HİKMETLİ TAVSİYELER…

M. Ali EŞMELİ seyri@yuzaki.com seyri@seyri.com

Bir ara münasebetsiz bir kimse ev telefonundan peş peşe arayıp garip seslerle oldukça rahatsız etmişti. Bozuk plâk gibi tuhaf lâkırdılarla çene çalıyordu. Keyfince huzursuz etmek için aradığı belliydi. En sonunda tepkili bir şekilde mukabele ettim.

Tekrar aramadı.

Fakat tam o gecenin sabahı, yine bir telefon geldi. Derinden bir kadın sesiydi. Onun da ne dediği belli değildi. Birinden kurtulduk, diğerine mi tosladık, diye tam tersleyecektim ki, içimden bir ses;

“Hele iyice bir dinle bakalım, neyin nesi? Önceki kötü örneğe takılıp da bilmeden yanlış adım atma!” diye fısıldadı.

Kadın, hâlâ anlamadığım şekilde konuşuyordu. Oldukça yaşlı bir sesti, derin derin hırıltılarla ne dediği boğuluyordu.

«Yâ sabır!» çekip niye aradığını anlamaya karar verdim.

Tam 15 dakika geçti. Neredeyse; «Çattık bir deliye daha!» diyordum ki, mesele çözüldü. Kadın bana bir telefon numarası söyleyebildi ve;

“–Evlâdım, hemen bu numarayı ara; beni arasınlar!” dedi.

Şaşırdım ve biraz da dalga geçiyor zannederek garipsedim:

“–Teyze, numarayı bildiğiniz hâlde siz niye aramıyorsunuz da beni aracı yapıyorsunuz?”

“–Ben arayamıyorum.”

“–Beni aradınız ya!”

“–Rastgele çevirdim, siz çıktınız evlâdım.”

“–Allah Allah… Hayırdır teyze? Neden?

Kırık-dökük anlatmaya çalıştı. Derli toplu şu cümleleri idrak ettim:

“–Evlâdım, ben evde tek başına yaşıyorum. Hayli yaşlıyım. Evin iç merdivenlerinden inerken yuvarlanıp bayıldım. Az evvel kendime geldim, ama gözlerim maalesef görmez olmuş. Emekleyerek telefonun yanına geldim. Görmediğim için sana verdiğim numaraları çeviremedim. Çaresiz, rastgele bir telefon numarası çevirdim. Siz çıktınız. Verdiğim numara da kızımın numarasıdır. Karşıda otururlar…”

Daha fazla konuşup yorulmasını istemediğimden sözünü kestim:

“–Aman teyzecim, siz kendinize dikkat edin; ben hemen arıyorum. Çok büyük geçmiş olsun, Allah âcil şifalar versin…”

Derhâl verilen numarayı aradım. Orta yaşlı bir kadın çıktı. Durumu söyledim. Bir eyvah sadâsı koptu:

“–Vah anneciğim! İki gün önce oradaydık. Bir şeyi yoktu. Kardeş, Allah sizden râzı olsun, ne büyük bir iyilik ettiniz. Yoksa, durumdan habersiz…”

“–Estağfirullah hanımefendi, Rabbim korusun!”

Kadıncağız, telefonu kapatırken bir sürü teşekkür ve duâ cümleleri dilinden dökülüyordu.

Yirmi beş dakika içinde yaşadığım hikmetli hâdise, beni hayli etkiledi.

Şayet;

Önceki akşamın olumsuz telefon mevzuu bende takıntı oluştursaydı da, yaşlı kadıncağızın 15 dakikalık garip kekelemelerine sabretmeseydim, kim bilir netice ne kadar hazin olacaktı. Ne büyük günaha girecektim.

Allâh’a sonsuz şükür ki netice, hayırdan ibaret oldu.

Sırf, Allâh’ın lutfu sayesinde ve sabırla işin hikmetinin çözülmesini bekleyişin bereketiydi bu. Önceki kötü örnek sebebiyle hor görmeyi değil, evvelâ hikmetine râm olup hoş görmeyi tercih gayretinin şifaya vasıta olmasıydı bu.

Meğer insan, önüne çıkan hâdiselerde güzel davranış hangisidir bilemediği hâlde hikmet prensiplerine riâyet edince bilmeden de hayırlı amellere nâil olabiliyormuş.

Demek ki ecdâdımız gönül dergâhlarını ve ibâdet mekânlarını bu sebeple;

«Hoş gör yâ hû!»

«Bu da geçer yâ hû!»

«Edep yâ hû!»

«Hiç!» tavsiyeleriyle doldurmuş.

Hayatı, bu tavsiyeler etrafında yaşamış. Güzelleştirmiş. Gönülleri kaynaştırmış.

Bu ölçülerle hareket etmeyi tabîat-i asliye hâline getirerek müstesnâ şahsiyetler yetiştirmiş.

Dikkatle incelendiğinde bu tavsiyelerin her birinde o kadar hikmet karşınıza çıkıyor ki!

Meselâ;

«Hoş gör yâ hû!» tavsiyesi…

Her şeyden önce kulun Hakk’a rızâ hâlini ifade eder. Öyle bir hâl ki, ona gerçek mahiyetiyle erişen kimse, hiç kimseyi incitmeyen, hiç kimseden de incinmeyen bir ahlâka sahip olur. Daima, perdenin ardındaki hikmete göre adım atar. Gerçekten de hayatta öyle hâdiseler vardır ki, başlangıç itibarıyla ne denli olumsuz görünüyorsa da netice itibarıyla o denli olumlu olabilmektedir…

O hâlde;

Cennette iken arza inen Âdem’i hoş gör!
Bin hikmeti var bilmediğin âlemi hoş gör!

Solmuş görüversen de gülistânı serâpâ
Buğzetme sakın, toprağa bak, lâlemi hoş gör!

Ey gökyüzünün göz yaşı, sensin yere rahmet,
Hakkın sana lutfettiği her mâtemi hoş gör!

Hoş gör ki gönül mevsimi geldikte eserken,
Rüzgârına el koysa güneş, meltemi hoş gör!

Kardeş gibi bir dalda büyür sivri dikenle,
Seyret gülü, hem yâreyi, hem merhemi hoş gör!

Mâdem ki yaratmış Yaratan yerli yerince,
Bir şey demeden her şeye, sun çiğdemi hoş gör!

Pek dilsiz olur cümlede lâkin konuşur söz,
Ben noktayı, sen virgülü, koy ünlemi hoş gör!..

Kullukta gönül tevbesinin şartı bu Seyrî,
Hep nefsini hoş görme, biraz hemdemi hoş gör!

Lâkin;

Her meselede olduğu gibi bunda da ilâhî hikmete mebnî olduğu nisbette «hoş görmek» makbuldür. Yoksa Allâh’ın hoş görmediği bir şeyi hoş görmeye kalkışmak, insanı iblise döndürür. Meselâ kâfirliği hoş görmek, kâfir yapar.

Yani;

Doğru kullanılmayan bir hoş görü, çıkmaz sokaklarda körlüktür. Böyle bir çıkmazı, tetikleyen hangi problem ve sebep olursa olsun aldanmamak zarurîdir. Maalesef, günümüzde en çok aldanılan nokta burası. Normalde yabancı dünyanın hiç hoş görülmeyecek nice yanlışlarını ve iflâs etmiş prensiplerini bile çeşitli bahanelerin tetiklemesiyle baldan tatlı, altından değerli bir profil içinde kâh eğitime sokmak, kâh aileye katmak, kâh topluma şırınga etmek, kâh ahlâka karıştırmak, hattâ daha ileri giderek medeniyetimizin alnına yapıştırmaya cür’et etmek, asla hoşgörü değil; fikrî, kalbî ve manevî bir intihardır.

Gece-gündüz bu intiharı dahî hoş göstermek isteyen gafillere karşı diyeceğimiz şu:

Gafletle bulunmaz yedi kat Arş’a asansör,
Hep yanlışı hoş görme, biraz doğruyu hoş gör!

(Seyrî)
Bir de şu:
Vazgeç de domuzdan, koyunun postunu hoş gör,
Hep düşmanı hoş görme, biraz dostunu hoş gör!

Bir de şu:

Dinsizlik azâbında uyan dînini hoş gör,
Hep kâfiri hoş görme, biraz mü’mini hoş gör!

Bir de şu:

Müsrifliği hoş görme, biraz ölçeği hoş gör!
Hep sahteyi hoş görme biraz gerçeği hoş gör!

Yani bilmeli ki;

Ancak hikmet çerçevesinde hoşgörü, büyük bir fazîlettir. Bu da ilâhî pencere ve hakikatte mümkündür. Çünkü ilâhî olanda, zerre kadar kusur ve aksaklık olmayan bir mükemmellik ve güzellik vardır. İşte bunu sezenler demiştir ki:

Hoştur bana Sen’den gelen,
Yâ gonca gül, yâhut diken,
Yâ hil’at u yâhut kefen,
Lutfun da hoş kahrında hoş.

Bütün âriflerin kendilerine şiar ve dillerine vird edindikleri bu hâl, Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğuna pek muhteşem bir vesiledir. Aynı zamanda da şahsiyeti olgunlaştıran; basîret, idrak ve şuur derinliği kazandıran bir ölçüdür.

Bu şekilde;

Pek kıymetli bir tavsiyedir.

Velhâsıl hoş görmek, hikmeti görmektir. Neticeye göre kavramaktır. Bu mantığı Hazret-i Mevlânâ şöyle dillendirir:

“Terzi elbise yapacağı kumaşı parça parça keser. Bir kimse ona;

«–Neden kesiyorsun?» diye çıkışabilir mi? Ya da;

«–Bu kıymetli atlası neden parçaladın? Ben parçalanmış kumaşı ne yapayım?» diyebilir mi?”

“Şurası bir gerçek ki; her eski binayı yeniden yapabilmek için önce onu yıkarlar!”

“Böylece dülgerin de, demircinin de, kasabın da işi; yapmaktan evvel yıkmaktır!”

“Buğday değirmende öğütülüp ezilmeseydi, nasıl ekmek olurdu da sofralarımızı süslerdi?”

Hâl böyleyken değirmenciye;

“Güzelim buğdayı ne diye taşla dövüp başını eziyorsun?” diyenler, aç kalırlar.

Çünkü bu icraat, ezmek değil, kıvam vermektir. Gıda hâline getirmektir. Daha değerli yapmaktır.

Zamanımızda bu hikmeti göremeyenler, eğitimde aman ezmeyelim anlayışını kıvam vermemek olarak uyguluyorlar ve maalesef az adam yetişiyor. Hiç hoş görülmeyecek bir husus!

Demek ki öncelikle;

Gerçek hoşluğu temin edecek bir görüş ve gayret gerek!

Gelelim diğer tavsiyeye;

«Bu da geçer yâ hû!»

Dünyanın çile, musibet, dert ve sıkıntılarına mağlûp olmadan onları yenmeyi öğreten ve böylece büyük bir olgunluk kazanmayı sağlayan ilâç bir cümle. Gelip geçiçi şeylere aldanarak âhireti helâk etmemeyi tâlim edici hakikat. Ömrü boş şikâyetlerle ziyan etmemeyi hatırlatıcı gerçek…

Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi:

“Farzet ki, bütün batı memleketlerini, doğu memleketlerini elde ettin; değil mi ki bütün bunlar sende kalmayacak, bu saltanat devam etmeyecek, hepsi geçip gidecek, sen bu maddî varlığı bir şimşek say, çaktı, söndü.”

Ziya Paşa’nın dediği gibi:

Seyretti havâ üzre denir tahtı Süleyman,
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde.

Çok ince hakikat.

Fakat bu da;

Mutlaka ilâhî açıdan müsbet bir eksen etrafında anlaşılmalı ve değerlendirilmelidir. Kesinlikle olumsuzlukların kapısını açmak, yanlış ve günahları düzeltmemek ve de vazifeler karşısında ihmalkâr davranabilmek için kullanılan yaldızlı bir anahtar zannedilmemelidir. Âzerî şair Mirza Эlәkbәr Sabir, bakın ne diyor:

Milletinin hâlı perîşân ola,
Her bir işi nefrete şâyân ola,
Câhil ola, vahşî yü nâdân ola,
Gam yeme, sabret, bu da, yâ hû, geçer!

Demek istediğimiz;

«Bu da geçer!» ifadesinin artı ve eksi iki yönünün olduğu. Dolayısıyla bu iki yönü iyice tanıyarak ve bilerek hareket etmeli. Bu gerçeği Hazret-i Mevlânâ ne güzel dile getirir:

“Cefalar, ızdıraplar, eziyetler, belâlar, musibetler geçip gider de, Hak’tan uzaklık ve gaflet, geçmez gitmez.”

Dolayısıyla, asla;

Sorumsuzluğun ifadesi olan «bu da geçer» ile, olgun davranışı ve problemleri çözücü davranışın vurgusu olan «bu da geçer» tavsiyesi birbirine karıştırılmamalı.

Onun içindir ki, her meselede doğru adım atmayı ve yerli yerinde davranmayı temin için;

«Edep yâ hû» denilmiştir.

Edep yâ hû!..

Her şeyde öz budur. Bu öz, gerçekleşirse, her şey olması gereken mükemmellik ve doğruluğa nâil olur. Şairin dediği gibi:

Ehl-i diller arasında aradım kıldım talep,
Her hüner makbul imiş, illâ edep, illâ edep!..

Evden sokaklara, caddelere, hattâ eğitime kadar yığınla problemin temelinde ne var diye merak edilse, karşımıza alternatifsiz bir tespit çıkar:

Edep ihtiyacı…

Çünkü o olmadan hiçbir şey olmuyor. Oluyor görünenler de bir yerde patlak verip ortalığı perişan ediyor.

Hazret-i Mevlânâ’nın şu îkazları ne kadar yerinde:

“Vehminde edepsizlik bulunan kimseyi, Allah, baş aşağı eder. Baş aşağı oluş, aşağılara doğru gidiştir. Yuh ki böyle olan kişi, kendini yükseliyorum sanır.”

“Böylelerinde nefis, fırsat bulunca peygamberlerle savaşan Âd kavmi gibidir; Hak yolunu gösteren peygamberleri öldürmek için kılı kırk yararcasına uğraşır durur!”

“Edepsiz nefsin kötülükleri; zaman zaman cihanı fitnelerle doldurmuş, insanları ansızın yakıp yandıran bir alev kesilmiştir!”

Bu sebeple;

“Dost yolunda edepsiz, korkusuz olan kişi, başkalarının da yolunu vurmuş olur. Böyle kişi mert değil nâmerttir.”

“Edep ve terbiyeden kaçan kimseler, mertliğin de, mertlerin de, şereflerini ve onurlarını çiğnemişlerdir.”

Gafiller, bir türlü göremezler ki;

“Bu gökler, hakikatte edepten dolayı, nûra gark olmuştur. Melekler de edeplerinden ötürü temiz ve masum olmuşlardır.”

Onlar, her daim edep sayesinde hadlerini bilmişler kendilerine şöyle demişlerdir:

“Eğer padişah seninle beraber yere oturur, yani merhametinin üstünlüğünden senin mertebene tenezzül ederek duânı dinlerse, o tenezzülü kendi kabiliyetinden değil, Hakk’ın lütuf ve kereminden bil kendini ve mertebeni tanı; küstahlığa kalkışma; edep ve terbiye gözet.”

Demek ki;

Değerli olmanın ilk şartı, illâ edep.

Dolayısıyla;

İnsan hayatının en büyük meselesi de, edepli olmak ve her ne olursa olsun edepli kalmak…

Bilhassa edepsizliğin arttığı bir ortamda en zor iş bu olduğu gibi en kıymetli iş de bu. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Ey müslüman! «Edep nedir?» dersen, derim ki edep; edepsizlerin her işine, kabalıklarına, kötü sözlerine sabretmekten ibarettir.”

“Bilesin ki, güzel huylu kişi; kötü huylulara tahammül eden, onların kötülüğünü görmeyen ve söylemeyen kişidir.”

“Ama şunu da bilesin ki, mâneviyat rehberi ehil bir kimse, birinin kötülüğünü söyler ve şikâyet ederse, bu şikâyet Hakk’ın emri iledir. Kızgınlıktan değildir. Yani onun kötülükten ve kötülerden şikâyeti, şikâyet değildir. Bilâkis peygamber­lerin şikâyeti gibi huyun güzelleşmesi, rûhun ıslahı içindir.”

Bu ıslahın en geçerli ilâcı da yine edep.

Bu bakımdan edebi; tekrar ailelerin ekseni hâline getirmek mecburiyetindeyiz. Sokakların ve ticaretin ayarı yapmalıyız. Hele ki eğitimin özü ve merkezi «illâ edep» olmalı. Yoksa belâlar bitmez, çarpıklıklar bitmez, insanın vahşîliğinin önüne bir türlü geçilemez.

Âşıkpaşa’nın şu tespitleri ne kadar mânidar:

Kişiye devlet-durur asl u neseb
İlle şuna kim ola anda edeb

“Kimde edep varsa, ancak o kişiye aslı ve nesebi bir devlettir.”

Ol neseb kim bu edebden yârı yok
Bir marazdur kim anun tîmârı yok

“Edepten nasipsiz bir nesep, sadece bir marazdır ki, devası yoktur.”

Çün neseble bu edeb yoldaş ola
Ol kişi lâ-büd ki halka baş ola

“Eğer bir kimsede neseple edep yoldaş olursa o kimse hiç şüphesiz ki halkın önderi demektir.”

Çün neseble bu edeb yoldaş degül
Ulular gönli anı kılmaz kabûl

“Eğer bir kimsede neseple edep yoldaş değilse, büyüklerin gönülleri onu asla kabul etmez.”

Hâsılı;

Edep bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan,
Giy ol tâcı emîn ol her belâdan…

İnsanlık tarihinde lütuflara ve aflara mazhar olanların temelinde edep, olamayanların da edepsizlik vardır.

Hazret-i Âdem edep gösterdi, affedildi. Şeytan edepsizlik yaptı, huzurdan kovuldu.

Hazret-i Ömer, Peygamberimiz’i öldürmeye giderken Kur’ân’ı edeple dinledi, hidâyete erdi ve Efendimiz’in bir ömür pervânesi oldu. Fakat Ebû Cehil, Efendimiz’e karşı nice edepsizlikler sergilediği için idrak ettiği hâlde îman edemedi. Sa’lebe de Kārun gibi mal-mülk hususunda Peygamber îkazları karşısında edep göstermediği için dünyanın zebûnu olarak helâk oldu. Fakat her hâli edepten ibaret olan Ebûbekir, kaç kere malının tamamını verse de yine zenginliklere mazhar oldu.

Kısacası edep;

İnsana hiç ummadığı ne büyük kapılar açmıştır. Fakat edepsizlik de kapatmıştır.

Bugün;

Aile huzurunun kapısı yine ancak edeple açılacaktır.

Ticarette dürüstlüğün kapısı da, yine ancak edeple açılacaktır.

İş hayatının ve sokakların bereket kapıları da, yine ancak edeple açılacaktır.

Yine;

Fatihlerin, Süleymanların, Selimlerin, Akşemseddinlerin, Ebussuudların, Ali Kuşçuların, Sinanların, Karahisârîlerin, Yûnusların, Bâkîlerin, Fuzûlîlerin, Hüdâyîlerin, ve nice nice âbide şahsiyetlerin tekrar yetişmesi ve bütün cihana adalet dağıtması, ancak eğitimin edep kapısında gerçekleşecektir.

Hem ilmî edep, hem kalbî edep, hem şahsî edep, hem sanat ve hayat edebi çerçevesinde.

Bakışlar ve nakışlar edep ile olduğu nisbette.

Tefekkürler ve gayretler edep ile dolduğu ölçüde.

O zaman;

İnce bir tavsiye olan ve hatırlatma ifade eden «hiç» kelimesi, çok mânâlı bir şekilde devreye girer.

Böylece;

Gözler, günah ve yanlışlıkların üzerindeki parlak ambalâjlara aldanmaz. Onlara «hiç» demesini bilir.

İdrakler, yabanî moda fikirlerin cazibesinin ardını görür ve «hiç» mührünü vurup çöpe atar.

Gönüller, düşmanın sevdirmeye çalıştığı zararları göstermeyen cilâları fark eder de «hiç» kaydını düşerek nefretini canlı tutar.

Çünkü;

Bu dünyada;

Makamın, mevkiin, paranın, pulun, sıhhatin özetle her şeyin neticede bir «hiç» olacağının ve olduğunun şuurundadır. Her şeyi «hiç» edilmeyecek şekilde değerlendirmeye çalışır. Takıntıların zebûnu ve düşkünü olmaz.

Hele ki Hak karşısındaki «hiç»liğini hiç unutmaz. Böyle de, düşman karşısında, yaban ringlerde hiç olmaz.

O artık;

Ebediyet sultanlığına namzettir.

Ya;

«Hiçlik» hâlini anlamayanlar!

Onlar, ne yazık ki bin bir tehlikenin kurbanı olmaya namzettir. Gurur ve kibir esiridirler. Hikmetli tavsiyeleri hikmetsiz yaşayan gafillerdir.

Bütün dertleri hiç olmamak olan bunlar, ne çare, hiç olup giderler…

O hâlde;

Hikmetli nasîhatleri tedkîk edelim,
Ancak yine hikmet ile tatbîk edelim…
(Seyrî)