MEVLÂNÂ HAZRETLERİ’Nİ DOĞRU ANLAMAK

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Mevlânâ -kuddise sirruh- Hazretleri’nin asıl adı Muhammed, lakabı da Celâleddin’dir. 1207 tarihinde, o zamanın kültür merkezlerinden olan Horasan’ın Belh şehrinde doğdu. Sonradan «efendimiz» mânâsına gelen «Mevlânâ» unvânı ile meşhur oldu. Çocukluk yıllarından sonraki ömrünü, o zamanki adıyla «Diyâr-ı Rûm»da geçirdiği ve Konya’yı vatan edindiği için «Rûmî» sıfatıyla anılmıştır. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- soyundandır. Babası Sultanü’l-Ulemâ Muhammed Bahâeddîn-i Veled, devrinin büyük âlimlerindendir. Halkın kendisine olan teveccühünü çekemeyenler, O’nu Sultan Harzemşah’a birçok tezviratta bulunarak şikâyet ediyorlar. Bunun üzerine Sultan;

“Bir iklimde iki sultan gerekmez; eğer kabul ederseniz memleketimi size terk ederek başka bir ülkeye gideyim. Yoksa, sizin başka bir beldede neşr-i ilim etmeniz münâsip olur.” deyince, Sultanü’l-Ulemâ durumu kavrayıp şöyle nazikâne bir cevapta bulundu:

“Fânî âlemin mülkleri, tacı, tahtı ve saltanatı, hazine, define ve askerleri padişahlara lâyıktır. Bizler ilim adamı ve dervişleriz. Biz gönül hoşluğuyla buradan göç edelim; sultanımız ikliminde saltanat ve haşmetiyle müstakil bulunsun.” Sonra halk arasında bir kargaşa ve tefrika çıkmasın diye, bunun kaderin bir cilvesi olduğunu beyanla, cemaate huzur ve sükûn tavsiyesiyle, birçok müessir nasihat ve tavsiyelerde bulunarak sefer hazırlığına başladı.

1212 yılında Sultan Bahâeddin Veled Hazretleri, has maiyyeti ve aile efradıyla beraber Bağdat’a müteveccihen yola çıktılar. Nişâbur’da Feridüddîn-i Attar Hazretleri’yle görüştüler. O, çocuk yaşta olan Celâleddin’i işaret ederek;

“Bu çocukta bir nûr-i ilâhî ve yaratılışında bir istîdat var. Deniz, gölün arkasına düşmüş gidiyor.” diyerek «Esrarnâme» adlı kıymetli kitabının bir nüshasını hediye eder. Kafile Bağdat’ta büyük bir teveccühle karşılanır. Burada devrin büyük âlim ve mutasavvıflarıyla görüşürler. Hac mevsiminde, Mekke-i Mükerreme’de hac farîzalarını yerine getirdikten sonra, Medîne-i Münevvere’de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in misafiri olmakla şereflenirler. Aldıkları mânevî işaretle, Anadolu’ya ulaşmak niyetiyle yola çıkarlar. Uğradıkları her yerde, yine halkın ve âlimlerin teveccühleri ve beraber olmaları yönündeki ısrarlarıyla karşılaşırlar. Kararları üzere; Şam üzerinden Erzincan, Sivas, Kayseri ve Niğde’ye uğrayarak, şimdiki Karaman denilen Lârende’ye gelirler. Sultanü’l-Ulemâ, Karaman’da 7 yıl süren ikametlerinde, burayı bir ilim ve irfan merkezi hâline getirir.

Sultan Alâaddin’in ısrarlı davetleri üzerine, Sultanü’l-Ulemâ, ailesi ve yakınlarıyla beraber Konya’ya geçmeye karar verir. Sultan ve maiyyeti ile halk tarafından, son derece hürmetle karşılanan aile, Belh’ten ayrılışından 10 sene kadar sonra, son menzilleri Konya’ya varmış olur. Böylelikle, kader-i ilâhî tecellî eder; Anadolu ufkundan dünyaya bir dolunay doğar. Mevlânâ -kuddise sirruh- Hazretleri, babasının vefatı üzerine, O’nun yerini alır. Oğlu Sultan Veled, bu yeni durumu şu beyitle kaydeder:2

“Padişah Celâleddin, babasının yerine geçti oturdu; yeryüzü halkı ona yüz tuttu.

Babası gibi zâhitti, bilgindi; bütün bilginlerin başı, başbuğuydu, padişahıydı.”

Hazret-i Pîr, hususî olarak Karaman’a gelen, babasının tilmizlerinden, Horasan’ın ilim güneşi Seyyid Burhaneddin’den 1 yıl mânevî terbiye aldı. Daha sonra Halep ve Şam’a gidip 4 yıl çeşitli ilimler tahsili ile kemâle ererek Konya’ya döndü. Bir ilim merkezi olan burada, büyük itibar kazanarak, kıymetli bir çevreye sahip oldu. Ancak içinde gideremediği bir mânevî boşluk hisseden Mevlânâ Hazretleri, bu derdinin dermanı olarak, bir gün Şems-i Tebrîzî Hazretleri’yle karşılaşır. Aslında birbirini arayan bu iki rûhun buluşması; «iki denizin birbirine kavuşması olarak» tavsif edilir. Ancak iki yıl kadar devam eden bu mesut beraberlik, onların hâlini anlayamayan ve Mevlânâ Hazretleri’ne hasret kalan yakınları tarafından bozuldu. Konya’yı terk eden Şems-i Tebrizî, hasret ateşine dayanamayan Mevlânâ Hazretleri’nin ısrarlarıyla tekrar Konya’ya avdet ettiyse de, kısa bir zaman sonra ortadan kayboldu.

“Hakikat yoldaşını yitiren Mevlânâ, bundan sonra kendi âlemine çekilerek ilâhî aşkın ateşiyle gün-be-gün yanıyor. Rabbine karşı yalnızca ibâdet etmekten nur ve feyz alıyor, coşuyor, taşıyor; beyitler, rubâîler söyleyip, pervâneler gibi cevelân ederek ilâhî şevkin galeyânını teskin etmeye çalışıyordu. (…) Dağların, taşların ve hattâ yerin ve göğün tahammül edemediği cezbe ve muhabbete tahammül hiç de kolay değildi. O, bu muazzam sıkleti ancak semâ‘larla biraz olsun teskin edebiliyordu. Ve ehlullah mezhebinde hakikî semâ‘ın mânâsı da budur. Gayr-ı irâdî ve cezbe-i Rabbânî ile husûle gelir. Bu kutsî hâli taklit ederek âdet hâline getirmekte menfaat olmadığı gibi, mahzurları da olabilir.”3

Nitekim;

“Hayber’in fethi gününde Habeşistan hicretinden dönen Cafer-i Tayyar -radıyallâhu anh- Hazretleri de, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

«Hayber’in fethi ile mi, Câfer’in gelişiyle mi sevineyim, bilemiyorum.» buyurarak alnından öptüklerinde, vecde geldi. Masum bir çocuk gibi sevincinden oynamaya başladı ve kendinden geçti. Mevlevîlikteki zikirde vecd hâline geldikten sonra başlayan semâ‘ hareketi de, bu hâdiseden mülhemdir.”4 Bu cümleden olarak O’nun semâ‘ı, zerreden kürreye bir ölçü çerçevesinde muntazaman dönen uçsuz-bucaksız kâinatla, bir bütünleşme meyânında da düşünülebilir.

Hayatını aşk ve muhabbet ateşiyle yanan bir mum misali, etrafını aydınlatarak geçiren Mevlânâ Hazretleri, 17 Aralık 1273 tarihinde güneşin batışı ile beraber Rabbine kavuştu. “Benim için ağlamayın; âşık, mâşukuna kavuşuyor.” buyuran bu Hak aşığının irtihal günü, «şeb-i arûs» (düğün gecesi) olarak adlandırılmıştır. Devlet erkânı ve ulemâ başta olmak üzere, bütün Konya halkının katıldığı cenaze namazını, vasiyeti üzerine Şeyh Sadreddin Konevî Hazretleri kıldıracaktı. Ancak O’nun bir istiğrak hâliyle kendisini kaybetmesi üzerine, Kadı Serâceddin Hazretleri bu vazifeyi ifâ etti.

Mevlâna Hazretleri’nin en meşhur eseri bilindiği üzere Mesnevî’dir. Bundan başka 46 binden fazla beyit ihtiva eden ve bütün veçheleriyle ilâhî aşkın terennüm edildiği Dîvân-ı Kebir, va‘z ve nasihatlerinin toplandığı Mektûbat, Mecâlis-i Seb‘a ve Fîhi Mâ Fih eserleri vardır. Baştaki beyitlerinden sonrası, Hüsameddin Çelebi tarafından kayda geçirilen Mesnevî 26 bin beyit olup, Osmanlılar zamanında, camilerde Kur’ân-ı Kerim’den sonra en yaygın olarak okunan üç kitaptan birisidir.

Bu eser; ilim, irfan, îman ve aşk volkanıdır. Yavuz Sultan Selim’in Şeyhülislâmı İbn-i Kemal’e isnad edilen şu kıssaya bakınız:

“Ben rüyamda Rasûl-i Ekrem’i gördüm; elinde Mesnevî tutarak diyordu ki:

«Çok mânevî, (tasavvufî) kitaplar tasnif olundu; fakat bunlar içinde Mesnevî gibi bir eser yazılmadı.» (…)”

Mevlânâ Hazretleri, Mesnevî için:

“Bizim Mesnevîmiz, vahdet dükkânıdır. Onda «Bir»den başka ne görürsen puttur.” der. Evet Mesnevî bir şeyden bahseder; o da Allah’tır.5

Mevlânâ Hazretleri; ihtifallerde, folklorik bir unsur olarak semâ‘ ve tasavvuf mûsıkîsi ile temsil ediliyor; şairliği, mütefekkirliği, insan severliği (hümanizm) ile tanıtılıyor; birtakım hatalı akımlar için -hâşâ- önder olarak takdim ediliyor. Ancak; bu hususlar, O’nun yüce şahsiyetini ne ölçüde tanımlayabilir? Bunlar, asırların ötesinden günümüz dünyasına feyz vermek için kâfî midir?

Mevlânâ Hazretleri’ne izâfe edilen şu rubâînin, O’nun eksik veya yanlış anlaşılmasında önemli tesiri olmaktadır:

“Gel, gel her ne olursan yine gel;
Eğer kâfir, mecûsî, putperestsen yine gel.
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz defa tövbeni kırsan yine gel.”

Ancak bu şiirin, Mevlâna Hazretleri’nin ifade tarzına aykırı olmadığı da bir gerçektir. Çünkü herkese kucak açmak, insanları ye’se düşürmemek cihanşümûl İslâm Dîni’nin de bir muktezâsıdır. Merhamet, insanlarda mânevî seviyelerine göre derece derece tecellî eden ilâhî bir sıfattır. Bir misal olarak zikredilirse; Bâyezîd-i Bistâmî -kuddise sirruh- Hazretleri şöyle anlatıyor.

“Zamanımda binlerce velî vardı. Fakat asrın kutupluğu bir demirciye verilmişti. Ben bunun sır ve hikmetini anlayamadığım için taaccüp ve hayranlık içindeydim. Bir gün, bu demirci Ebû Hafs’ın dükkânına vardım. Dertliydi. Dedim ki:

«–Derdin nedir? Söyle de çare arayalım.»

Dedi ki;

«–Acaba kıyâmet gününde bu kadar Allâh’ın kulunun bunca günahlarıyla hâlleri nice olur? İşte benim derdim bu.» Bunları söylerken ağlıyordu. O kadar içli ağladı ki; beni de ağlattı. Asrın kutupluğunun niçin böyle bir demirciye verildiği hakkındaki hayretim böylece zâil oldu.

«–Halkın azap çekmesinden sana ne?» dediğimde şunları söyledi:

«–Bana ne mi? Benim yaratılış mayam, şefkat suyuyla yoğrulmuştur. Bütün cehennemliklerin azabı bana yükletilse ve onlar affolunsa, ben memnun olur, derdimden kurtulurum.»

Nitekim, Hazret-i Pîr de;

“Yâ Rabbi; yarın âhiret gününde benim vücudumu öyle büyüt ki; cehennemini doldursun da, orada başka kimseye yer kalmasın.” diye ağlayan mübârek ceddi Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın bu ulvî sıfatına, bütün Hak dostları gibi teselsülen vâris olmuştur.

Mevlânâ -kuddise sirruh- Hazretleri, bir rubâîsinde kendisini şöyle ifade ediyor:

“Ben sağ olduğum müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim,
Ben Muhammed Muhtâr’ın yolunun tozuyum.
Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse;
Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım.”

Yine bir rubâîsinde, insan rûhu için en yüksek makamı, kendi şahsında şöyle ortaya koyar:

“Ben kul oldum, kul oldum. Kulluk vazifemi lâyıkıyla edâ edemediğim için, mahcubiyetimden başımı öne eğdim. Her köle âzâd olunursa sevinir, mesrur olur. Ben sana ne zaman kul olursam o vakit sevinir şâd olurum yâ Rabbi.”6 Başka hangi söz, O mübârek şahsiyeti böylesine özlü resmedebilir? Hele kendisinin şu vasiyeti, O’nu tanımak isteyenler için hem bir delil, hem de bir kurtuluş reçetesi hükmündedir:

“Size, gizlide ve açıkta Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, isyan ve günahları terk etmeyi, oruç tutmayı, namaza devam etmeyi, sürekli olarak şehveti terk etmeyi, bütün yaratıklardan gelen cefaya tahammüllü olmayı, aptal ve cahillerle oturmamayı, güzel davranışlı ve olgun kişilerle birlikte bulunmayı vasiyet ediyorum. İnsanların en hayırlısı, insanlara yararı olandır. Sözün en hayırlısı, az ve anlaşılır olanıdır.”7

Asırlar ötesinden günümüzü diriltici, irşad edici huzmeleriyle aydınlatan Hazret-i Mevlânâ’yı hakikî veçhesiyle tavsif etmek gerekirse; O, velâyet makamında bir gönüller sultanı, yanıp köz olan bir Hak âşığı, âciz bir kul olmayı en yüce mevki bilen bir Hak dostudur.

“Hazret-i Mevlâna’nın, vefatının üzerinden 700 yıl geçmesine rağmen gönül kandilinin hâlâ güneşten daha parlak bir şekilde ışık saçmasının sebebi, ilâhî sevgiye mahzar olarak aşk ve muhabbet ömrüne nâil olmasındandır.”8

_____________________
1 Tahir BÜYÜKKÖRÜKÇÜ, Mevlânâ ve Mesnevî, Şelâle Yay., İst. 1972, s. 21.
2 Prof. Dr. Adnan KARAİSMAİLOĞLU, Mesnevî-1, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 22.
3 Tahir BÜYÜKKÖRÜKÇÜ, a.g.e., s. 32.
4 Osman Nûri TOPBAŞ, Nebîler Silsilesi-4, Erkam Yay., İst. 1998, s. 225.
5 Tahir BÜYÜKKÖRÜKÇÜ, a.g.e., s. 58-59.
6 Tahir BÜYÜKKÖRÜKÇÜ, a.g.e., s. 42.
7 Prof. Dr. Adnan KARAİSMAİLOĞLU, a.g.e., s. 28.
8 Osman Nûri TOPBAŞ, Yüzakı Dergisi, sa. 22.