğu bir kelimedir. Hastanelerdeki ilâç kokusu, ıstırap içinde kıvranan hastaların acı inleyişleri ve elimizden hiçbir şey gelmediği için çaresizlik içinde müşâhede ettiğimiz teessür verici manzaralar; kulak ve kalbimizin bu kelimeye karşı nefretini açıklamaya yeter.

Ancak biz bu yazımızda hastalığın bu nâhoş ve istenmeyen yönlerinden değil de, bir parça sevimli olan yönlerinden ve hastalıklarını ısrarla sürdürmek isteyen, acı çekmekten zevk alan hastalardan bahsedeceğiz. Evet, aşk hastalarını kastediyoruz. Öyle ki, bunlar kendilerini tedavi etmeye çalışan hekimleriyle bile ince ince istihzâ ederler. Aynı vezin ve kāfiyedeki iki ayrı gazelinde Fuzûlî aşağıdaki beyitleri söyler:

Derd-i aşkım def‘ine zahmet çeker dâim tabîb
Şükr kim olmuş ona zahmet bana râhat nasîb

Mustaribdür çâre-i derdimde veh kim bilmeyüp
Bir devâsız derde uğratmış özün miskin tabîb!

Öyle ya! Aşk derdine giriftâr olanın bu dertten kurtulması mümkün mü? O, büyük bir zevk ve rahat içerisinde nasibi olan bu derdi çeker, Rabbine şükreder. Doktor ise tedavi kabul etmeyen bu marazı iyileştireyim diye zahmet çeker durur. Hâlbuki onun aşk derdine çare bulmak için yırtınıp durması beyhûdedir. Asıl devasız dert işte budur!

Fuzûlî’nin, hekime hitâben «ey hakîm!» redifli bir gazeli de vardır. Ondan da bazı beyitler okuyalım:

Gel benim tedbîr-i beyhûdemde sen bir sa‘y kıl!
Kim olam bu derde artıkrak giriftâr ey hakîm!

Şair, hekimin kendisini tedavi etmek için göstereceği çabaların boşa gideceğini biliyor. Ancak yine de ona böyle bu çaba içerisine girmesi için ricada bulunuyor. Çünkü bu takdirde çok büyük haz aldığı aşk derdine daha fazla tutulacağını düşünüyor. Tabiî bu mısralarla tıbbın aşk derdi karşısındaki çaresizliğine de istihzâlı bir göndermede bulunuyor. Nitekim bir sonraki beyitte örtülü olan bu istihzâyı açığa vuruyor:

Çekmeyince çâre-î derdimde zahmet bilmedin
Kim olur dermân-ı derd-î aşk düşvâr ey hakîm!

Evet, hekim aşk konusuna o kadar yabancı ki şairin derdine çare üretmek için zahmet çekmeden bu derde derman bulmanın zorluğunu bilememiştir.

Hakîm kelimesi, aslında «hikmet sahibi kimse», yani filozof demektir. Eskiden hekimler, ekseriyetle felsefe mezhebine sâlik kimselerden olduğundan, filozoflar da âhiret hayatını veya en azından cismânî anlamda haşrı reddettiğinden şair onlara da çatmadan edemiyor:

Gör ten-i üryân ile ahvâlimi hicran günü
Vâr imiş rûz-ı kıyâmet kılma inkâr ey hakîm!

Sevgilisinden ayrılmış âşığın üstünü başını yırtarak üryan bir şekilde sergilediği çılgınlıklar kıyâmetin varlığının en açık delili değil midir? Bilgi kaynağı olarak aklı seçmiş olan, her şeyi akılla ölçen felsefeci hekimin, şairin ayrılık acısıyla yaptığı bu davranışları gördükçe ibret alıp kıyaslamalar yaparak kıyâmetin kopmasının da aklen mümkün olduğu neticesini çıkarması gerekmez mi?

Şair, önceki beyitlerde ince bir istihzâ ile karışık târizle dile getirdiği aşk derdinin devasızlığı hakikatini son beyitte kat‘î bir dille ifade ediyor:

Renc çekme sıhhat ümmîdin Fuzûlî’den götür
Kim kabûl-i sıhhat etmez böyle bîmâr ey hakîm!

renc: Sıkıntı, zahmet. bîmâr: Hasta.

Hekim, Fuzûlî’nin sıhhat bulacağından artık ümit kesip bu yönde çaba sarf etmekten vazgeçmelidir. Çünkü böyle bir hasta sıhhat bulmaz. Zaten tutulduğu bu hastalıktan haz almakta, bunun artmasını istemektedir.

Aşk bir hastalıktır, ama ona tutulanların işte bu şekilde haz aldığı ve asla kurtulmak istemediği bir hastalıktır. Aşk hastalığının âhından mahrum kalmanın nelere mâl olacağını 19. asır şairlerimizden Hersekli Ârif Hikmet Bey şöyle dile getirir:

O diller kim olur sırr-ı safâ-yı âhdan hâlî
Kalırlar tâ be-mahşer neşve-i dilhâhdan hâlî

dil: Gönül. sırr-ı safâ-yı âh: Âhın temizliğinin sırrı. hâlî: Uzak, mahrum. tâ be-mahşer: Mahşere dek. neşve-i dilhâh: Gönlün arzu ettiği coşku.

Evet, aşk derdiyle çekilen âhın saf, temiz sırrından mahrum olan gönüller mahşere kadar gönlün arzu ettiği coşkudan mahrum kalırlar.

Şairin ifadesi «tâ be-mahşer / mahşere dek mahrum kalırlar» şeklinde ama kastettiği mahşer de dâhil olmak üzere ebediyen mahrum kalacaklarıdır. Yani burada eskilerin tabiriyle gaye mugayyâya dâhildir. Kullanılan ifadede dünyada söz konusu olan mahrumiyetin son sınırının mahşer olduğu anlaşılıyorsa da, gerçekte sınır olarak belirtilmiş olan mahşerde de mahrumiyet geçerliliğini koruyacaktır. Çünkü dünyada olmayan ukbâda da yoktur.

Bir âşık için coşkudan yoksun kalmaktan büyük mahrumiyet var mıdır? Hattâ âşık değil, alelâde bir insan bile coşkusuz yaşamak istemez. Çünkü yaşama isteği ve huzurun en mühim kaynağı coşkudur. Daha doğrusu zaten yaşamak, heyecan ve coşku duymaktır.

Coşkuyla geçen zamandır ancak yaşanan
Bin yıl heyecansız yaşamaktan ne çıkar?

(Hârun)

Ancak hayatı hakikî bir coşkunlukla yaşayanlar, gönüllerinde aşk derdinin âhını bir ateş gibi hissedenlerdir. Bakınız bunlardan biri olan Ârif Hikmet Bey, bu âhın sayesinde edindiği irfanından nasıl hikmetler sızdırıyor:

Ne dünyâ var, ne ukbâ var, ne fikr-i câh var dilde
Gam-ı sevdâ-yı esrâr-ı cemâlullāh var dilde

Diğer-gûn-ı cünûn olsa n’ola ahvâli uşşâkın
Ciğerde nâr-i hasret, serde âteş, âh var dilde

fikr-i câh: Makam-mevki düşüncesi. dil: Gönül. gam-ı sevdâ-yı esrâr-ı cemâlullah: Allâh’ın cemâl sırlarına erişme sevdasının derdi. diğer-gûn-ı cünûn: Çılgınlıkla karışmış. uşşâk: Âşıklar. nâr-i hasret: Hasret ateşi.

Yaşamak coşku ve heyecan duymak olduğuna göre herkes hayatta mutlaka bir şeylerin derdini çeker. «Dünyada hiçbir kaygım yoktur!» diyen yalan söyler. Bu sebeple Ârif Hikmet Bey, Muallim Nâci merhumu tanzîr ettiği bir gazelinde bulunan şu beytinde çok isabetli bir tesbitte bulunmuştur:

Safâ-pezîr-i rehâ var mı kayd-ı mihnetten
Bu hâkdân-ı fenâ dâr-ı imtihân olalı

safâ-pezîr-i rehâ: Kurtuluş neşesinin kabulü. kayd-ı mihnet: Kaygı prangası, bağı. hâkdân-ı fenâ: Fânî dünya. dâr-ı imtihan: İmtihan yurdu.

Evet, bir gün yok olup gidecek olan bu yerküre, imtihan yurdu olduğundan beri bir şeyleri elde etme kaygısına düşmekten kimse kurtulamamıştır. Önemli olan kaygı çekmeye değer şeylerin kaygısını çekmektir. Ne mutlu öyle kimselere!