EBÛ FÜKEYHE

Gül Bahçesi

Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

İnsanlığı düştüğü uçurumdan kurtarmak ve gittiği felâket yolundan döndürmek için, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve aile efrâdı başta olmak üzere, İslâm ile şereflenen her mü’min elinden geleni yapıyor, gece-gündüz çalışıyordu. Kin, intikam, nefret ve öfke dikenliğinden; İslâm ikliminin af, şefkat ve merhamet gülistanına davet ediyorlardı. Herkes işin bir ucundan tutmuştu. Kimin neye gücü yetiyorsa, kimin hangi imkânları varsa, kim kime ulaşacaksa, hiç zaman kaybetmeden yapılması gereken hemen yapılıyordu. Hem de büyük bir fedâkârlık ile.

Çok ciddî bir işti bu. Dikkat ve itina isterdi. Bu yüzden bütün çalışmalar plânlı-programlı bir şekilde yürütülüyordu. Peygamberler Sultanı’nın mübârek Nur Yüzü’nden nur devşiren bu seçkin insanların her biri, nurdan birer âbide olmuş, çevrelerini aydınlatıyorlardı.

İslâm Gülistanı’nın nâdîde güllerinin başında Peygamberler Sultanı’ndan sonra hiç şüphesiz ki Sahâbîler Sultanı olan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- geliyordu. Her türlü güzel işte her zaman en önde olan bu büyük sahâbî, karanlık toplumu aydınlatmak için, saniyelerine varıncaya kadar her şeyini bu kutlu yola adamıştı. Sahâbîler Sultanı olarak, sultanlara mahsus işler başarıyordu.

Bu büyük zâtın gayreti ile çok insan, karanlıktan aydınlığa çıkmıştı. Köle olsun, hür olsun; hanım olsun, erkek olsun; âciz ve sahipsiz biri ya da önde gelenlerden olsun; onun destansı gayretleri ile İslâm Gülistanı’nın nâdîde gülleri olmuşlardı.

Bu nasiplilerden biri de Ebû Fükeyhe -radıyallâhu anh- idi…

Ebû Fükeyhe, kendini bildi bileli Mekke’de köleydi. Safvan bin Ümeyye’nin ya da Abdüddâroğulları’nın kölesi olan bu bîçareye, insan muamelesi yapmazlar, çobanlık ettirdikleri hayvanlarıyla beraber aynı yerde yatırırlardı. Ne hâlini-hatırını sorarlar, ne de doğru-dürüst yiyecek-içecek verirlerdi. Üst-başı zaten perişan bir hâldeydi.

İnsana insan muamelesini sadece insan olan değil, insanlığı olan yapardı. Onlar bu güzel hasleti kaybettikleri için, davranışları da insanlık dışı oluyordu.

Günlerden bir gün, birinin kendisine adı ile seslendiğini duyan Ebû Fükeyhe, sesin sahibine baktı. Seslenen zat Hazret-i Ebûbekir idi. Ebû Fükeyhe, bu güzel adamı tanıyordu. Yanına fazla sokulamasa da uzaktan uzağa sevip sayıyordu onu. Başkalarına benzemeyen bu güzel adamda, insanlığın ne olduğunu görüyordu.

“–Ey Ebû Fükeyhe! Sana önemli bir şey söylemek istiyorum. Beni dinler misin?”

“–Sen ne istersen onu yaparım ben, hem de büyük bir zevkle. Bu yüzden açık konuş ki anlayayım; anlamazsam yapamam çünkü.”

“–Ey Ebû Fükeyhe! Seni en güzel şeye davet ediyorum. Allâh’a ve O’nun Rasûlü’ne îman eder misin ey Ebû Fükeyhe?”

“–Bu ne demektir ey Ebûbekir?”

“–Her türlü puttan, şirkten ve tâğuttan vazgeçip; eşi ve benzeri olmayan, bir ve tek olan Allâh’a îman etmeye davet ediyorum seni.”

“–Ey Ebûbekir! Sen bana ne yapmam gerektiğini söyle, ben de onu yapayım!”

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, kısa ve öz bir şekilde İslâm’ı anlatıp, îman etmeye davet edince; Ebû Fükeyhe büyük bir heyecanla İslâm Gülistanı’na girerek, müslüman olmakla şereflendi.

“–Allah mübârek etsin ey Ebû Fükeyhe! Şunu hiç unutma ki, her şeyin bir bedeli vardır. Ne ile karşılaşırsan karşılaş, sakın Allah ve Rasûlü’nden dönmeyesin!”

“–Allah şahidim olsun ki dönmeyeceğim. Yalnız senden bir isteğim olacak. Benim durumumu biliyorsun. Beni kimse adam yerine koymadığı için, kalkıp kendim gelemem. Beni sadece senin gibi birkaç kişi ile sen insan yerine koyuyorsunuz. Bu yetmiyormuş gibi, nimetlerin en yücesini getirdin sen bana. Yolların en doğrusunu gösterdin. Ne olur bir de O’nun yanına götür beni. Rasûlullah Efendimiz’i göreyim.”

“–Sen istedikten sonra, sana o ortamı hazırlamak benim vazifem olur. İnşâallah en kısa zamanda görüştüreceğim seni.”

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- hiç zaman kaybetmeden Ebû Fükeyhe’yi alıp Allâh’ın Rasûlü’ne götürdü. Peygamberler Sultanı karşısında iliklerine kadar eriyen Ebû Fükeyhe, yüreğinin tamamını, yüreğini bahşedene verdiğini ifade ederken, kendini tutamamıştı:

“Ey Allâh’ın Rasûlü! Rabbim’e hamd olsun ki, bana da İslâm olmayı nasip etti. Ben artık bu gül bahçesinin güllerinden biriyim. Allah şahit olsun ki, Allah ve Rasûlü’nü her şeyden çok seviyorum! Sevgim îmânım, îmânım sevgim olacak!”

Tepeden tırnağa kadar îman nûru ile nurlanan Ebû Fükeyhe, yerinde duramaz olmuştu. Şimdilik bunu gizli tutması söylendiği hâlde, gizleyemedi. İslâm Nûru, yüzüne ve özüne öyle bir yansımıştı ki, bunu istese de gizleyemezdi. Abdüddâroğulları ile beraber Safvan bin Ümeyye de duyunca, öldüresiye dövdüler onu;

“–Sen kim oluyorsun da putlarımızı terk ediyorsun ha! Seni gidi pis köle seni!”

“–Bana ne yaparsanız yapın, İslâm’dan döndüremezsiniz beni!”

Dövdüler, dövdüler, dövdüler… Defalarca bayıltıp ayıltarak dövdüler. Ne yaptı ne ettilerse de döndüremediler dîninden.

Güneşin alevden oklarını fırlattığı, kumların alevden korlarını harladığı öğle sıcağında, yapmadık işkence bırakmadıkları gibi; nerede ise ölmüş bedeninin üzerine alevden kayalar koyarak, işkencenin en dayanılmazını yapıyorlardı. Ne zaman bayıldığını, ne zaman ayıldığını anlayamaz bir hâle gelmişti. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, dîninden döndürememişlerdi onu.

Yine bir gün dayanılmaza dayanmaya çalışırken, aklının gidip geldiğini hissediyor; nefes almakta bile zorlanıyordu. Her şeyin bittiği böyle bir anda bile bütün zerrelerine kadar; «Allah!» derken kendini kaybetti.

Kendine geldiğinde Hazret-i Ebûbekir’i gördü başı ucunda. Onu canavar müşriklerden satın almış ve evine götürmüştü. Bir yandan yaralarını sarmaya çalışırken, bir yandan da;

“Artık hürsün ey Ebû Fükeyhe!” diyordu.

Birileri bu işe el atsın, bu garipleri kurtarsın temennileri ile zaman kaybetmek yerine;

“Bu işi ben yapmalıyım.” bilinci ile hareket ederek Hazret-i Ebûbekir’i örnek almak…

“Yok mu bana yardım edecek olan?” diye düşünerek sürekli yardım beklemek veya aramak yerine;

“Başımın çaresine bakmalıyım, sadece kendime değil; başkalarına da yardımcı olmalıyım.” bilinci ile hareket ederek Ebû Fükeyhe’yi örnek almaya çalışmak…

Peygamber Efendimiz’in bize gösterdiği yol budur çünkü…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-