İNSÂF EDİNİZ, KOPMAYACAK ŞEY Mİ KIYÂMET?

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

“Kötü huyun rehber oldukça, bahtının açılacağını sanma. Sen sabah olduğu hâlde uyumaktasın, ömrünün gecesi ise ne kadar kısa. Uyanacağın zaman, korkarım ki kıyâmet sabahı olacak.” (Hazret-i Mevlânâ)

Televizyonda bir işadamı -İslâm’ı yaşıyorum diyen- zenginlik ve yardım konusundaki düşüncelerini anlatarak tartışmada haklı çıkmaya çalışıyor:

“Çok şükür son yıllarda mescidlerimizin girişinde markalı ayakkabıların sayısının çoğaldığını görüyoruz. «Allah, nimetini kulunun üzerinde görmek ister.»…” dinleyenleri etkilemek için düşüncelerini söylerken yüzünde içinde bulunduğu ortamın gururunu yaşadığını hissedebiliyoruz. «Nimeti maddenin içine sıkıştırarak; pahalı giysilerin, arabaların, ev ve işyeri döşemelerinin olduğunu düşünmek gafletinden Allah, inananları korusun.» diye duâ etmeliyiz.

Teneffüs edeceğimiz hava (kaldıysa), sayılamayacak kadar çok yiyecekler, güzellikler ve bunların farkına varıp şükretmek düşünülemez mi? Nimetin güzelliğinin pahalı olmakla, çok para verip almakla olan ilgisini de tartışabiliriz. Bir tarafta markalı bir elbise, diğer tarafta bir genç kızımızın özenerek diktiği, göz nûru dökerek işlediği bir elbise… Vitrinlerde insanı cezbederek alınan giysiler, gittiğiniz bir toplantıda bir başkasının üstünde de olabilir. Oysa el emeğinin benzeri yoktur.

Eski İstanbul hanımefendilerinin bu konudaki düşünceleri ve yaşadıkları örnek hayatlar anlatılmalıdır. Yakından tanıdığım rahmetli Münire YARAR Hanımefendi varlıklı bir ailenin kızıydı. Orta yaşları yaşarken tanımıştım. Evine ilk gittiğim zaman hayranlığım daha da artmıştı. Evinin döşemesi, maaşının dışında bir geliri olmayan memur evinden farksızdı. Sohbet esnasında marka meraklısı olan gençlere;

“Pastel renkte üç başörtüm var, bütün kıyafetlerime uyuyor.” demişti. Hayatını ibâdet ve insanlara hizmete adayan Münire Hanım’ı rahmetle anarken; şunu dile getirmek istiyorum: Örnek hanımefendilerin hayatı; hikâyelere, senaryolara aksetmeli. Evlâtları, yakınları böyle insanların hâtıralarını yazmalı veya yazdırmalıdır. Onlar yapmıyorsa hanım vakıfları, dernekleri bu hizmeti yapmayı vazife telâkki etmelidir.

Bulunduğumuz maddî, mânevî imkânların içinde o imkânlara sahip olmayanları düşünürken vermekte, düşünmekte sınırımız olmamalı. Sosyal ıstırapları içinde duyup, mısralarda dile getiren Mehmed Âkif’in «Bir Arîza» şiirini hatırladım. Okuyucularla bir bölümünü paylaşmak isterim. Âkif’in Mısır’da yaşadığı yıllarda yazdığı bir şiirdir. Çok yakın dostu Abbas Halim Paşa’ya sunulmuştur. Arîza; dilekçe, mektup anlamınadır. Aşırı sıcaklarda yaşanan duygulardır:

Ey Heybeli iklîmine kıştan çekilenler,
Ey Afrika temmûzunu efsâne bilenler.

Ey yağ gibi üç çifte kayıklarla kayanlar,
Ey Maltepe’den Pendik’i bir hamle sayanlar!

Ey çamların altında serilmiş, uzananlar!
Ey her nefes aldıkça ömürler kazananlar!

Siz, camları örter, sakınırken cereyandan;
Biz, bodruma sarkar da kaçarken galeyandan!

Siz, mercanın a‘lâsını attıkça şişerken;
Biz, kumda çirozlar gibi piştikçe pişerken!

Siz, Marmara âfâkını dürbünle süzerken;
Biz, poyrazı görsek diye, damlarda gezerken!

Siz, yelkeni açmış, suyun üstünden akarken;
Biz küplere binmiş, size hasretle bakarken!

İnsâf ediniz, kopmayacak, şey mi kıyâmet?

Çocuklara ve gençlere verilen örnekler:

“Tüket at! Güçlü olan ayakta kalır! Kendini düşünmelisin! Kazanmalısın, yükselmelisin, kariyer yapmalısın!..”

Güçlü olanın ayakta kalması formülü bizi insanî değerlerden uzaklaştırırken farkına varmadan karakterimiz değişiyor, aşınıyor. Aileler, sivil toplum kuruluşları, resmî makamlar, belediyeler bu değişimin farkında olmak istemiyor.

Geçenlerde resmî bir kuruluşun, sivil toplum kuruluşlarıyla ortak bir çalışma raporunu inceledim. Toplumu şuurlandırmak için hazırlanan çalışmada; medya bilinci, reklâmlar, haklarımız, hastalıklar, hijyen gibi konuların yanında; insanî erdemler, nezâket kuralları, iyi insan olmanın vasıfları yer almıyor.

Eminim benim ilâvelerimi hazırlayan genç arkadaşlar, gülümseyerek okuyacaklardır. Çünkü onlar da kapitalist dünya düzeninin içinde bu duyguların vurgulanmasının faydalı olduğunu unutmuşlardır. Sadece tefsir derslerinde, duâların yapıldığı anlarda, kandillerde, bayramda hatırlayacaklar ve gözleri yaşaracaktır. Diğer zamanlarda aceleleri var. Yarışın içinde olmak zorunda olduklarını hissederek, zamanı yakalamaya çalışacaklar, her adımda biraz daha uzaklaşarak, yalnızlığa kurban olacaklardır. «Kurban olmamak için çabalarken, kendileri kurban olmuşlardır.»

İnançlı insanlar da çok zengin olmalı diye yola çıkarken, projemiz; toplumu el ele verip kurtarmaktı. Oysa bir kısmımız kazanmaya giden yolda, insanı madde olarak gören patronlar olmuştuk. Diğer sektörleri incelemedim. Medya sektöründe gecenin geç saatlerine kadar çalışan genç kızlar otobüs duraklarında gecenin acımasızlığında beklerken, en son model arabayla evine giden patronlar, müdürler o genç kızlara bir servisi bile çok görmüşlerdir.

Sade vatandaşlara gelince, onların da acelesi var, onların da her konuda mazereti var. Evlerinde yaşanan problemler, yaşlılara veya hastalara bakmak zorunda olmaları, çocuklarının okulları, çalışıyor olmaları… Dizilerle mazeret sıralayabiliriz. Benim neslimin veya annelerimizin, ninelerimizin üzüntüsü, problemi yok muydu? Bu duygular içinde yoğunlaşmama, geçirdiğim bir kaza dolayısıyla bir ay evde oturmam sebep oldu.

Bu bir vesileydi. Gelenlerin davranışları, beni hasta ziyaretleri ve davranışları üzerinde uzun uzun konuşmalı ve yazmalıyız sonucuna vardırdı. Gözyaşları içinde söylediğimiz;

Bir hastaya vardın ise,
Bir yudum su verdin ise,
Yarın anda karşı gele,
Hak şarabın içmiş gibi…

dörtlüğünde hasta ziyaretinin öneminin yanında; «Bir yudum su…» mısraı bizi düşündürmelidir. Bu mısra; «Gideceğimiz hasta bizden ne bekler?» sorusuna vereceğimiz cevaptır. «Ziyaretin yanında bir buket çiçek, aldığımız meyve, yoğurt, pasta vesaire ne anlam taşır?» Düşünmüyorsak kolaydır. Alır ve gidersiniz. Oysa hastanın yaşı, maddî durumu, hastalığın çeşidi, evde bakacak insanın olması veya olmaması önemlidir.

Şeker hastası olan bir hastaya tatlı, evde pişirecek kimsesi olmayan bir hastaya çiğ tavuk götüremezsiniz. İncelik; parayla alınanlar değil, gönlünüzü koyarak pişireceklerinizdir ve onda duâ vardır, şifa vardır. Evden çıkamadığım sürenin içinde nezâket kurallarını yaşanan canlı hikâyelerle anlatmak, bunları senaryolaştırarak, görüntülü olarak vermenin de bir görev olduğunu anlamıştım.

Televizyonlarda yapılan birçok programda yemek âdâbının, nezâket kurallarının, insanî değerlerin târumâr edildiğini görmekteyiz. Bir zenginimiz de çıkıp;

“Ben değerlerimizi yaşatmak için reklâm vereceğim, programa sponsor olacağım!” demedi ve demiyor. Çünkü acelesi var. Kazanacak ve çok seyredilen, değerlerimizi hiçe sayan programlara sponsor olacak. İçi rahat ibâdetini yapıyor, markalı giysilerle camiye giderken mutlu, zekâtını da veriyor, daha ne olsun!..

Maddî zorluklar içinde olanlara Mevlânâ’nın mısralarıyla seslenelim:

“Âlemde bir parça ekmeği, oturacak bir deliği olan o kimse ki; ne kimseyi arar, ne de kimse onu ister. Şâdolsun, onun kendine göre ne hoş bir âlemi var.”

O âlemin içinde mutlu olanlara müjdeler çok. Varlık içinde olup da şikâyet edenlere, huzursuz olanlara Mevlânâ’nın mısralarıyla seslenelim. Hesap günü samimî olarak yüzlerinin akıyla hesap verebilecekler mi?

“Yarın mahşere hesap korkusuyla yüzleri sararmış bir sürü kadın, erkek gelir. Ben orada aşkımı önüme koyarım ve;

«Hesabımı bundan sorunuz!» derim.”