Dünyada da Âhirette de, Sıhhat ve Selâmet O’NU SEVMEKLE MÜMKÜN

Ebedî Fecre

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

EN MÜSTESNÂ ÖRNEK…

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…

Âlemlere rahmet…

İki dünya için selâmet, merhamet ve mağfiret vesilesi…

Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî esmâsının en zirvede tecellî ettiği, en büyük ve en yüksek sanat hârikası…

İnsanlığa en mükemmel fiilî kıstas ve en müstesnâ örnek rehber…

Efendimiz’i görmek, mübârek sohbetlerinden feyizlenmek; bahtiyar ashâb-ı kiram hazerâtına nasîb oldu. Bizler ise ilâhî takdirin neticesi olarak Allah Rasûlü’nden 1400 sene sonra geldik. O’nunla aynı zaman ve zeminde bulunmak saâdetine nâil olamayanlara şu hakikat tesellî oldu:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile bu dünyada, hem zâhiren hem kalben beraber olan sahâbe; âhirette O’ndan ayrı kalmak endişesiyle yanar yakılır, Allah Rasûlü’nün huzuruna koşar, gözyaşı dökerek yanık sînelerine derman ararlardı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisiyle uhrevî beraberliğin şartını böyle ferman buyurarak hem tesellî eder hem de yol gösterirlerdi:

«KİŞİ SEVDİĞİ İLE BERABERDİR.»

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-’ı Yemen’e vali olarak göndermişti. Uğurlarken şöyle buyurdular:

“−Ey Muâz! Belki bu senemden sonra beni bir daha göremezsin! İhtimal ki, şu mescidimi ve kabrimi ziyaret edersin!”

Bu sözleri duyunca Hazret-i Muâz’ın gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. Bunun üzerine O Rahmet Peygamberi;

“–Ağlama ey Muâz!..” dedi ve sonra yüzünü Medine’ye doğru çevirerek:

“–İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” buyurdu. (İbn-i Hanbel, V, 235; Heysemî, IX, 22)

Demek ki;

1400 sene sonra da gelseler, -dünyanın ömrü varsa- 2000 sene sonra da gelseler, Allah Rasûlü’ne yakın olanlar ancak takvâ sahipleridir.

Öyleyse kendimizi bir mîzân etme durumundayız:

MUHABBETİMİZ NE KADAR?

Allah Rasûlü’ne ne kadar muhabbetimiz var?

Kıyâmet günü, o büyük infilâkta O’nun şefkat kanatları altında olmak, O’nunla beraber olmak istiyor muyuz?

Kendimizi muhasebe etme durumundayız…

Allah Rasûlü’nün aile hayatına, aile hayatımız ne kadar benziyor? Aile hayatımızda sünnet-i seniyye yaşanıyor mu?

Evimizin geometrisinin, yapısının; Allah Rasûlü’nün aile yapısının müstesnâ ve ulvî ölçüleriyle bir benzerliği var mı?

Ya sofralarımız? Misafire ve Allâh’ın mahlûkatına ne kadar açık?

Ticârî hayatımız O’na benziyor mu? Alışverişimiz O’nun iki cihan için hayat dolu, devâ dolu ölçülerine uyuyor mu? Kendimize ne kadar, kendimiz dışındakilere ne kadar?

Dünyada ve ukbâda beraberliği temin edecek muhabbetin en mühim husûsiyeti, hayatın her safhasına hâkim olması… Nitekim Efendimiz Medine Vesikası’nı îfâ ettikten sonra ilk olarak pazarı ziyaret etti. Pazarda satılan buğday ve meyvelere baktı; altını ıslak, üstünü kuru gördü. Hemen îkaz etti:

“Müslümanları kandıranlar bizden değildir.” (Müslim, Îmân, 164) buyurdu.

Ya din kardeşliğimiz ne durumda?

Toplumun sevinciyle, kardeşlerimizin saâdetiyle ne kadar mesrur oluyoruz? Ne kadar toplumun ıstırabıyla mahzun oluyoruz? Ne derecede dertlilerin, kimsesizlerin, çaresizlerin derdine dert ortağı olma durumundayız?

Elimizden, gönlümüzden; gayretimiz, fedâkârlığımız ne kadar?

Ya Efendimiz’in içtimâî münasebetleri nasıldı?

Garipler, fakirler, yalnızlar ve kimsesizlerle Efendimiz’in alâkası nasıldı, bizim nasıl? Biliyoruz ki; hâne-i saâdetlerine ne gelirse Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onları paylaşmadan huzur bulamazdı.

Bütün bu hâller içinde, hayatın her safhasında, Allah Rasûlü’nün ibâdet hayatının, ailevî hayatının, içtimâî hayatının ölçüleri içinde; biz ne kadar Allah Rasûlü ile beraberiz ki O’na kıyâmette o kadar yakın olmaya hak kazanabilelim?..

Çünkü;

O’nunla beraber olmanın şartı,

HAKİKÎ MUHABBET…

Sevmek, muhabbet hissine sahip olmak; Allâh’ın bir lutfu, O’nun takdîri… Bütün mahlûkatta bir şekilde sevme hissi var. Sevme hissiyle teselsül devam eder, sevme hissiyle mahlûkat güzelliklerini arz eder.

Annenin yavrusuna karşı sevgisi var. Yavrusunun annesine karşı sevgisi var.

Eşler, kardeşler, arkadaşlar arasında sevgi var.

Ait olunan memlekete, cemaat ve cemiyete karşı sevgi var. Bir koyunu kendi sürüsünden çıkardığınız zaman tekrar kendi sürüsüne koşar.

Demek ki bütün kâinâta yayılmış bir sevgi var.

Fakat, eşref-i mahlûkat olan insan bilmelidir ki;

Muhabbetin yegâne merkezi Cenâb-ı Hak’tır.

Muhabbet, Esmâ-i Hüsnâ’dan اَلْوَدُود / el-Vedûd ism-i şerîfinin tecellîsidir. Meveddet ve muhabbet Cenâb-ı Hakk’ın sıfatıdır. Muhabbetin yegâne menşei Cenâb-ı Hak’tır.

Böyle olduğu hâlde, bir ilâhî emânet olan muhabbeti, lâyıkına kullanmayarak israf etmek; onu ihtiraslara, şehvetlere, cismânî, nefsânî, fânî ve süflî adreslere kurban etmek ne kadar hazindir. Bir başka ifade ile muhabbeti yanlış yerlere yönlendirmek, israfın en çirkinidir. Âdetâ menba suyunu bir mezbeleye dökmek demektir.

Allah ve Rasûlü’ne muhabbet, muhabbetin Sidretü’l-Müntehâ’sıdır. Muhabbeti bir mîrac hâline getirebilmektir. Allâh’ın verdiği bu nimeti bir mîrac hâline getiremeyen büyük bir ziyandadır. Çıkmaz sokaklarda kaybolmuş demektir.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine icâbetle, mâneviyatla meşgûliyetle terbiye görmemiş ham nefisler; muhabbeti, süflî yerlere harcama gafletine düşerler. Böyle terbiye olmamış bir nefis, fareye düşkün bir kediye benzer. O kedi ki; kendisine verilen mükellef yemekleri, nefis kebapları yerken bir fare görüverse hemen önündeki o güzelim lezzetleri terk eder de pis ve rezil bir farenin peşine düşer. Kâinat bizim idrak ve tefekkürümüze sunulmuş böyle nice ibret tablolarıyla doludur.

Kâinattaki bu sır ve hikmetleri okumamızı emreden Cenâb-ı Hak, kulunu muhabbetin menşeine, hakikî adresine davet ediyor.

Cenâb-ı Hakk’a muhabbetin mîyârını ise Allah Rasûlü’ne itâat olarak tescil ediyor. Allâh’ı sevmenin ölçüsü;

HABÎBİ’NE TÂBÎ OLMAK

Âyet-i kerîmede buyurulur:

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖ۪ى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَحٖ۪يمٌ

“(Rasûlüm, ümmet-i Muhammed’e) de ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Âl-i İmrân, 31)

Cenâb-ı Hak, bize bir mihenk veriyor.

Allâh’ı ne kadar sevdiğimizin ölçüsü, Allah Rasûlü’ne ne kadar itâat ve ittibâ hâlinde olduğumuzdur.

Bir nisbet hâlinde…

Ne kadar sünnet-i seniyyenin içindeysek, ne kadar Allah Rasûlü’nün hayatının, sünnetinin, tavsiyelerinin muhtevası içinde gayret ediyorsak; bizde Cenâb-ı Hakk’ın sevgisi o kadar var. Bizlere câlib-i dikkat bir orantı…

Allah Rasûlü’ne ne kadar itâatimiz varsa, o kadar Cenâb-ı Hakk’a sevgimiz var. Sünnete, sünnetleri hayatımıza tatbik etmeye içimizde ne kadar iştah varsa, Cenâb-ı Hakk’a içimizde o kadar iştiyak var.

Çünkü Efendimiz’e ittibâ ettiğimiz takdirde, Efendimiz’in rûhâniyetinden nasîb almak üzere, sünnet-i seniyyesini tatbik üzere yaşanan bir hayatta; her gördüğümüz, işittiğimiz, okuduğumuz şey, bize Cenâb-ı Hakk’ı hatırlatır. Muhabbetin hakikî lezzeti, Allah ve Rasûlü’ne bağlanmakla tadılır. Bunun dışındaki muhabbetlerden meydana gelecek nefsânî lezzet, hakikatte ebedî bir hüsran sebebidir.

Cenâb-ı Hakk’a duyulan engin bir muhabbet, kişiyi Efendimiz’e götürür. Efendimiz’e itâate götürür. Çünkü;

EBEDÎ ÂLEME VİZEMİZ O’NDA…

Dünya şartlarında bir ülkeden bir ülkeye geçerken pasaport isteniyor, vize isteniyor. Ebedî âleme geçerken, saâdetin, selâmetin, sıhhatin yani cennetin, mağfiretin, hayat boyu şefâatin vizesini Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den almamız gerekiyor. Cenâb-ı Hak, biz ümmet-i Muhammed’e hitâben buyurur:

وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاۤءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يدًا

“İşte böylece sizin insanlığa şâhitler olmanız, Rasûl’ün de size şâhit olması için sizi mûtedil bir millet kıldık…” (el-Bakara, 143)

Cenâb-ı Hak;

“Peygamber size şâhit olsun.” buyuruyor. Rabbimiz’in huzûruna varmak ancak O’nun şahâdeti, görüp-gözetmesi ve rehberliği ile mümkündür.

Akāid, ibâdet, muâmelât, ukûbat, tefsir, hadis gibi bütün dînî ilimlerin muallimi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Bu ilimleri ihtivâ eden Kur’ân-ı Kerîm’in de canlı bir misâli yine Efendimiz’dir. Bütün İslâmî eserler bir kitabı anlatmak ve o yüce kitabı ahlâkı hâline getiren Allah Rasûlü’nü îzâh etmek için yazılmıştır.

Sünneti yaşayan kişi, Kur’ân’dan nasîbini artırır. Allah Rasûlü’nün rûhânî dokusundan nasîb almaya gayret eden kimse, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarına tecellî olmakta mesafe alır.

Cenâb-ı Hak ile Habîbi’ne muhabbet de itâat de, iç içe… Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Kim Rasûl’e (Peygamber’e) itâat ederse, Allâh’a itâat etmiş olur.” (en-Nisâ, 80)

Rasûl’e itâat, Allâh’a itâat.

Demek ki Allah ve Rasûlü’ne itâatte ikilik yoktur ve bu bir tek itâat, muhabbetin temelini ve mihengini teşkil eder.

Kulun; dünyadaki, kabirdeki ve âhiretteki selâmeti ve saâdeti Allah Rasûlü’nün izinden gitmekle kābildir. Yani bütün mesele;

O’NUN RÛHÂNÎ DOKUSUNDAN HİSSE ALABİLMEK

Bu hissenin tecellîsi için Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ömrü dört vazife ile geçmiştir:

–Allâh’ın emirlerini tebliğ etmek,

–Nefisleri tezkiye etmek,

–Kitâb’ı, Kur’ân’ı öğretmek,

–Hikmeti tâlim etmek.

Bunların her birinden istifade için Hazret-i Peygamber’in önünde ashâb-ı suffe gibi talebe ve tâbî olursak, rûhânî bakımdan mânevî yapımız da maddî yapımız da sıhhatli olur.

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

“İç âlemini temizleyen felâha erdi.” (eş-Şems, 9)

اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّابٖ۪ينَ
وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّر۪ٖينَ

“Şüphesiz Allah çok tevbe edenleri sever ve çok temizlenenleri sever.” (el-Bakara, 222)

وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْ

“Elbiseni temizle!” (el-Müddessir, 4)

Demek ki maddî ve mânevî temizliğimiz şart.

Mânevî temizliğin başında da gönül dünyamızın rafine edilmesi, filtre edilmesi, tezkiye edilmesi, Allah’tan uzaklaştırıcı her şeyden temizlenmesi, Allâh’a yaklaştıracak olan her husûsiyetle yoğrulması gelmektedir.

Bunun sıhhatli bir şekilde gerçekleşmesi için de Kur’ân’ı ve hikmeti idrâk etmek zarûrî. Kur’ân’ın derinliğinden nasîb almak zarûrî. Cenâb-ı Hak, Kur’ân’dan hisse alamayanlar hakkında şöyle buyurur:

“Onlar, Kur’ân’ı inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerin üzerinde üst üste kilitleri mi var?” (Muhammed, 24)

Mesele canlı bir Kur’ân olabilmek.

O zaman;

Kâinattaki sırrî hikmetler, ayân ve âşikâr olmaya başlıyor. Rûhânî temizlik ve berraklık tecellî ediyor. Tabiî ki maddî temizlik de bunun bir özü, temeli. Bu bakımdan;

“Temizlik, îmandandır!” buyurulmuştur.

Sâdık ve sâlih kullar; Allah katında hem dış dünyaları tertemiz, hem de iç dünyaları tertemiz olanlardır. Cenâb-ı Hak, bütün kullarının böyle olmasını arzu ettiği için buyurur ki:

يَا اَيُّهَا الَّذ۪ٖينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ
وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقٖ۪ينَ

“Ey îman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119)

Bu itibarla mü’min, sâdıklarla beraber olmaya gayret edecek ve her hâliyle; dış dünyasıyla, iç dünyasıyla bir nezâket, bir zarâfet, incelik, derinlik sergileyecek ve İslâm’ın güler yüzüyle, insanlığa, bütün mahlûkata tebessüm hâlinde olacaktır.

Çünkü;

Kabir hayatımız, dünya hayatımıza göre şekillenecektir. Âhirette ne sûrette haşrolunacağımız, o anki sîmâmız ve bedenimizin hangi hâlde olacağı da dünyadaki mânevî hayatımıza göre şekillenecektir.

Kıyâmet; çok büyük bir dehşet sahnesi, korkunç bir infilâk. Fakat o infilâk ve dehşet, dünyada istikamet ehli olan mü’minlere zarar vermeyecek. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Şüphesiz; «Rabbimiz Allah’-tır.» deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, size va‘dolunan cennetle sevinin!» derler.” (Fussılet, 30)

Öyleyse âhirette kurtuluşun yolu, bu dünyada kazanılacak.

Çünkü;

KABİRDE KAZANMA YOK!

Âhirette de kazanma yok! Kazanç yeri sadece bu dünya…

Allâh’ın dînini ve Peygamber Efendimiz’in sünnetini yaşama noktasında ne kadar gayret içindeyiz ki; kıyâmet günü Efendimiz bize şâhit olsun.

O Peygamber ki, bize şefkatle dolu…

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere Raûf ve Rahîm’dir (çok şefkatli ve merhametlidir.)” (et-Tevbe, 128)

Ömrümüzün her ânında; bizim için şefkat ve merhamet dolu, rakîk bir sîne olan Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ümmet olmak lutfuna erişmiş olmanın saâdet ve sürûru içinde olmalıyız. Fânî kaygı ve endişelerin girdabında boğulmamalıyız.

Düşünmeliyiz; Efendimiz’e ümmet olmaktan daha büyük bir armağan, bundan büyük bir mazhariyet ve ikram düşünülebilir mi?

Efendimiz, bizim için sadece uhrevî bir rahmet vesilesi değil; O’na muhabbetle tâbî olmak, insanı dünya hayatının her türlü mihnetinden de halâs eder.

O Gönüller Tabîbi’nin sadra şifâ, kalbe devâ olan hikmet, sır ve mârifet dolu ifadeleri, davranış ve tavsiyeleri; bizim için hem bedenen, hem rûhen âb-ı hayat hükmündedir. O’nun cennet rûhâniyetli nefesleri, feyizli telkinleri; takip olunduğu takdirde, bizim için en hakikî sıhhati, selâmeti, huzûru temin edecek yegâne ilâçtır.

Çünkü O’nun latîf ve pürşifâ nefesi; câhiliyyeyi, asr-ı saâdete; hummâlı Yesrib’i, tozu-toprağı şifâlı, münevver Medîne’ye, bedenleri kirli ve ruhları lekeli câhiliyye insanını da tarihin bir misline şâhit olamadığı müstesnâ bir fazîletler medeniyetini tesis eden sahâbe-i kirâma döndürdü.

O’nun şifâsı hem mânevî, hem zâhirî…

Hem bedenî hem rûhî…

Bu sebeple, Hazret-i Âdem’den Hazret-i İsa’ya enbiyânın tamamı da dâhil olmak üzere bütün insanlık; dertlerine dermanı, sadırlarına şifâyı Efendimiz’in muhabbetini vesile ederek istemiştir.

Es‘ad Erbilî Hazretleri, ümmet-i Muhammed’e tercümân olarak ne güzel seslenmiştir:

SEN’DEN DEVÂ İSTER…

Yetiş imdâda ey Şâh-ı Risâlet rûz-i mahşerde
Ki, derd-i bî-devây-ı mâsiyet Sen’den şifâ ister.

“Ey Peygamberlik Şâhı, mahşer gününde imdâda yetiş. Çünkü tedavisiz bir dert olan günah ve isyan; Sen’den şifâ ister.”

Hadîs-i şerifler, Efendimiz’in ashâbını şifâya kavuşturduğu birçok misâli hâvîdir.

Aşere-i mübeşşereden Sa‘d bin Ebî Vakkās -radıyallâhu anh- Vedâ Haccı yılında Mekke’de şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu sahâbîyi ziyarete geldi. Vasiyetle ilgili bir konuşmadan sonra Sa‘d Hazretleri;

«–Yâ Rasûlâllah! Arkadaşlarım gidip de ben kalacak mıyım? (Burada ölecek miyim?)» diye sordu. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

«–Hayır, sen burada kalmayacaksın. Allah rızâsı için güzel işler yaparak yükseleceksin. Allah’tan öyle umuyorum ki, daha nice yıllar yaşayarak kimi insanlar (mü’minler) senden fayda, kimileri de (kâfirler) zarar görecektir…» (Buhârî, Cenâiz, 36) dediler ve duâ buyurdular:

“Rabbim, Sa‘d’ı iyileştir!” (Müslim, Vasâyâ 8)

Hazret-i Sa‘d, hayatından ümidini kestiği ve vasiyet etmeye hazırlandığı bu hastalıktan sonra; Efendimiz’in pürşifâ ve müstecâb duâsı sebebiyle 45 sene daha yaşamış, İslâm’a ve müslümanlara pek çok hizmetler etmiş ve fetihlere katılmıştır.

Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şifâ mûcizesinden istifâde eden bahtiyarlardan biri de Hazret-i Ali-radıyallâhu anh-oldu.

Hayber Muhasarası günleriydi. Müslümanların bir hayli zorlandığı, hücumlarının geri püskürtüldüğü, yorgun ve bitkin düştükleri bir esnada Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şöyle buyurdu:

“Yarın sancağımı öyle bir kimseye vereceğim ki, onun elleriyle Allah, Hayber’in fethini ihsan buyuracak. O kimse, Allâh’ı ve Rasûlü’nü sever; Allah ve Rasûlü de onu sever!”

Gazveye iştirâk eden ashâb-ı kiram, sancağın aralarından kime verileceğini düşünüp konuşarak geceyi geçirdiler. Sabah olunca, Allah ve Rasûlü’nün muhabbetine nâil olabilmek ümîdiyle sancağın kendisine verilmesini arzu eden bütün sahâbîler Rasûl-i Ekrem’in huzûruna koştular. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-

“Emirliği o günkü kadar hiçbir zaman arzu etmedim. Beni çağırır ümîdiyle Rasûlullâh’a kendimi göstermeye çalıştım durdum.” demiştir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sancağı vermek üzere Hazret-i Ali’yi çağırdı. Hazret-i Ali’nin gözleri ağrıdığından, onu koluna girerek getirdiler. Rahatsızlığı sebebiyle ayağının bastığı yeri dahî göremeyecek bir hâldeydi.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ali -radıyallâhu anh-’ın bu durumunu görünce, onun ağrıyan gözlerine okuyarak mübârek nefesleriyle üfledi.

Allâh’ın Arslanı Hazret-i Ali, bi-iznillâh, şifâ buldu. Bundan sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ona zırh giydirip sancağı vererek şöyle buyurdu:

“Yâ Ali! Haydi ilerle! Allah fethi müyesser kılıncaya kadar sağa-sola bakınma!” (Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 32-34; Heysemî, VI, 151)

Efendimiz, şifâlı duâsıyla, âb-ı hayat olan sünnet ölçüleriyle hem ashâbına hem de kıyâmete kadar gelecek olan ümmetine şefkatle muâmele etmiştir.

Bir başka ifade ile Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizim için, dünyada da âhirette de, bir mânevî kalkan, bir;

EMNİYET VESİLESİ

Efendimiz kendi lisanıyla ümmetine olan şefkat ve merhametini bildiriyor:

“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesilesiyim. Vefât ettiğimde ise, kabrimde; «Yâ Rabbî, ümmetî ümmetî!..» diye ilk Sûr üfürülünceye kadar nidâ edeceğim…” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)

Yine buyuruyor:

“Hayatım sizin için hayırlıdır; benimle konuşursunuz ve size (ilâhî vahiy ve hükümler) bildirilir. Vefâtım da sizin için hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir. Güzel bir amel gördüğümde, Allâh’a hamd ederim; kötü bir şey gördüğümde de sizin için Allâh’a istiğfâr ederim.” (Heysemî, IX, 24)

O’nun bize yakınlığı… Bizim O’na yakınlığımız ne kadar?

Ömrümüzü O’nun ömrüne, hayatımızı O’nun hayatına, ailemizi, yuvamızı O’nun mübârek saâdethânelerine benzetebildiğimiz ölçüde; dünyada da âhirette de Efendimiz’in şefkat kanadı, bizleri; nefsimizin ve bütün şerlilerin şerrinden muhâfaza buyuracaktır.

Çünkü muhabbet, itâat ister… Muhabbet; ittibâ, yani sevilenin her şeyine tâbî olmayı îcâb ettirir… Yine muhabbet; ittikā, yani sevenin, sevdiğini incitme korkusu ve endişesiyle dolarak, takvâ hayatında istikamet üzere olmasını îcâb ettirir. Allâh’ı ve Rasûlü’nü seven, ebedî hayatta, Habîbullâh’a komşu olarak Allâh’ın cemâlini seyretmek isteyen, sevdiklerinin yanında en değerli olmak ister…

Hâsılı;

Muhabbetin kantarı fedâkârlık… Îmânın gücü fedâkârlıkla artıyor. Allâh’a ve Rasûlü’ne olan muhabbetimiz; bize canımız, malımız ve her türlü imkânımızı Allah yoluna seferber etmek hususunda, ne ölçüde fedâkârlık yaptırabiliyorsa; muhabbetimizin kuvveti, kıvâmı o derecededir. Rabbimiz, bizlere bu hususta fiilî kıstas olarak muhâcir ve ensarı nümûne olarak gösteriyor. (et-Tevbe, 100)

Cenâb-ı Hak, bizlere «muhabbetullâh»ın iktizâsı olan, Efendimiz’e ittibâ husûsunda sahâbe-i kiram ve Allah dostlarının iştiyâkından hisse alabilmeyi nasip buyursun.

Bizleri Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünnetine sarılarak dünyada ve âhirette sıhhat ve selâmet, şifâ ve şefâate kavuşan bahtiyarlardan eylesin.

Âmîn!..