TEVHİD ÜZERE

İrfan ÖZTÜRK

Ey kardeş! Bu dünyaya ne için geldiğinin idrak ve şuuruna varan; bu fânî âlemde iken Allah Teâlâ’nın münâdîlerine kulak vererek onlara îman eden ve bu âlemden ne için gittiğini anlayabilmek nimet ve mazhariyetine eren; bu fânî âleme kimin tarafından getirildiğini ve kimin tarafından götürüldüğünü düşünebilen; bir damlacık su parçasından ibaret bir nutfe iken; ana rahminde kudret fırçasıyla tersim edeni, göz verip göstereni, dil verip konuşturanı, kulak verip işittireni, akıl verip düşündüreni, tefekkür sahibi kılanı; el, kol, ayak ve sâire gibi bütün uzuvlarımızı birbirine denk, birbirine uygun güzellik ve özellikte yaratanı; dudak, burun, diş, ağız, mide, bağırsak, deri, kıl, kuvvet, sıhhat ve âfiyet, irfan, his, merhamet, şefkat, okumak ve yazmak, söylemek, hayat gibi sayısız nimetleri bahş ve ihsan buyuranı ve bütün bu lütuf ve ihsanlarını meccânen îtâ ve ikram eyleyen Allâh’ı tanıyanlar; O’nun varlığını ve birliğini tasdik edenler, O’na kulluk ve ibâdette bulunanlar, elbet bâkî âlemde hak ettikleri mükâfatı hazır bulacaklardır.

İnsan kendi cinsinden bir insandan alacağını istese ve borçlu olan da hemen borcunu ödese, vazifesini yapmış olduğu hâlde alacaklının kendisine teşekkür etmesi lâzımdır ve insanlık icabıdır.

Şu hâlde gerçekten insan isen seni yoktan var eden Rabbine nasıl teşekkür etmezsin? Sana bir bardak ayran veya çay ikram edene teşekkür etmek de elbet insanlık görevindir.

Fakat sana o ayran veya çay bardağını tutacak el, onu içecek bir ağız, tad alacak bir damak, hazmedecek mide, içindeki faydalı maddeleri emecek on iki parmak bağırsağı, işe yaramayan kısmı süzecek bir çift böbrek ve dışarı atacak organ bahş ve ihsan buyuran Allah Azîmü’ş-şâna teşekkürün yok mu?

Sana paranla ayakkabı yapan bir kunduracıya tam istediğin gibi bir çift ayakkabı yaptığı için teşekkür ediyorsun. Sana o çok beğendiğin ayakkabıları giymek için vücuduna uygun bir çift ayak bahş ve ihsan buyuran Rabbine teşekkürün yok mu?

Sana bir elbise veya pardesü hediye eden için ayağa kalkıyorsun.

O elbiseyi giydiğin mütenasip bedeni meccânen ihsan buyuran Hâlık’ın için hâlâ kıyam etmeyecek misin?

Sana yemek yedirene, kuvvetini, ilmini ve çalışmanı değerlendirerek sana belirli bir ücret ödeyene karşı eğiliyorsun da, o ilmi öğrenmen için akıl ve idrak, bildiğini tatbik etmek için kuvvet ve sıhhat, çalışman için hayat bahş ve ihsan buyuran Rabbine neden rükû ve secde etmiyor ve üstelik haddini bilmeden;

“Namazda ne varmış? İnsanın kalbi doğru ve temiz olmalı!” diyebilmek cür’etinde bulunabiliyorsun?

Cami-i şerîfe gelirken, namazda ütüsü bozulmasın, dizleri yıpranmasın diye eski pantolonunu giyiyorsun da, sana o pantolonu giymek için bahşettiği iki kıymetli uzvunu geri alıverirse, kıyamadığın o pantolonunu nerene giyeceğini neden düşünmüyorsun?

Bir kolun üç metre, diğeri yarım metre olsaydı ne yapardın?

Alt dudağın bir kilo, üst dudağın ince ve küçük kalsaydı; o inci gibi dişlerin irili-ufaklı ve eğri-büğrü dizilmiş olsaydı; başındaki saçlar uzadıkça urgan gibi kalınlaşsaydı; kaşların ve kirpiklerin ya hiç olmasaydı veya gözbebeklerini kapatacak derece uzasaydı… Hâsılı bütün uzuvların birbirine denk, biçimli, muvazeneli ve mütenasip olmasaydı hâlin nice olurdu?

Bülbül gibi şakıyan dilin, ağzına sığmayacak kadar uzasaydı; gözlerinin birisi anormal şekilde büyüseydi ve kapakları da bulunmasaydı; içtiğin suyu, yediğin yemekleri hazmedecek, artıklarını dışarı atacak organların olmasaydı; bir ayağın elli kilo ve diğeri küçük olsaydı; başın değirmen taşı kadar büyüseydi… Nasıl sıkıntılara düşeceğini, nelere katlanacağını gözünün önüne getirebiliyor musun?

Vücudun insana ve başın herhangi bir hayvana yahut vücudun herhangi bir hayvana ve başın insana benzeseydi ne acayip bir görünüşün olacağını akıl edebiliyor musun?

“Ben bütün bu saydıklarının hiçbirini istemem!” diyebilir miydin?

Desen bile, Hâlık seni böyle yaratsaydı, bu itirazın neye yarardı?

Sen ki insansın! Mahlûkatın en şereflisi ve üstünü olarak yaratılmışsın!

Böyle olduğu hâlde, başına tatsız bir iş gelse, herhangi bir musibete uğrasan, utanıp-sıkılmadan Rabbini kullara; yani Hâlık’ını mahlûka şikâyet ediyorsun…

Sana bahş ve ihsan buyurulan nimetlerden habersiz ve gafil, sana bütün bunları hiçbir karşılık beklemeden verenden yakınıyor, sızlanıyorsun. Bu davranışın isyan değil de nedir? «İsyan etmiyorum.» diyemezsin.

Zira mutî olsan sana bu ihsanlarda bulunandan şikâyetçi olmaz, Rabbine hamd ve senâ eyler, şükranlarını arz edersin. Böyle yaparsan; ebedî hayat senin, cennet senin, cemal senin, rıdvan senin olur.

Cennet ve cemal böyle hareket eden sâlihlere, âbidlere, âşıklara, âriflere, Allah Teâlâ’nın dostu olanlara, Hak velîlerine bahş ve ihsan buyurulacaktır.

Ey kardeş, kendine gel, gaflet uykusundan uyan! Başın teneşire vurduğu gün, nasıl olsa uyanacaksın ama iş işten geçmiş olacak. Sana bunca nimetler bahş ve ihsan buyuran Rabbine kıyam, rükû ve secde et! Seni kurtaracak cennetin anahtarı olan, cehennemin kapılarını kilitleyen, ateşi senden uzak eden, tevhîdi dilinle ikrar ve kalbinle tasdik eyle!

Dînin özü, mü’minin virdi olan kelime-i tevhid, iki kanat gibidir. Bu kanatları takınanlar, cennete uçarlar, Allah Teâlâ’nın dostu, Allah Rasûlü’nün sevgilisi olurlar.

Şu hâlde ey kardeş, bugünden tezi yok Rabbinin emirlerini tutmaya ve nehiylerinden kaçınmaya çalış, Rabbini zikr ile tesbih etmeye alış!

Başta anan ve baban olmak üzere; dostların, ahbapların, yakınların, konu komşun, birer-ikişer kabre giriyor ve amelleriyle baş başa kalıyorlar. Bunları görüp bildiğin, akın akın âhirete göçenleri gözlerinle gördüğün hâlde, neden uyanamıyor, neden derlenip toparlanamıyorsun?

Dünya, âhiretin tarlasıdır. Senin ve benim vücutlarımız bu tarlanın ekinleridir. Azrâil -aleyhisselâm-’ın harbesi orağıdır. Mezarlar, Azrâil -aleyhisselâm-’ın biçtiği bu insan ekinlerinin demet olduğu yerdir. Cennet ve cehennem de bu mahsulün ambarlarıdır. Bunu sakın unutma!

Vaktiyle, bir ağa bütün ömrünü günah ve mâsiyet bataklıklarında çürüttüğü hâlde; cennet ve mağfiret umduğunu söyler dururdu. O ağanın sûrette köle ve hakikatte sultan olan bir kölesi vardı. Bir yaz mevsimi başlangıcında ağa, kölesine tarlalarını göstererek;

“Şuraya fasulye, şuraya domates, şuraya da buğday ek!” diye tâlimatlarını verdi. Köle ise, bütün tarlalara arpa ekti. Aradan aylar geçti, ekin zamanı oldu. Ağa başladı tarlalarını dolaşmaya. Bir de ne görsün! Emrettiği buğday ve sebzeler yerine her yer arpa dolu! Fena hâlde kızdı, hemen kölesini çağırdı, bağırmaya başladı:

“–Sen kim oluyorsun da, benim emrimi dinlemiyorsun? Ben sana; «Şuraya fasulye, buraya domates, öteye buğday ekeceksin!» dememiş miydim?”

Hırsını yenemeyerek elindeki kırbacı da kaldırınca, kölesi;

“–Dur ağam vurma!” dedi. “Evet, suçumu itiraf ediyorum. Söylediklerinize uymayarak bütün tarlaya arpa ektim ama hepsinin arpa çıkacağını hiç düşünemedim. Öyle sandım ki, bütün tarlalara arpa ekecek olursam, emir ve işaret ettiğiniz yerde fasulye, domates ve buğday da çıkar. Hâlbuki tahmin ettiğim gibi olmadı.”

Ağa, kölesinin bu garip özrü üzerine kahkahayı bastı:

“–Sen ya adamakıllı delirdin veya hep böyle ahmağın tekiydin! Be adam, hiç arpa ekilen bir tarladan fasulye, domates veya buğday mahsulü alınır mı? Bilmiyor musun ki, bir tarlaya ne ekersen, onu biçersin.” dedi. Bunun üzerine köle boynunu büktü;

“–Bağışla ağam.” dedi. “Ben bunu sizden öğrendim.”

“–Terbiyesizin zoruna bak, ben sana ne zaman böyle bir şey söyledim veya öğrettim?”

“–Evet ağam, sakın kızma! Ben bu işte aynen sizi taklit ettim. Başıma bu iş geldi.”

“–Halt etmişsin, sen şimdiye kadar benim böyle akla sığmaz, mantıksız bir şey yaptığımı gördün mü?”

“–Gördüm ağam gördüm. Siz daima Allah Teâlâ’ya karşı isyan ve çeşitli günahlar işlediğiniz hâlde cennet umuyorsunuz. Evet buyurduğunuz doğrudur. İnsan ne ekerse onu biçer. İşte gördünüz, arpa ektim arpa çıktı. Bir tek sap bile yanılıp fasulye, domates veya buğday olmadı. Şu hâlde, dünya da âhiretin tarlası olduğuna göre, burada da ne ekersek, orada onu biçeceğimiz muhakkaktır. Eğer benim ektiğim arpa yerine buğday ve diğer sebzeler çıksaydı, siz de bunca mâsiyetinize rağmen cennet ve rızâ bulurdunuz.”

Ağa, kölesinin bu ikaz ve irşadı üzerine gafletten uyandı. Ağlayarak;

“Sen köleliğe lâyık değilsin, senin hürriyetini vereyim ki, Allah Teâlâ da beni bağışlasın!” dedi ve kölesini âzad ederek hak yoluna girdi.

Ey kardeş!

«Aklım başımda ve ibret gözümde» diyenler için bu kıssamızda ibret alınacak dersler vardır. Âhirete îman eden, bu âlemi fânî bilendir. Ne var ki, bu fânî âlemin gecesi ve gündüzü, îmanlı kullar için bir ganimet ve fazl u rahmettir.

O hâlde bir nefesi bile boş geçirmemeli, ömür sermayesinin her lâhzasını Hakk’a ibâdet ve tâatle geçirmeli, rızâ-yı ilâhîyi tahsil için gayret etmelidir. Ömür dediğin, göz açıp kapayıncaya kadar geçer.

Öyle ise ecel şarabını içmeden, bu âlemden göçmeden, sayılı nefesler boşuna gelip geçmeden; güzel ve hayırlı ameller işlemeli, geçimleriyle mükellef bulunduğumuz evlât ve iyâlimize temiz ve rahat bir hayat sürdürmeye çalışmalıyız.

Kıldığımız her namazın, ömrümüzün son ibâdeti olabileceğini, yaptığımız her hayrın bu fânî âlemde yapabileceğimiz son hayırlı iş olacağını düşünmeli ve her gece yatağımıza girince, bunun son uykumuz olmasının muhtemel bulunduğunu hatırlamalıdır. Zira, ölüm ansızın çıkagelir. Azrâil -aleyhisselâm- her gün, her an bizleri takip etmektedir. Ne zaman, nerede ve nasıl karşımıza çıkıvereceği hiç belli olmaz. Bunun için kula gereken daima ölüme hazırlıklı, yolculuk için tedarikli bulunmaktır.

Ey kardeş! Yolcuyuz hazırlansana,
Bu fânî dünyadan göçeriz bir gün,
Ölümden kurtuluş yoktur insana,
Omuzlar üstünden geçeriz bir gün…

Duydun mu ecele çare bulanı,
Bu dünya üstünde bâkî kalanı,
Hazırla kendine lâzım olanı,
Elvedâ bayrağı açarız bir gün…

Gerçek bu olduğuna göre, tövbe istiğfara devam etmeli, tevhid ve salât ü selâmı dilimizden eksik etmemeli, kulluk makamında dâim ibâdet ve tâatte kâim olmalıyız.

Allah Teâlâ’nın, her biri bizler için büyük bir ihsan ve inâyet ve mahz-ı rahmet ve bereket olan emirlerine hakkıyla ve lâyıkıyla uymalı, kulluk görevinin şan ve şerefini nefsimizde duymalıyız.

Kulluk görevlerimizin en başında da, Rabbimizin nehyettiklerinden kaçmak ve sakınmak gelir.

Zerre kadar bile olsa bütün hayırlara koşmalı, zerre kadar bile olsa bütün şerlerden kaçmalıyız.

Hâsılı Azrâil -aleyhisselâm- emr-i ilâhî ile geldiği zaman bizi bu hâl üzere bulmalıdır.

Bir hadîs-i kudsîde;

“Ey âdemoğlu hangi günahın seni cehenneme ve hangi sevabın seni cennete götüreceğini bilmezsin.” buyuruluyor.

Öyleyse günahın her çeşidinden kaçmak ve sevabın her çeşidini işlemek vazifemiz olmalı.

İmam Rabbânî -kuddise sirruh- Hazretleri;

“İnsan nâfileleri farz gibi kabul edip işlemedikçe, mekruhları -velev ki tenzîhî olsun- haram gibi kabul edip terk etmedikçe kemâlin zirvesine eremez.” buyuruyorlar.

Cenâb-ı Hak; farzlarıyla, vacip ve sünnetleriyle âdap ve erkâna uygun bir şekilde ihlâs ile amel hâlinde ömrümüzü kelime-i tevhidle tamamlamayı nasip ve mukadder eylesin.

Âmîn!..

Rızâsına erdirsin,
Bizleri yüce Allah,
Son nefeste dedirsin
Lâ ilâhe illâllah.

Nasihat ettim sana,
Uygula hayatına,
Allâh’ına kulluk et;
Uyma nefs u şeytana!

(Gülzâr-ı İrfan)