DOLAŞIK DUYGULAR

Sadettin KAPLAN sadettinkaplan@gmail.com

Hepimizin sık sık içine düştüğümüz garip bir sessizlik kuyusu, ya da suskunluk duygusu vardır ya… Bir uyuşukluk yayılır bedenimize, kurşundan ağırlıklar asılır kirpiklerimize, parmaklarımızı bile kıpırdatmak bir türlü gelmez içimizden…

Hayır. Yorgunluk değildir bu. Yorgunluğun da özge bir güzelliği vardır. Tıpkı oruçtan sonra yapılacak iftarın beklentisi, umudu ve sevinci gibi… Oysa sözünü ettiğim o garip hâlin içinde böylesi bir beklenti ve sevinç yoktur…

Duygular durgun, düşünceler devinimsiz, arzular ağır bir yorgan altında nefes almakta zorlanan hasta gibi hâlsizdir…

Bu türlü bir hâl ile hemhâl olanlar, konuşmakta büyük bir isteksizlik içine düşerler. Onları canlandıracak, heyecanlandıracak bir şeyler bulmak öylesine zordur ki…

Böyle bir hâl içine düştüğünüzde gülemezsiniz… Hiçbir şey size gülünç gelmediği gibi, gülümsemenin göstergesi olan dudaklardaki hareketi gerçekleştiren kaslarınıza bile güç yetiremezsiniz… Ağlamanız bile ağıta benzemez…

İçinde bulunduğunuz hâle bir ad koyamazsınız…

Uyku ile uyanıklık, düş ile hayal, ölümle hayat arasındaki bir garip çizgidesiniz. Bu çizginin kıvrımları arasında uyuşuk bir nokta gibi sürekli yer değiştirip durursunuz… Bir dönme dolapta en tepeye çıkış ânı, ya da bir uçakta irtifâ kaybının içinizi oyup boşalttığı an gibi kısa ve geçici yayvan sarsıntılarla sallanır durursunuz…

Tıp ve psikoloji biliminde bunun bir adı var mıdır? Varsa da bu sizi pek ilgilendirmez. Öyle bir hâl içine düşmüş iseniz, bunu düşünmeye bile mecâliniz yoktur… İster beyin yorgunluğu, ister rûhî bunalım, ister ilmî adlarıyla sürmenaj, nevrasteni benzeri bir çizgiye çekilsin. Böylesi duyguların ilâçla tedavisi yoktur…

Akıl, aklın ötesindeki bir kancaya takılmıştır. Ruh, nice yıldan beri giyip eskittiği ve artık kendisine dar gelen bedenine sığmayıp, «attâ gitmek» isteğiyle çırpınıp yorgun düşmüştür. Gönül, aklın ve mantığın «altın varaklara» ateşle dağladığı fermanların tümünü yırtmış, kendi pervasız ve çerçevesiz fermanını en erişilmez yıldıza asmıştır…

Belki bütün bu çırpınışların sonunda ruh ve bedenin aynı anda içine yuvarlandıkları yorgunluk ve suskunluk kuyusudur sözünü ettiğimiz o garip duygu. Ya da duygusuzluk…

Garip bir hâldir bu hâl. Duyulan ama anlatılamayan bir sessizliğin sesi, tarif edilemeyen bir görüntünün görünmezliğidir bu boşluk… Orhan Veli’nin de duyup ama anlatamadığı özge bir yer ve «tarifsiz» bir hâldir bu. Kimi zaman apansız düşüveririz içine böyle bir hâlin…

İçinde bulunduğunuz bu hâle bir ad koyamazsınız…

Böyle durumlarda, içinizdeki bilcümle duyguların tükenmişliğine rağmen bir tek duyguyla kavrulur içiniz: Özlem!..

Neyi özlediğinizi de bilemezsiniz. Demiştik ya; akıl aklın ötesinde bir kancaya takılmış, ruh kendisine dar gelen bedenden fırlayıp çıkmak arzusuyla tutuşmuş ve gönül tüm fermanları ilgâ ederek, kendi fermanını en uzak yıldıza asmıştır…

Bedeni hayata bağlayan ve onu mukaddes kılan ruh, akıl ve gönülden sonra geriye kalan bir uyuşuk cesetten başka nedir ki?.. O bedenin özünde devinen tek şey, o özge özlemdir. Şartsız, şuursuz ve hedefsiz…

İşte bu duygu dalgalarının bir yerde düğümlenip; şartsız, şuursuz ve hedefsiz bir burgaç hâlini aldığı anda, iz’an ve idrakin ipine tutunmak gerekir…

Özlem; bedeni hayata, hayatı bedene bağlayan ipin adıdır. Bedensiz bir hayat, hayatsız bir beden düşünmek bile akla muhaldir… Özlemek iyidir, özlemek hayattır, özlemek aşktır… Mutluluğun sırrı, özlemi hedefsizlikten kurtarıp, ona yön verebilmektir.

Neyi özlediğini bilmeden özlemek, bizi içine alan o burgacın, o sessizlik ve suskunluk kuyusunun bir başka adıdır. Özlüyoruz. Ama neyi özlediğimizi biliyor muyuz? Özlemin hedefi belirlenmiş midir? Vuslat pınarı mı, sonsuz bir hasret çölü mü özlem okunu yönlendireceğimiz hedef?..

Bunun cevabı muhteliftir. Kimi Ferhat külüngüyle, Şirin canını eliyle kara yere yıkar gider; kimi Yûnus sevdasınca içindeki «Ben» aşkına benliğinden çıkar gider; kimi Mahmud gibi talip olur vuslatına Elif’in, keyfine bakar gider; kimi Mecnun olur aşk sahrasında ve Leylâ uğruna sînesini vuslata hasret nârına yakar gider…

Ya Şirin’ler, ya Elif’ler, ya Leylâ’lar?..

Her Mecnun’un bir Leylâ’sı, her Leylâ’nın gönlünce bir sevdası var…