Rûhen ve Bedenen BİR NEFES SIHHAT…

M. Ali EŞMELİ seyri@yuzaki.com seyri@seyri.com

46 yıl, yani yaklaşık yarım asır hükümdarlık yapan ve bütün cihana adâlet tevzî eden Kanunî Sultan Süleyman, saâdeti; maddî ve mânevî sıhhatli bir nefeste bulmuştur. Hasta olduğu bir demde yazdığı şu beyit, dillerden düşmeyen bir berceste beyittir:

Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…

Bir nefes sıhhat.

Hem maddî hem mânevî.

Bu dünyada gerisi, boş! En büyük saltanatlar bile sadece hiç!

Kanunî, herkesin gözlerini kamaştıran ve bütün dünya ehlini cezbeden muhteşem saltanatı içerisinde aslında sadece bu gerçeği anlattı. Maddî ve mânevî sıhhatli bir nefesin her şeye bedel olduğunu… Yaşadığı uzun ömrünü, hep o sıhhat şuûruyla değerlendirdi. Çünkü ona göre bir nefes sıhhat; sadece dünyada zindelik ve canlılık değil, aynı zamanda cennetteki ebedî huzur ve saâdet nefesine dönüşecek bir mâhiyetti. Dolayısıyla o; bütün nefeslerini, hattâ son nefesini bile bunun gayreti içinde geçirdi. 71 yaşında ve rahatsız olduğu hâlde yataklarda beklenen fânî sıhhati değil, gayret meydanında kazanılan sonsuz sıhhati talep etti ve Zigetvar seferine katıldı. Cesedinin tâkati yetmediği için urganlarla kendisini atının üzerine bağlattı ve dimdik bir duruşla ordusunu yönetti. O vaziyette son nefesini Rabbine teslim etti.

Böylece mânevî açıdan umduğu ebedî bir nefes sıhhate kavuşmuş oldu.

İşte gerçek bir nefes sıhhat! Son nefesteki mânevî sıhhat. Tabiî yaşarken onu gerçekleştirebilecek maddî sıhhatle beraber.

Sıhhat.

Kıymeti, en çok bilinmesi gereken nimet.

Lâkin Hazret-i Peygamber Efendimiz’in ifadesiyle herkesin kıymetini bilemediği bir nimet. Hele maddî sıhhati yerinde olup da gafil olanların hiç idrak edemediği bir nimet.

Ama;

Her şeyde aranan temel şartlardan ilki:

İlle sıhhat.

O olmadan ibâdet bile ne mümkün. Çünkü sıhhat yoksa canlılık yok.

Her sahada böyle.

Vücudun sıhhati yoksa iptal vaziyette bin bir acı içinde kıvranıyor; rûhun sıhhati yoksa kötülükten kötülüğe sürükleniyor, zarardan başka bir işe yaramıyor.

Aynı şekilde;

İlmin ve eğitimin de sıhhati yoksa cehâlet ve eğitimsizlikten bir farkı olmuyor. Bugün eğitimin içine düşen virüsler, bu alanda yıllarca yapılan çalışmaların neticesini sadece bir hiç olarak önümüze koymuyor mu? Hâlbuki ilköğretim, lise ve üniversite harmanlarında uzun seneler gençliğin enerjisi bilgi yolunda harcandıktan sonra elde, fikirde, akılda ve gönülde sayısız ilim ve irfan hazineleri mevcut olmalı değil mi? Var mı peki? Güçlü cevaplarımız yok.

Hele;

Bir yılda temin edilebilecek eğitim birikimi, beş yıla-on yıla yayılıyorsa, sağlam ve sıhhatli bir yapıdan bahsedebilir miyiz? Çünkü sağlam bir bünyenin bir saatte yaptığını ancak hasta olan bünye on ayda yapar. Dikkat ediniz; yükseği ile beraber on beş-yirmi yıl süren bir eğitim, gençleri hangi noktaya getirebiliyor? Hangi noktaya getirebilir? Hangi noktaya getirmeli?

Oysa dün;

21 yaşında İstanbul’u fethedecek seviyeye getiren bir ilmî faaliyet ve ciddiyet vardı. Yani eğitimde tam bir sıhhat ve buna bağlı olarak da müthiş bir canlılık ve gayret, tabiî ki neticede de yüksek bir verimlilik mevzubahisti.

Eğitim çok erken yaşlarda başlıyor ve en zinde seneler israf edilmiyordu. Hepsinden önemlisi, okuyan kimse, mutlaka vasıflı bir şahsiyet oluyordu. Eğitim; ona, mutlaka gerekli hasletleri en güzel şekilde kazandırıyordu. Okumuşla okumamışın farkı her açıdan barizleşiyordu.

Ya şimdi?

İstatistik patlaması olsun diye yapılanlar, vasıftan taviz oldu. Kaliteden vazgeçmek olarak gerçekleşti. Liyâkatten ziyade sadece diplomanın kâğıdı ön plâna çıktı. Eski seviye çıtaları kırıldı. Fatih’in 21 yaşında kazandığı kıvam, ulaşılmaz senelere kaldı âdeta.

Üstelik;

Politikacı bir eğitim anlayışı hâlâ hâkim. Sayı kalabalığını önemseyen bir anlayış var. Sözde herkes okusun. Okusun da, çoğu okumuyor. Okuyor görünüyor sadece. Kimisi de, onca yıl okumanın ardından hiç okumamışlardan daha beter bir hâle düşüyor.

Çünkü;

Sıhhatli okuma mantığı yok.

Nedir sıhhat?

Sıhhat; maddî ve mânevî her hastalıktan, yani zarar verici her türlü virüs ve mikroplardan âzâde olmak demektir. Çünkü ancak bu âzâdeliğin mevcut olduğu şeylerde fayda ve geçerlilikten bahsedebiliriz. Namazın bile ancak içinde virüs yoksa faydası var. Elimizdeki imkânlar, kabiliyetler, yaptığımız bütün çalışmalar hep bu çerçevede bir mânâ ifade eder.

Tarihte kıtadan kıtaya at koşturan ecdâdımız, işte bu bakış açısıyla elindeki imkânları kullanabildiği ölçüde cihana adâlet ve huzur tevzî edebilmiştir.

Yavuz Sultan Selim Han, muhteşem zaferlerle dolu doğu seferinden İstanbul’a döndüğünde vakit gündüzdü. Tam Üsküdar’a gelinmişti ki, İstanbul’da halkın büyük bir karşılama ve tezâhürat yapacağı haberi geldi. Bunun üzerine Yavuz, orduyu Üsküdar’da bekletti, şehre girmedi. Lalası Hasan Can’a dedi ki:

“Havanın iyice kararıp herkesin evlerine dönmesini ve sokakların tamamen boşalmasını bekleyelim. Tâ ki, onca muhteşem zaferden sonra, üç-beş saat nefsimizi okşayacak fânî alkışlar, süslü zafer takları ve gel-geç tezâhüratlar karşısında belâlı bir mağlûbiyete uğramayalım. Bin bir düşmanın önünde devrilmedik, nefis ve şeytan denen iki düşmanın önünde yere serilmeyelim…”

İşte sıhhatli bir saltanat. İşte onun mânevî sıhhati yüksek şahsiyeti:

Çaldıran’da bir arslan, Sînâ çölünde kartal,
Mısır’da mütevâzı, gözü yaşlı bir mü’min;
İstanbul’a girerken Üsküdar’da seyre dal;
Öyle bir derviş Yavuz, nefsini etmiş zemîn… (Seyrî)

İşte o esnâda Hasan Can’a okuduğu mısralar:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş;
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş!..

Böyle diyen Yavuz, ömrünü mânevî sıhhate riâyetle geçirmiş, her nefes Allah ile beraber yaşamıştı. Sırtında çıkan şirpençe adlı amansız çıban sebebiyle ölüm yatağına düştüğünde, yarasının vaziyetini kastederek Hasan Can’a sormuştu:

“–Ahvâlimiz nicedür?”

Hasan Can, Yavuz’un sırtında ciğerini görecek kadar büyüyen yara sebebiyle onun ebedî âleme göç vaktinin yaklaştığını anladığından büyük bir üzüntü ve dikkatli bir edeple şu îmâlı cevabı verdi:

“–Sultânım, galiba artık Allah ile beraber olmak vaktidir!”

Bir anda Yavuz başını yastıktan kaldırdı:

“–Lala, Lala! Şimdiye kadar beni kiminle beraber zannediyordun? Ona bağlılığımda bir kusur mu gördün de böyle dersin?”

“–Hâşâ pâdişahım! Bağışlayınız! İfadem, vuslat vaktini beyan içindi.”

Sultan’ın gözleri sonsuzluk kapısına çevrildi:

“–Bana Sûre-i Yâsîn’i oku Hasan!”

«Selâm» âyetine gelindiğinde rûhu kanatlanarak Rabbine kavuştu.

Müthiş bir tablo.

En mühim sıhhatin, ruh sıhhati olduğunu gösteren bir hakikat.

Zaten beden sıhhati de, bir bakıma ruh sıhhatine bağlı değil mi? Ruh sıhhati sağlam kimselerin iyileşmesi daha çabuk gerçekleşmiyor mu? Hattâ doktorlar, bu sebeple dindar ve tevekkül sahibi hastaları daha çok tercih ederler. Çünkü onlardaki tevekkül ve moral yüksekliği, tedaviyi kolaylaştırır.

Harp meydanlarında da böyledir. Bir muharebede silâhtan önce moral kuvveti gelir. Zaferlerin gerçek sebebi de, büyük oranda budur. Çanakkale ve İstiklâl harplerindeki bütün imkânsızlıklara ve olumsuz şartlara rağmen elde ettiğimiz dâsitânî muvaffakıyet, bu şekilde gerçekleşmiştir.

İşte bu hakikatler etrafında sıhhatin kıymetini etraflıca kavramalıyız. O zaman Kanunî’nin beyti daha bir mânâ kazanır. O mânâyı bir de şöyle dile getirelim:

Kul kısmı pâdişahlığa etmektedir heves,
Taçtan değerli hâlbuki sıhhatli bir nefes! (Seyrî)

Bir de şöyle:

Zannederler taç gerek, bin bir saray kat kat gerek,
Hepsi bomboş; burda ancak bir nefes sıhhat gerek!

(Seyrî)

Bir de şöyle:

Sanma ey kul, ömr için bin bir çeşit râhat gerek,
Bir nefes dünyâ bu, maddî-mânevî sıhhat gerek! (Seyrî)

Ancak, bir de;

Neyin sıhhati nedir, onu iyi bilmek lâzım.

Çünkü Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi;

“Tuzlu su, susuz kimseye derman olmaz; içildiği zaman insana hoş ve serin gelirse de, hiç bir fayda sağlamaz!”

“Zira cennette kalmak ümidiyle Âdem’in buğdaya hırsı artınca, bu hırs, onun gönlünden sıhhati ve selâmeti kapıp götürdü. Ne cennet kaldı, ne buğday!”

Yani Hazret-i Âdem’in kendi için sıhhat zannettiği şey, bir zehir oldu. Dünyaya düşürdü. Dünyada da zehir zannettiği nice sıkıntı, ona şifa oldu, eskisinden daha yüce bir mertebeyle cennete yükseltti.

O hâlde en mühim mesele;

Neyin neye sıhhat olduğunu doğru bir şekilde idrak.

Tek tek bilebilmek belki çok zor.

Ama şu kolay:

Hak sevginin sıhhati, itâat; onun da sıhhati illâ muhabbet. O zaman basîret; her hususta doğru olanı, neyin nerede olduğunu görmeye başlar.

Çünkü böyle olunca karanlıklar bile aydınlık gibi vazife görmekte, dikenlikler bile gül misali güzelliklere vesile olmakta, nâr-ı gam nûr-i selâma dönüşmekte, amansız kahırlar bile bin bir rahmet olarak tecellî etmektedir. Ama tersi durumda da mumlar bile demir kesilmektedir.

Yani neyin sıhhatinin ne ve nerede olduğunu ters mantıkla kullanmaktan kaçınmalıdır. Çünkü onlardaki yönlendirme, yanıltır. Çünkü Necip Fazıl’ın da dediği gibi;

Cehle sorarsan ilim;
Zehre sorarsan, derman.

Bu sebeple insanlarda en büyük muammâ; «Nerede?» feryâdıdır. Buna Hazret-i Mevlânâ’nın güzel bir cevabı var:

“Yuvasını arayan kumru gibi, ne zamana kadar; «Ku, ku, ku? / Nerede nerede, nerede?» deyip duracaksın?

Nerede olacak; o rahmet sıfatları nerede ise, orada olacak! Güç, kuvvet, nezâhet, temizlik, anlayış, duyuş, görüş nerede ise, orada olacak!

Nerede olacak; arslanın daima ormanda bulunduğu gibi, o da her zaman, gönlünün, düşüncesinin bulunduğu yerde olacak!

Nerede olacak; erkeklerin de, kadınların da dert ve mihnet zamanında ümit bağladıkları yerde olacak!

Nerede olacak; insan bir hastalığa yakalanınca, gözü ümit kanatlarını açar, sağlığa, sıhhate doğru uçar ya, işte orada olacak!

Hoş olmayan bir şeyi, bir kötülüğü defetmek, bir felâketi atlatmak için başvurduğun, yalvardığın kapıda; harman savurmak, bir gemiyi gö­türmek için rüzgâr beklediğin yerde olacak!

Gönlün işaret ettiği, dilin de; «Yâ Hû! / Ey O!» ve «Lâilâhe illâllah» diye dile getirdiğinin tarafında, yanında olacak!”

Fakat bu oluşlara götüren vesileleri ve ışıkları da güzelce fark etmek gerek. Yoksa insan, arzu ettiği yüce sıhhatin eşiğinden döner de çıkmaz sokaklara saplanarak veremli felsefeler içinde helâk olur.

Görmez ki her sıhhatin bir yolu ve ehli var. Bunlara da «niye» ve «niçin» sorularını, üstelik görmemek ve anlamamak için sorar.

Oysa görmek ve anlamak için sorabilse, nice hikmetler açılacak.

Meselâ;

Maddî ve mânevî sıhhati, Cenâb-ı Hak niye bir başkasının elinden veriyor? Birini ehl-i tıp bir hekim elinden, diğerini de ehl-i hikmet bir hakîm elinden… Niçin?

Hâlbuki gerçekte her türlü sıhhat, O’nun elinde, O veriyor. Kendi takdir ettiği hâlde sıhhate niye tabibi aracı yapıyor?

Boşuna mı?

Sıhhat konusunda kendisine tabip şerik olsun ya da insanlar tabibi, O’na şirk koşsunlar diye mi? Şirki hem yasaklıyor, hem de gerekli hâle mi getiriyor?

Asla!

Fakat kaba-saba bakılırsa, sığ idrakliler böyle anlar. Sathî düşünenlere göre böyle sualler karşımıza çıkar. Hikmetten nasipsiz kimseler nazarında durum aynen suallerdeki gibidir. Şirktir.

Lâkin hayatımızdaki giyimden kuşama, yemeden içmeye, eğitimden ticarete her şey ehlinin eliyle olduğu gibi şifa da doktorun eliyle gerçekleşmiyor mu? Gerçekleşiyor.

Peki;

Bunu böyle tanzim eden kim?

Bizzat Cenâb-ı Hak.

Niye?

Çünkü;

Sıhhatin tabip elinden olmasında sonsuz incelik, hakikat ve denge var.

Zira Allah, bütün kullarını hemen doğrudan doğruya muhatap almamaktadır.

Eğer;

Doğrudan doğruya muhatap alsa da hastanın sadece kendisine yalvarması ile sıhhat verse, bu; kulun bir bakıma her şeyini onayladığı şeklinde de anlaşılır. Meselâ bir kâfir, doğrudan doğruya Allah’tan taleple sıhhate kavuşsa, artık onun düşüneceği mantık; «Benim gidişatımla Allah arasında problem yok. İnanç şeklimde de problem yok. Doğru düşündüğüm tescillendi. Böyle olmasaydı, Allah bana sıhhat vermezdi.» şeklinde olacaktır.

Böyle bir mantığı da herkes havada kaparak kullanır!

Allâh’ın sadece kulun talebiyle doğrudan sıhhat vermesini; bir ateist, kendi ateizmine onay; bir münafık kendi nifakına onay; bir rezil kendi rezaletine onay, bir sefil kendi sefaletine onay kabul eder…

Yani;

Allah doğrudan doğruya muhatap alıp da bir insana sıhhat verse, bu; o şahsın her şeyini onay mânâsı taşır. Kâfirin böyle bir onayla şifa ve hareket noktası olduğunu düşünün! Ona artık îman ettirmek ne mümkün! Çünkü hâlini Allah onaylıyor diye düşüneceğinden dolayı ne küfrünün farkında olur, ne de îman etmenin zarûretini anlar. Firavun, böyle firavunlaştı; çünkü başı hiç ağrımamıştı… Bu sebeple Tebrizli Sâib der ki:

“Hiç hasta olmamak kadar kötü bir dert yoktur.”

Buna mukabil;

Gerek inanç, fikir, tefekkür ve hissiyat dünyamızda, gerekse beden âlemimizde; maddî ve mânevî bir nefes sıhhat kadar güzel bir nimet yoktur.

Ne mutlu iki dünyada da böyle bir nefese mazhar olabilenlere!

Evet;

Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…