YALNIZLIK…

Gakgoş’un Köşesi

Hadi ÖNAL hadional@mynet.com

Şiirlere konu olan, roman anlatımlarında sayfalar tutan yalnızlık; acıyı döşek, hüznü yorgan yapıp içine girmek ve bir türlü uyuyamamak mı yoksa göz açıkken görülen renksiz, şekilsiz bir rüya mıdır? Sevgiye hasret çekmek desek… Aşksız yaşamanın, özlemenin, sevilmemenin, sıkıca sarılamamanın verdiği burukluğa karşı rûhumuzun sessiz isyanı olarak tanımlasak yalnızlığı… Yalnızlık, ben merkezli isteklerimizin karşılanmayışına karşı hayata küsmek midir? Peki; yalnızlık, insanın kendisine kendisi için ayırdığı zaman dilimindeki ruh muhasebesi olamaz mı? Hani ben kendimim, demek için…

Sahi nedir yalnızlık?

İsterseniz gelin yalnızlığa, özenle büyütülen umut kaybının verdiği acı diyelim. Böylesi bir teşhis doğru olur mu? Şimdi bana; «Hastalık mı ki teşhis koyuyorsun?» diyenleriniz olacak. Peki, hastalık değil de nedir yalnızlık? Korku mu? Şüphe mi? Rûhî bir boşluğa yuvarlanmak mı? Kaçış mı gerçeklerden, yoksa tam aksine gerçeği bulmak için kapanmak mı iç dünyamıza? Yalnızlık sözlüklerin yazdığı gibi yalnız olma hâli midir? Öyle ise kalabalıklar içerisinde iken insanın kendisini bir başına hissetmesini neresine yerleştireceğiz bu tanımın? Yüreğinin sesini duymak için insanın iç dünyasına yönelmesi de bir bakıma yalnızlık değil midir? İnsanın başını koyup ağlayacak bir omuz bulamayışının verdiği çaresizlik dersek eksik mi yorumlamış oluruz yalnızlığı? Kendimiz mi seçeriz bu yürek yangınında kavrulmayı yoksa şartlar mı zorlar böylesi yangınlara bizi? Yalnızlığı yalnız kalmaktan korkmak olarak düşünsek, o zaman; «Sen de yalnız kalma katıl hemcinslerinin arasına», demezler mi insana? Yalnızlığa yürek sızısı desek yahut hiçlik şuurunun doruklaştırdığı uçsuz bucaksız deryada umutsuzca kulaç atmak… Yok, yok o kadar da değil. Peki, ne?

Şairin gördüğü gibi; «Hayata beraber başladığımız dostlarla yolların ayrılması» olarak görsek yalnızlığı o zaman bir başka şair çıkar;

Ne ben yalnızlığa bir lâhza kandım
Ne de yalnızlığım benden usandı.

deyiverir. Yahut bir başkası çıkar;

Yalnızlık bir fenerse
Ben de içindeki mum
Onu, billûr bir kese
Gibi doldurur rûhum.

der. En iyisi şairleri rahat bırakmak bu konuda…

Onların gönül penceresinden bu ruh hâlini değerlendirmeye kalkışsak anlaşılan o ki işin içinden çıkamayacağız.

İnsanı inciten, içini acıtan bu duyguyu; yalnızca sevgisizliğin meydana getirdiği boşluk olarak görmek doğru olur mu?

Yalnızlık, bir yerde haksızlığa ve zulme karşı haykıramamanın verdiği bir iç ezikliğinin muhasebesi değil midir? Bu muhasebenin yapıldığı suskunluk ânı olarak tanımlayamaz mıyız bu duyguyu?

Karanlığın kara gölgesindeki kara dikeninin verdiği acının insanın boğazında düğümlenmesi ile kendini hissettiren bu duyguyu, bugüne kadar her insan kendi iç dünyasına göre yorumlamış ve tanımlamış anlaşılan. Kimi insanlar içlerine doğan hüznün perdelediği bu ruh hâline bakıp da;

“Yalnız geldik dünyaya yine yalnız gideceğiz.” diyerek teselliyi yaratılışın temellerinde aramış; kimi de dünyada itilip kakılmışlığın olumsuzluklarına dayanamamış kabuğuna çekilerek sessiz protesto olarak görmüş ve öyle değerlendirmiş yalnızlığı. Bu arada yalnızlıktan korkup çekinenler de olmuş. Onlar da;

“Yalnızlık Allâh’a mahsustur.” deyivermişler.

Ne olursa olsun bir soğuk yüzü vardır bu karmaşık duygunun. Duyunca insanın iliklerinde hafif bir ürperti dolaştıran bu esrarlı duyguda kim bilir neler gizlidir? Belki de hatırlanmayan bir zaman diliminde en sevilen varlığımız olan annemizin evin içerisinde bir an için de olsa yanımızdan ayrılışının verdiği korku ve panik; belki bir daha görmemek üzere canımızdan bir canın ebedî âleme yolculuğu…

Yalnızlık; ağırdır, sağırdır, sessizdir, dilsizdir. Bu yoksul duygu yapışınca damar damar insanın hücrelerine; korku olur, şüphe olur, hüzün olur. Yoğunluğu oldukça fazla olan bu duygu bazen de somutlaşır gözlerde damlalar hâlinde süzülür yanaklardan. Soğuktur yüzü, donuktur gözleri. İşledi mi yüreğine insanın, yüreği gibi ellerini de üşütür.

İnsanı mahkûm eden bu duyguyu çoğu zaman içimizden söküp atmamız mümkün olmaz. İşte o zaman âcizleşiriz, umutlarımız ve yaşama şevkimiz kırılır. Kopuşlar yaşarız hayattan… Her kopuş kendimizden ve çevremizden bir parça daha uzaklaştırır, yabancılaştırır bizi.

Yalnızlığı, insanın kendi içine yöneldiği bu zaman dilimini; hayattan kopuş olarak değerlendirmek de yanlıştır. İnsan rûhunun zaman zaman bu türden inzivâlara şiddetle ihtiyacı vardır.

İnsanın sevdiklerinin başında kendisi vardır, dersek yanlış söylememiş oluruz. O hâlde bırakalım insanı biraz da sevdiği ile baş başa kalsın. Bu baş başa kalış insana huzur veriyorsa yalnızlık o zaman rûha eziyet olmaktan çıkar lütuf olur.

Eğer insan rûhu, kendisi için ayrılan bu sürede dünyanın çirkinliklerinden özellikle de günümüz dünyasının sayısız olumsuzluklarından kendisini arındırabiliyorsa, yalnızlığı bir güzellik olarak da değerlendirebiliriz.

İnsanın kendini araması için yalnızlığa bürünmesi fevkalâde bir olaydır. Maddenin hiçleştiği, mânânın devleştiği böylesi bir yalnızlığı hangi fânî arzu etmez ki?

İnsanın kendi iç derinlikleri ile yüzleştiği böylesi yalnızlıklar rûhumuzu çirkinliklerden arıtır. Bizi, yaratılış gayemizi aramaya, bulmaya sevk eder. Sahte dostlarla bir arada bulunmaktansa bir başımıza da olsak kalıcılığın kollarına teslim oluruz. Şüphesiz ki böylesi bir yalnızlık rûha şifadır.

İnsanın bir başına kalması; kendini dinlemesi eğer yabancılaştırmıyorsa insanı kendisine ve koparmıyorsa çevresinden; yaşanması gereken bir güzel duygudur yalnızlık. Yok, kendisinin kendisine acımasına, boşluğa yuvarlanmasına, hüzünlenmesine, zavallılaşmasına sebep oluyorsa öylesi yalnızlıklardan şiddetle kaçınmak gerekir.