ASIL HASTALIK, ZİHNİYETTE…

İşaretler

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Geçtiğimiz ay, okul çağında çocukları olan ebeveynlerin zor bir seçim yapmaları gerekti. Okullardan gelen belgeler çocuklarının sağlığı konusunda ailelerin omzuna büyük bir sorumluluk yüklüyordu. Çocuklarının A tipi grip aşısı olup olmamasına karar vereceklerdi.

Elbette bu kararı vermek hiç kolay değildi. Bir yanda her gün haberlerde sevimsiz hayvanın adıyla anılan gripten ölenlerin sayısı veriliyor, bir yandan internette dolaşan mektuplarda aşıların muhtevası hakkında korkunç iddialarda bulunuluyordu. Hükûmet yetkililerinin bile karar veremediği; bilim adamlarımızın çelişkili açıklamalarda bulunduğu bir konuda aileler nasıl karar versin? Hele hele verilecek kararın her iki ucu da aynı derecede korkutucuysa…

Geçtiğimiz asra hâkim olan bir duygu hâli vardı. “Artık insanoğlu bilim ve teknoloji sayesinde, bütün problemleri yok edecek ve yeryüzünde bir cennet kurabilecek…” zannediliyordu. Elbette aklın bir mahsulü olan bilgi ve tecrübe birikimi insanoğlunun birçok sıkıntısını aşmasında etkili oldu. Ama beklendiği gibi yeryüzü cenneti de ortaya çıkmadı.

Ne gariptir ki; artık kıtlık, kuraklık, salgın hastalık gibi problemlerin yenildiğini zannettiğimiz bir zamanda, âcizliğimizi yüzümüze vuran felâketler birbiri ardına kapımıza dayanıverdi. Önce danaların delirdiğini duyduk; sonra tavukların kuş gribi yaydığını işittik; ardından keneler tarafından ısırılan vatandaşlarımızın ânî ölümlerine şahit olduk. Bu arada deprem, tsunami gibi felâketlerden sonra; bazen kuraklık bazen de sellerle imtihan olduk. Sanki hâdiseler dile gelip ibret kulağı açık olanlara şöyle fısıldıyordu:

“Bu dünya imtihan yeri; ne kadar bilgiyle, teknikle donanmış olursanız olun, terbiyeciniz sizi korkuyla, açlıkla ve benzeri imtihanlarla sınayacaktır. Dünyayı emniyetli ve müreffeh bir cennet hâline getirme hayalinden uyanın da yaratılış gayenize uygun bir hayat yaşayın.”

Gerçekten de insanoğlu; dünyayı hastalıklardan arındırmak için uğraştıkça, mücadele edilmesi daha zor, hastalık yapıcı faktörlerin ortaya çıkmasına sebep olmaktan kurtulamadı. Aksine mikropları öldürmek için kullandığı dezenfektanlar ve antibiyotikler; ilâçlara karşı daha dirençli türlerin gelişmesine sebep oldu. Üstelik aşırı hijyen ve kimyevî antibiyotikler sebebiyle vücutlar hastalıklarla savaşmayı unuttu; savunma sistemleri zayıfladı.

Bizim çocukluğumuzda her çocuğun suçiçeği, kızamık, kabakulak gibi hastalıkları mutlaka geçireceğine inanılırdı. Sokakta, tozun, çamurun içinde oynayan çocuklar; sokak kedileriyle veya kuzularla, civcivlerle büyüyen çocuklar hafif hafif mikrop kapardı, küçük hastalıklar geçirirdi. Belki bu gibi hastalıklar vücut direncimizi uyaran aşı görevi görüyordu.

Artık anneler çocuklarını semt parkına bile götürmüyor; «daha hijyeniktir» diyerek alışveriş merkezlerinde eğlendiriyor. Ayrıca en ufak bir öksürük-tıksırıkta hemen doktora koşuyor, bir çanta dolusu ilâçla çocuğunu tedavi etmeye çalışıyor. Zaten doktorlar da ilâç firmalarının vereceği hediyelerden faydalanmak için reçetenin üstünde boş yer bırakmamacasına uzun bir liste yazıyor. Bu ilâçlar vücudun alârmı olan ateşi düşürüyor, mikropları kendi kimyevî maddeleriyle öldürüyor. Sonuçta vücutlarımız grip virüsleriyle bile savaşamayacak kadar âciz bir hâle geliyor. Bu sebeple aşılayarak vücut direncinin uyarılmasına ihtiyaç duyuluyor.

Öte yandan ilâç firmalarının maliyeti düşürmek için aşıların imalâtı sırasında kullandığı maddelerin ise kanser gibi çok daha tehlikeli hastalıklara sebep olduğu ileri sürülüyor. Kısacası gelişen teknoloji insanlara tam bir kurtuluş va‘detmiyor. Belki tıp birçok konuda büyük başarılar kaydediyor ama öte yandan da insan fıtratına yerleştirilmiş iyileşme kabiliyetini güdükleştiriyor. Dikkat edilirse grip salgınından ölümlerin en fazla yaşlılar arasında olması beklenirken, tam aksi oldu; eski topraklar virüsle savaştan sağ çıkarken ölüm vak’aları daha çok genç hastalarda görüldü.

Bütün bu gelişmeler batıda da dikkatle izleniyor ve artık vicdan sahibi doktorlar ilâçların ve genel olarak teknolojinin değerlendirilmesinde daha ölçülü olmak gerektiğini kabul etmeye başladılar. Elbette mesele teknolojinin kötü olması değil; mes’ûliyet hissinden uzak bir şekilde kullanılması. İnsanlığın umumî menfaatinden çok; araştırma-geliştirme çalışmalarına yatırım yapan büyük sermaye sahiplerinin menfaatine hizmet etmesi.

Mevcut gidişatın, dünyanın kirlenmesi, tabiatın yok olması, bu arada insanın da tabiatından uzaklaşması gibi neticeler ortaya çıkarması; bilim ve tekniğin mutlak bir değer olmadığı, mutlaka ahlâkî bir anlayışla değerlendirilmesi gerektiğini düşündürüyor.

Bu arada batının bilim ve teknik anlayışının; dünyanın ve insanın tabiatını ifsat etmesi batı felsefesine karşı yeni arayışların doğmasına ve yaygınlaşmasına da sebep oluyor. Bilhassa «tabiatı mukaddes sayan ve canlılara hiçbir zarar vermemeyi» esas alan Hint ve Uzak Doğu dünya görüşünün popülerleşmesinde bu arayışın önemli bir tesiri var.

New Age gibi yeni düşünce akımları, batı felsefesinin Orta Doğu inançlarından gelen «insan merkezli» yapısının; tabiatı sürekli insana göre biçimlendirme amaçlı bir teknoloji anlayışına sebep olduğunu ileri sürüyor. Bu anlayış yerine Hint inançlarının benimsenmesinin tabiatın kurtuluşu için tek çare olduğu ileri sürülüyor.

Hint inançlarına göre insanla diğer canlılar arasında derece farkı görülmüyor. Ruh göçü inançlarına göre insanın rûhu hayvana, hayvanın rûhu insana geçebiliyor. Bu sebeple bazı inanç akımlarında et yemek, haşere veya mikrop bile olsa bir canlıyı öldürmek yasak kabul ediliyor. Batının, insanı tabiatın tamamen üstünde gören anlayışının aksine; bu inançlar, bazen insanı kutsî sayılan bir tabiat varlığı karşısında kullaştırıyor.

Kendi dünya görüşlerinin sonuçlarından ürken bazı batılılar can havliyle kendilerini Hint inançlarının kucağına atarken bir aşırı uçtan diğerine savrulmuş oluyorlar. Bir başka deyişle son zamanlarda insanı ilâhlaştıran batı felsefesinden, tabiat varlıklarına tapınacak kadar zavallılaştıran doğu felsefesine savruluşun izlerini görüyoruz.

Grip aşısı vesilesiyle internette dolaşan modern tıp, ilâç ve aşı karşıtı mesajlarda da büyük ihtimalle bu inanç akımlarının tesiri var. Bu akımlar her ne kadar bazı noktalarda haklı tespitler ortaya koysalar da, insanın hayatını mikrobun hayatıyla aynı derecede görmek gibi aşırılıklara da sahipler. Bu inançların Hindistan’daki kökeninde et yemek, haşereleri öldürmek ve antibiyotik kullanmak, «ahimsa» prensibine aykırı görüldüğü için yasak sayılıyor.

Fakat bu itikadı benimseyenler bir şeyi unutuyorlar; aslında insanoğlu hiçbir madde kullanmasa da farkında olmadan bedeninde üretilen tabiî antikorlarla kendisine zararlı olan canlıları öldürür. Ayrıca insanoğlu hayvanların etini yemese bile yine bir canlı türü olan ve hayvanların yiyeceğini oluşturan bitkilerle beslenmeye mecburdur. Hem şehir hayatında haşerelerin öldürülmesi zarurîdir. Tabiî hayatta canlılar birbirinin nüfusunu kontrol edebilir, ama bunu şehir hayatında sağlamak mümkün değildir. Kısacası, Hint inançları uygulanması imkânsız, akla ve yaratılışa aykırı aşırılıkları sebebiyle insanoğluna yol göstermekten âciz kalıyor.

Zaten selim akıl ve vicdan sahibi bazı kişilerin batı ile doğu arasında savruluşlarının sonunda İslâm’da karar kıldıkları görülüyor. İşin doğrusu dünyayı ifsattan ve sermaye sahiplerinin istismarından kurtaracak asıl yol gösterici inanç, sadece ve sadece İslâm dînidir. Çünkü İslâm, insanı ne ilâhlaştırır ne de tabiat varlıklarıyla aynı dereceye veya daha aşağı dereceye indirir.

Aksine akıl ve ruh varlığı olarak insanı «yeryüzünde bir halîfe» derecesine yüceltirken, bir yandan da omuzlarına Allâh’ın kulu olarak; «hesap verme sorumluluğunu» yükler. Böylece insanın gerek tabiatın gerek aklın nimetlerinden istifade etmesine izin verir ama bunu adalet, merhamet ve iyilik umdelerine bağlı kalma şartına bağlar.

İslâm ne batılılar gibi aklı ilâhlaştırır, ne de Hint inançları gibi aklı kötüler. Aksine aklın Allâh’ın bir nûru olduğunu haber verir ve akıl nimetlerini meşrûlaştırır. Ancak akla da ahlâkî değerlerin yol göstermesi ve sınır çizmesi gerektiğini öğretir.

Öte yandan insanoğlu sadece vicdanı ve merhameti sayesinde kendinden daha âciz durumda olanlara karşı sorumlu davranamaz. Aksine insan ancak kendisine hesap sorma yetkisi ve cezalandırma kudretine sahip olana karşı duyduğu korku sayesinde kendini sınırlandırabilir.

Hem insanlar âhirette ebedî cennete kavuşmak gibi bir mükâfat olmaksızın nasıl bu dünyadaki peşin menfaatten vazgeçebilir? Hayatının yalnız bu dünyadaki hayattan ibaret olduğunu zanneden bir kişi, gelecek nesillere nasıl bir dünya bırakacağını umursar mı? Yoksa; “Hele ben hayatımı istediğim gibi yaşayayım da, benden sonrası tufan!” mı der?

İşin doğrusu günümüzde insanların çoğunun bilgi bakımından bir eksikliği yoktur. Aksine neyin doğru neyin yanlış olduğunu gayet iyi bildikleri hâlde sadece doğruyu yapma azmini gösterememektedirler. Çünkü onları doğruyu yapmaya teşvik eden ve yanlıştan caydıran mükâfat/cezaya inanmamaktadırlar. Eğer iyiliğe kullanılacak olsa dünyayı cennete çevirebilecek imkânlar, küçük bir grubun hırsı sebebiyle sömürüye ve ifsada sarf edilmektedir.

Bu durumda anlaşılmaktadır ki dünyayı da cennete çevirmek için bilgi ve teknoloji yetmemekte, onları iyiliğe kullanmak için ahlâkî eğitim ve teşvik edici bir îmâna ihtiyaç duyulmaktadır.

Eğer müslümanlar bu ihtiyacı giderecek tek inanç sistemi olan İslâm’ı kitlelere ulaştırabilirlerse dünya milletlerinin iki dünyasını da cennete çevirebilirler.