Şiirimizdeki Büyük Kâinat TASAVVUF -2-

Gülşen-i Efkâr

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@yuzaki.com

Tasavvuf, İslâm kültür ve medeniyetinin birçok sahasında derin izleri olan bir düşünce ve yaşayış tarzıdır. Tarih boyunca bu düşünce ve yaşayış tarzına itiraz edenler olmuştur. Bunlar bugün de vardır, muhtemelen yarın da olacaktır. Ancak onun, müslümanların kültür ve hayatının en ince teferruatına kadar nüfuz ettiği inkâr edilemez bir hakikattir.

Bilgi kaynağı olarak sezgiyi esas alan tasavvuf, aklı ve akılla sınırlandırdığı nakli esas alan kelâm, nakli ve nakille sınırlandırdığı aklı esas alan hadis ve mutlak olarak aklı esas alan felsefenin yanı sıra İslâm düşüncesinde dördüncü bir metot oluşturmuştur. Ancak tasavvuf, felsefe gibi yalnız «havas» için nazarî bilgiler ortaya koyan seçkinci bir disiplin olmamış, bütün halk tabakalarında metoduna uygun davranışların gelişmesini sağlamaya çalışarak asırlarca bir yaygın eğitim fonksiyonu icra etmiştir.

Tasavvufun verdiği eğitim, en başta ahlâkî tasaffîyi hedeflemiştir. Tasavvuf erbabı, eğittikleri kimselerle birebir alâkadar olarak cemiyete sağlam karakterli insanlar kazandırmaya çalışmış, böylece -bir bakıma- günümüzde batıdan adapte edilen ve hâlâ edilmekte olan “kişisel gelişim” konusundaki çalışmalara tekabül eden bir hizmet îfâ etmişlerdir.

Tasavvufî eğitim; başarıyla yürüttüğü bu hizmetin yanı sıra, insanların istîdat sahibi oldukları sahalarda, bilhassa sanat dallarında gelişmelerini de sağlamıştır. Şiirde Ferîdüddin Attâr, Sa‘dî-i Şîrâzî, İbnü’l-Fârız, Mevlânâ, Fuzûlî ve Şeyh Gālib; mûsıkîde Itrî ve Dede Efendi gibi dehâların yetişmesi hep tasavvuf sayesinde olmuştur. Tasavvufun sanat, bilhassa da şiir üzerindeki tesiri o kadar güçlü olmuştur ki, yaşantısında tasavvufla hiç alâkası olmayan şairler bile şiirlerinde tasavvufî remz ve mazmunlardan uzak kalamamışlardır.

Bu yazıda tasavvufun sadece şiire olan tesirini bir gazel çerçevesinde göstermeye çalışacağız. Üzerinde duracağımız gazel; tasavvufla çok derin münasebet içinde olmayan bir şaire, merhum Muallim Naci’ye ait olmasına rağmen hemen hemen beyitlerinin tamamı, dînî ve tasavvufî telmih ve mazmunlarla örülüdür. Her beyti şairinin ibdâ gücüne açık birer delil olan bu gazeli tahlil etmek sûretiyle hayatında yeterince kadri bilinmemiş olan Muallim Naci’yi de bi’l-vesile rahmetle yâd etmiş olacağız.

Klâsik şiirimizin nazım bütünlüğünü gözetmediğine yönelik yaygın bir tenkit vardır. Eski şairin beyte daha fazla odaklandığı, beytin mümkün oldukça çok mânâ ifade etmesi için çalıştığı bir gerçekse de «yek-âhenk» veya «yek-âvâz» adında mânâ bütünlüğü ihtiva eden manzûmeler de yok değildir. Kaldı ki bir nazmın bütünlüğünü sağlayan yalnızca mânâ değildir. Vezin, kafiye ve redif gibi lâfzî unsurların yanı sıra bediî sanatlar da bir bütünlük unsuru oluşturabilir. Her beyti bir teşbîh-i zımnî (dolaylı teşbih) veya -Türk edebiyatında daha yaygın kullanılan adıyla- irsâl-i mesel (örnek verme) ihtiva eden Muallim Naci’nin gazeli, bu yönüyle de apayrı bir nazım tekniği sunmaktadır. Muallim Naci gazeline şöyle başlıyor:

Dil fikr-i kāmetinle harâbâttan gelir
Mûsâ hayâl-i nahl ile mîkâttan gelir

(Gönül, senin endamını düşünerek harâbattan gelir. (Sanki) Hazret-i Musa -aleyhisselâm-, hurma ağacını hayal ederek Allah’la buluşmaktan gelir.)

Harâbât, kelimesi aslında meyhane mânâsındadır. Ancak meyhane, bilhassa mutasavvıf şairlerin şiirlerinde ahlâkî tasaffînin yapıldığı yer, yani dergâh anlamında kullanılır. Hazret-i Musa -aleyhisselâm- ve mîkât gibi kelimelerin delâletiyle burada da o mânâda kullanıldığı anlaşılır.

«Buluşma ve randevu» anlamındaki «mîkât» kelimesiyle Hazret-i Musa -aleyhisselâm-’ın Allâh’ın kelâmını işitmesine atıfta bulunulmaktadır. Bilindiği gibi Hazret-i Musa -aleyhisselâm-, soğuk ve karanlık bir gecede ailesiyle birlikte Medyen’den dönerken dağda yanan bir ateş görmüş, ailesini bırakarak ısınıp aydınlanacağı bir parça ateş almak üzere oraya yöneldiğinde -Kur’ân’ın ifadesiyle- Vâdî-i Eymen tarafındaki bir ağaçtan bir nidâ işitmiştir.1 O ağacın hurma ağacı olduğu rivâyet edilir. Şair, gönlünü Hazret-i Musa -aleyhisselâm-’a, sevgilisinin endamını Hazret-i Musa -aleyhisselâm-’ın nidâyı işittiği o hurma ağacına; meyhanede, yani dergâhta yaşadığı derûnî duyguları da Hazret-i Musa -aleyhisselâm-’ın mîkâtına benzetmektedir. Ancak beyitte açık bir teşbih unsuru zikretmemektedir. Bu şekilde unsurları açıkça zikredilmeyen teşbîhe teşbîh-i zımnî veya irsâl-i mesel denilir.

Ayrıca benzetme yapılan kelimeler her iki mısrada da sırasıyla zikredilmiştir. Bu şekilde ilk mısrada zikredilen kelimelerle ilgili olan kelimelerin ikinci mısrada aynı sırayla zikredilmesine leff ü neşr-i müretteb; sıra gözetilmeksizin zikredilmesine ise leff ü neşr-i müşevveş denilir.

Aşkın eder zuhûr dil-i pâre pâreden
Rûhu’l-Kudüs kıbâb-ı semâvâttan gelir

(Parça parça olmuş gönlümden aşkın zuhur etmektedir. Âdeta semânın kubbelerinden Rûhu’l-Kudüs, [Cebrâil] gelmektedir.)

Şair; aşkını Cebrâil’e, aşktan dolayı parça parça olmuş gönlünü semânın kubbelerine benzeterek yine teşbîh-i zımnî ve her iki mısrada ilgili kelimeleri sırasıyla zikrederek leff ü neşr-i müretteb yapmıştır.

Cebrâil, vahyi Allah’tan peygamberlere getiren elçi-melektir. Şair, aşkını vahyi getiren meleğe benzetmek sûretiyle gönülde yaşadığı derûnî tecrübelerin vahiy gibi güzel neticeler verdiğine; vahyin inzal edildiği semâvâta benzettiği gönlün de böyle güzelliklerin tecellîgâhı olduğuna işaret ediyor, böylece tasavvuf yolunun metodu olan keşf ve ilhamın ehemmiyetini vurgulamış oluyor.

Âğûşum izdiyâd verir tâb-ı hüsnüne
Revnak çerâğ-ı envere mişkâttan gelir

(Yanan çıraya mişkâtın parlaklık vermesi gibi kucağım da, senin güzelliğinin parlaklığını artırmaktadır.)

Mişkât, lâmba ve mum koymak amacıyla duvarda açılan oyuğa denilir. Bu kelime Nur Sûresi’ne ismini veren ve İmam Gazâlî gibi âlimlerin hususî tefsirler yazdığı âyette de2 geçmektedir.

Şair bu beyitte kucağını mişkâta, sevgilisinin güzelliğini yanan çıraya benzeterek yine teşbîh-i zımnî yapmakta ve ilgili kelimeleri ikinci mısrada sırasıyla zikretmeyerek leff ü neşr-i müşevveş yapmaktadır.

Ruhsâr-ı aşk-ı pâki dil-i pâk gösterir
Aksin safâsı safvet-i mir’âttan gelir

(Yansımanın saflığı, aynanın parlak olması ve temizliğinden geldiği gibi temiz aşk da yüzünü ancak temiz gönülde gösterir.)

Şair burada gönlünü aynaya; aşkı ise aynada görünen akse benzeterek yine teşbîh-i zımnî ve ilgili kelimeleri sırasıyla zikretmek sûretiyle de leff ü neşr-i müretteb yapmıştır.

Beyitte verilmek istenen mesaj şudur: Hakikî bir aşk elde edebilmek, tecellîlere ulaşabilmek için gönlün tasaffîsi şarttır. Kir ve pas içindeki bir ayna, cisimleri güzel aksettirmediği gibi temiz olmayan gönül de kemâle ulaşamaz. Çünkü;

Pâdişah konmaz sarâya hâne mâmûr olmadan!

Hâneyi ma‘mûr eden tasavvufun, edebiyatımızda yer tutması sayesinde bu gazelle mülhem olan Muallim Naci’yi tekrar rahmetle yâd ediyoruz.