Prof. Dr. Ethem CEBECİOĞLU ile Mülâkat
KİMDİR?
Prof. Dr. Ethem CEBECİOĞLU, 1951 yılında Ankara’da doğdu. 1981’de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdi. 1983 yılında Yüksek Lisansını tamamladı. Bir süre ihtisas için yurtdışında bulundu. 1990 yılında; «Hacı Bayram Velî» hakkında tez hazırlayarak doktorasını tamamladı. 1991 yılında Yardımcı Doçent, 1993’te Doçent, 1999’da Profesör oldu. Hâlen Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Başkanlık görevini yürütmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır. Bildiği yabancı diller İngilizce, Arapça ve Farsça’dır.
ESERLERİ
1. Hacı Bayrâm-ı Velî ve Tasavvuf Anlayışı, Muradiye Kültür Vakfı Yayınları, Ankara 1994.
2. İmâm-ı Rabbânî Hareketi ve Tesirleri, Erkam Yayınları, İstanbul 1999.
3. Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Rehber Yayınları, Ankara 1997.
4. Allah Dostları, I-IV, Alperen Yayınları, Ankara 2000-2004.
5. Mevlânâ Üzerine Bazı Notlar, Büyük Selçuklu Vakfı Yayınları, 2009
Tercüme Ettiği Eserler:
1. Kelâmî Dergâhından Hâtıralar (Carl Vett), Mur. Kül. Vak. Yay., Ankara 1993.
2. Vahdet-i Vücud (Ferid KAM), Diy İşl. Bşk. Yay., Ankara 1991.
3. Ateizm Aynasında Tevfik Fikret ( M. Ali Aynî), Yeni Çizgi, Ankara 1997.
Semâ ve Arz Ehline Sevdirilen
ÂŞIKLAR KUTBU:
HAZRET-İ MEVLÂNÂ
Mevlânâ Hazretleri, dün, bugün ve yarın, hem bizler hem bütün dünya için çok mühim bir mânevî rehber. O bir şair veya mütefekkir değil, o bir hikâyeci veya romancı hiç değil… O bir mürşid-i kâmil, bir tasavvuf büyüğü, bir Hak dostu… Bunu idrak etmek, onun eserlerinden en doğru şekilde istifadenin anahtarı… Bu sebeple Mevlânâ Hazretleri ve ölümsüz eseri Mesnevî-i Şerif hakkında tasavvuf sahasının mütehassıslarından Prof. Dr. Ethem CEBECİOĞLU ile kıymetli bir mülâkatı takdim ediyoruz.
Yüzakı: Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’si ülkemizde ve dünyada en çok istifade edilen eserler arasında… Ancak üslûbu ve muhtevası açısından ondan daha iyi istifade etmeyi arzu edenlere neler tavsiye edersiniz?
Ethem CEBECİOĞLU: Öncelikle şunu tasrih etmek lazımdır ki son yıllarda Mesnevî’ye artan ilgide, batı dünyasındaki ilgi sâik rol oynamaktadır. Bize ve kültürümüze ait hikmet, esefle söylemeliyiz ki bizim yitiğimiz olmuştur. İşte biz şu son zamanlarda Mesnevî derken maalesef unutulan bu hazineyi yeniden keşfetme sürecini yaşıyoruz. Bu tespiti yaptıktan sonra eserden daha iyi istifade yollarına gelince şunu söyleyebiliriz. Mesnevî’nin anlaşılmasında dönemin şartları gereği çevirilerde kullanılan dilin ve üslûbun etkili olduğu söylenebilir.
Mevlânâ; Mesnevî’de anlattığı bütün konularda ya bir âyeti veya bir hadîsi, ya lâfzen iktibas etmiş veya bunlara telmihte bulunmuştur. Büyük sûfî düşünür Abdurrahman Câmî’nin Mesnevî için «Mağz-ı Kur’ân (Kur’ân’ın özü)» nitelemesi, üzerinde düşünülmesi gereken ciddî bir tespittir. Ancak çevirilerde bu irtibat kaybolunca boşluğun yerini okurun zihninde gerçek zeminden kaymış şahsî düşünceler almakta ve bu da anlama problemlerini tetiklemektedir. Bizce Elif ŞAFAK’ın «Aşk» adlı çalışması buna net bir örnektir. Ancak son yıllarda çeviri ile ilgili sıkıntıların yapılan yeni çeviriler ile aşıldığı; yine Mesnevî ile ilgili akademik çalışmalar sayesinde beyitlerin arka plânının günümüz insanına aktarılması hususunda bahsettiğimiz bulanık görüntünün netleşmeye başladığı da söylenebilir.
Buna ilâveten eserin doğru anlaşılmasıyla ilgili sûfî tecrübenin mahiyeti yanında, tasavvuftaki Allah-insan-âlem tasavvurunun bilinmesiyle ilgili sağlıklı bir temelin olması gerektiğini de söyleyebiliriz. Bu yüzden, eserin mümkünse bir şerh eşliğinde okunması; takip edilecek en iyi çözümdür, deriz.
Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’si her okuyanın kendisinden ve kendi derûnundan çok şeyler bulabileceği bir hüviyete sahiptir. Okuyucunun entelektüel ve irfânî seviyesiyle paralel olarak Mesnevî kendisini muhatabına açar. Mesnevî en ümmîsinden en ârifine kadar bütün beşerî idrak seviyelerine hitap edebilen şâheser bir eserdir. Mevlânâ’nın kendi ifadesiyle pergelin sâbit ucunu Şerîat-i Muhammediye’de muhkem kılıp, diğer seyyar ucunu bütün insanlığı ve âlemleri ziyaret edebilecek, kapsayabilecek bir genişlikte tutarak onların fikrî ve rûhî ihtiyaçlarına cevaplar sunmaktadır. Mesnevî’nin üslûp ve muhtevasına daha fazla vukûfiyet kesbetmek için her şeyden önce kişinin Şerîat-i Muhammediye hakkında sağlam ve doğru bir bilgilenme süreci içerisinde olması gerekir. Bu süreç boyunca, kişi görecektir ki Mesnevî’nin mânâ sarmalları kat be kat, tabiri caizse soğanın, özüne doğru giden yolda kat be kat açıldığı gibi, kendisini okuyucuya açacaktır. İşte Mesnevî’yi anlamaya talip olanların da her şeyden önce kendilerini hâlis niyetle ve huşû içerisinde Şerîat-i Muhammediye’ye adamaları gerekir.
Yüzakı: Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin, Kur’ân ve Sünnet’i anlamak için okunmasını tavsiye ediyorsunuz. Mesnevî tefsir mâhiyetinde bir eser midir? Bunu açabilir misiniz?
Ethem CEBECİOĞLU: En temel anlamda Mesnevî, irfânî bir Kur’ân tefsirinden başka bir şey değildir. Ancak elbette ki ıstılâhî anlamda Mesnevî tipik bir Kur’ân tefsiri formatında yazılmamıştır. Daha ziyade Kur’ân ve Sünnet’in esas vurgu noktalarına, özüne ve rûhuna dönük açılımlarda bulunan bir eserdir Mesnevî. Malûmunuz olduğu üzere, Kur’ân ve Sünnet metinleri tek seviyeli, yeknesak ve monolitik metinler değildirler. Basitinden karmaşığına, kolayından zoruna, zâhirinden bâtınına doğru spektrum gibi dizilen bir anlam ve anlayış seviyeleri ve skalası söz konusudur. Biraz önce arz ettiğimiz gibi muhatabın ilmî, fikrî ve mânevî seviyesine göre Kur’ân ve Sünnet’ten nasiplenmesi durumu söz konusudur. Yani Kur’ân metnine ve onun bu dünyevî hayat şartları içerisinde tatbikatından ibaret olan Sünnet’e (ki o Sünnet’i ortaya koyan Hazret-i Peygamber Efendimiz «Yürüyen bir Kur’ân» idi) âşinâlık arttıkça onların anlam derinliklerine inmek mümkün olacaktır. Bu nokta-i nazardan yaklaşınca Mevlânâ ta başından sonuna kadar Mesnevî’sinde Kur’ânî mânâların tefsiriyle meşgul olmaktadır. Hâsılı, Mesnevî, tefsir gayretleri içerisinde büyük bir mânâ zenginliğini açan işârî tefsir çalışmalarının en semereli eserlerinden biridir.
Yüzakı: Batıda Mevlânâ ve Mesnevî’ye gösterilen ilgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu alâkanın daha müsbet neticeler vermesi için neler yapılabilir?
Ethem CEBECİOĞLU: Arzu ederseniz öncelikle bu konudaki yaklaşımlarla ilgili bir durum tespiti yapalım. Kimileri batının Mesnevî’ye, Mevlânâ’ya, tasavvufa gösterdiği ilgiyi müsbet bulurken; bazıları da batılıların Mevlânâ’yı tahrif ettiklerini, Mevlânâ üzerinden tasavvufu ve İslâm’ı dejenere ettiklerini söylemektedirler. Her iki görüşü de doğrulayacak ferdî plânda birtakım örneklere rastlandığını söyleyebiliriz. Şimdi bu konuyla ilgili genel bir değerlendirme yapabiliriz.
Öncelikle şunu söylemeliyiz ki günümüz batı dünyasındaki araştırmacıların; genelde tasavvufa, özelde de Mevlânâ’ya yaklaşımı, iki asır önceki klâsik oryantalist bakış açısıyla aynı noktada değildir. Bunu daha açık bir ifadeyle söyleyecek olursak İslâm dünyasındaki tasavvuf ve tarîkatlar ile ilgili araştırmaların başlangıçta sömürge devletlerinin hâriciyesine bilgi aktaran akademisyenlerce yürütüldüğü görülür. Bu yaklaşımda oryantalistler başlangıçta tasavvuf gibi derin düşünce gerektiren bir sistemi Arapların ortaya koyamayacakları şeklinde bağnaz bir önyargıdan hareketle tasavvuf için sürekli dış bir menşe arama arayışına yönelmişlerdir. Ancak Reynold NICHOLSON örneğinde olduğu gibi araştırmalarını derinleştiren bir kısım oryantalistler, tasavvufun bizzat İslâm’ın derûnî boyutu olduğunu itiraf ve ifade etmişler ve sonunda tasavvufun, sûfîlerin ifadesiyle, İslâm’ın ihsan boyutu ile yaşanması olduğu noktasına gelmişlerdir. Bu noktada söz gelimi Nicholson’ın (ö. 1945) Mesnevî’yi Farsça neşretmesi, Mesnevî ve Dîvan’dan yaptığı İngilizce çeviriler Mevlânâ’nın batı dünyasında tanınmasında bizden daha müessir olmuştur. Bu noktada onların hakkını teslim etmek kadirşinaslıktır.
Günümüzdeki sürecin de benzer şekilde ilerlediğini söyleyebiliriz. İslâm kültüründen ve tasavvufun İslâm’ın öz evlâdı olduğu irfanından yoksun bazılarının Mesnevî okuyup onu kendi düşünceleri doğrultusunda tahrif etmeleri az da olsa çok üzücüdür. Batı dünyasında kimi zaman müslüman olmadan; «Mevlevî’yim…» diyenlere bile rastlamak mümkündür. Ancak Allah dostlarının öylesine ilâhî bir nefhası vardır ki o nefha Allâh’ın izniyle bir şekilde varlığınıza nüfuz ederse, istîdatlı benlikler bu nefhanın tesirinden kolay kolay kurtulamaz. Bu nefha onları bir şekilde dönüştürmeye başlar. Dernek ismi tasrih etmeden Amerika’da Rûmî derneklerinden birinin yöneticisinden dinlediğim bir anekdotu izninizle aktarmak istiyorum. Dernekte Mesnevî okumaları yapan ve başkan olan şahıs diyor ki:
“Ben dîninin gereklerini yerine getiren bir müslüman değilim, şarap içerim, namaz ve benzeri ibâdetleri de yapmam. Dernekte de bunlardan bahsetmeyiz. Ama Mesnevî okuyan hıristiyanlar nasıl oluyorsa belli bir merhaleden sonra, müslüman olup namaz kılmaya başlıyorlar!”
Burada özellikle ortak dünya tasavvurunu paylaştığımız kişilere şunu söylemek isterim:
«İslâm dejenere ediliyor» vehmiyle Kutbu’l-Âşıkîn olan bir zâtın eserinin okunmasından kimse rahatsızlık duymamalıdır. Çünkü okunan eser, İslâm’ın özüdür ve istîdatlı okuyucularına er geç hakikatin yolunu açacaktır. Bu süreçte bize düşen, Hazret-i Mevlânâ’nın muradını anlama ve anlatmada daha fazla gayret göstermektir.
Önemine binâen konuyu biraz daha açalım. Bu tarihî arka plânın yanında Mevlânâ’ya batıda gösterilen ilginin daha felsefî bir altyapısı da vardır ayrıca. Bu durumun bizce modern zamanların mevcut siyasî, ekonomik, sosyal ve entelektüel sistemlerinin insanoğlunun fıtrî ihtiyaçlarına cevap verememesiyle de yakın bir alâkası vardır. Zira doğuda da yaşasa, batıda da yaşasa insanların temel ihtiyaçları benzerlik arz eder. Doğu da batı da Allâh’ındır çünkü. İşte bu noktada, Mesnevî’nin insanoğlunun bu fıtrî özelliklerine hitap edebildiği ve yakın zamanlara kadar batıda en çok satan (best sellers) kitaplar arasında yer aldığı görülür. Coleman BARK’ın nefis ve akıcı bir İngilizceyle yaptığı Mesnevî Güldestesi’nin şiir okumayı sevmeyen Amerika’da iki milyon satması câlib-i dikkattir. Bu durumu insanoğlunun hâl-i hazırdaki mânevî tatminsizliğini giderme çabalarından birisi olarak değerlendirebiliriz. Mevlânâ yatay boyuttaki bütün idrak seviyelerinin üzerinde, dikey boyutta bir hitapla insanlığa seslenebilmektedir. Bu hususiyet Mevlânâ’ya ırkî, coğrafî ve millî bütün sınırları aşarak yüksek bir idrak seviyesinden onlara hitap etme fırsatı vermektedir. Tabiî ki bu durumun bazı garip tezâhürlerine de şahit olabilmekteyiz. Meselâ, özellikle batıda Mevlânâ’dan ilham alarak kendini «sûfî» diye tavsif eden ve fakat dînî anlamda İslâm’la alâkası olmayan birtakım fert ve gruplar da ortaya çıkabilmektedir günümüz batısında. Onların algılayışına göre Mevlânâ, müslüman bir ârif ve mütefekkir olmaktan ziyade hümanist bir düşünür ve mistik olarak karşımıza çıkmaktadır. Hiç şüphesiz bu bir anlama savruluşudur. İşte bu noktada az önce ifade ettiğimiz gibi bugün, bizim yapacağımız çok yönlü entelektüel çalışmalarla Mevlânâ’nın gerçek kimliğini, yani müslüman olduğunu batılılara daha doğru bir şekilde anlatmamız gerekmektedir. Onların bu müsbet alâkalarını daha doğru bir mecrâya yönlendirip, Mevlânâ’nın İslâmî ve dînî yönünü batılılara daha yakînen tanıtmalıyız. Zira Mevlânâ kimliğini şöyle tarif etmektedir:
“Bu can tende oldukça kölesiyim Kur’ân’ın. Yolunun toprağıyım o Ahmed-i Muhtâr’ın.”
Bir başka câlib-i dikkat olan nokta da şudur ki Arapça ve bizim eski lisanımızda batıyı işaret ederken garb kelimesini kullanırız. Garip, gurbet, gurûb ve mağrib gibi daha başka kelimeler de bu kökten türemiştir ve bunların hemen her birinin hüzünle alâkası olan semantik çerçeveleri vardır. Doğu ise ışığın ve aydınlanmanın kaynağı ve vatanıdır. Latince deyişle; «Ex oriente lux» yani «ışın doğudan gelir.» Günümüz modern insanının en derin ve acı bir şekilde hissettiği de kendi aslından uzaklaşma ve kendine yabancılaşma hâlidir. Yani günümüz insanı kendinin gurbetinde ve garbında yaşamaktadır ve üstelik batı dünyasındaki insanlar, bu durumu daha bir acımasız şekliyle yaşamaktadırlar. Onlar en acıklı şekliyle garbın ve gurbetin elem ve hüznünü çekmektedirler. Mevlânâ’nın tâbiriyle kamışlıktan koparılmış ve sararıp kupkuru hâle gelmiş bir ney gibi, aslına müştâk hâlde inleyip sızlanma hâlindedirler. O, bu sararmışlığın tedavisi için insanoğlunu «Sibğatullâh»a, yani «Allâh’ın Boyası» ile boyanmaya çağırmaktadır.
Yüzakı: «Mevlânâ Üzerine Bazı Notlar» adlı eserinizde Hazret-i Mevlânâ ile Hazret-i Dâvud arasında bazı benzerlikler kuruyorsunuz. Bunu kısaca açıklar mısınız?
Ethem CEBECİOĞLU: Aslında bu hususa dikkatimizi Abdurrahman Câmî çekmektedir. Onun Nefehât’ındaki nakline göre Mevlânâ daha küçük yaşlarda iken babası Bahâeddin Veled ile Şam’da bulunduğu sıralarda büyük ârif ve Allah dostu İbn-i Arabî ile karşılaşırlar. İbn-i Arabî Mevlânâ’daki yüksek mânevî cevheri keşfederek onun ileride çok büyük bir velî olacağını ve de Hazret-i Dâvud -aleyhisselâm-’ın kademi üzere bulunacağını belirtir. Malûmunuz bir kişinin kademi üzere olmak demek irfânî dille o kişinin meşrep ve makamını takip etmek demektir. Her peygamberin, Muhyiddîn-i İbnü’l-Arabî’ye göre, bir velâyet yönü bir de nübüvvet yönü bulunur. Her peygamber, velâyet yönü ile Hak’tan aldıklarını nübüvvet cihetiyle halka ulaştırır. Peygamberler Allâh’ın kâmil kulları olduklarından onlardan sonra gelen insân-ı kâmiller de kemallerini o kaynaklardan alıp tamamına erdirirler. Bu onların kemâlinden de bir şey eksiltmez. Bunu Hazret-i Mevlânâ bir kandilden tutuşturulan diğer mumların o kandilin ışığından bir şey eksiltmemesine benzetir. Hâtemü’l-Enbiyâ Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bütün peygamberlerdeki kemalleri toplayan kemâlâtın sahibidir. Şimdi her velî, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zâtında toplanmış olan ve diğer peygamberlerde de belirgin şekilde ortaya çıkan bir ilâhî isim ile temeyyüz eder. O ism-i ilâhînin mazharı olur. Böylece o velînin kemâli, o ismin mazharı olan bir peygamberin kademi üzerine olur.
Bu yaklaşımla tasavvufta her velî Hazret-i Peygamber’e tâbî olmakla; yani Muhammediyyü’l-meşrep olmakla beraber meşrep ve makam olarak diğer bazı başka nebîleri de takip edegelir ki İbn-i Arabî kendisi bu hususu Fusûsu’l-Hikem’de teorize etmektedir. O her peygamberin kendine has noktalarda bir insân-i kâmil prototipi ortaya koyduğunu belirterek bu eserini belli başlı bölümlere (fasslara) ayırarak tâbiri câizse bir nevî nebîler kozmolojisi ortaya koymuştur. İşte bu anlayışla paralel olarak söz konusu benzerlik üzerinde biraz duracak olursak, Hazret-i Dâvud -aleyhisselâm- ile Mevlânâ arasında bu dünya şartlarında tahakkuk etmiş olan bazı ortak noktaların olduğu görülür. Şimdi bu benzerlikleri görelim.
Birincisi, Dâvud -aleyhisselâm-’ın duâ ve niyazlarında mizmar kullandığı nakledilir, ki bu Mevlânâ’nın «ney»ine benzer bir enstrümandır. Hazret-i Dâvud olağanüstü güzellikteki sesi ve mizmarı ile yerde ve göktekileri mânevî cezbe ve istiğrakla coşturmuştur. Mevlânâ da «ney»i ile onun kademi üzere bir velî olarak benzeri bir etkiyle hâlâ günümüzde de bütün ruhları coşturmaya devam etmektedir.
İkincisi, Kur’ân’ın ifadesiyle Zebur gibi Mesnevî de şiir tarzındadır. Yani manzûm bir eserdir ikisi de. Hazret-i Dâvud, Zebur terennümleriyle ilâhî aşk, münâcât, duâ ve niyazlarıyla, bütün mahlûkâtı vecde boğardı. Mevlânâ’nın eserlerindeki hârikulâde şiiriyetin bu gibi bir tesir gücüne sahip olduğu herkesçe bilinen ve kabul edilen bir husustur. Hattâ Abdurrahman Câmî, Mevlânâ hakkında; «Peygamber nîst velî kitâb dâred», yani; «O bir peygamber değil; fakat kitabı var.» demekten kendini alamamıştır.
Üçüncüsü, rivâyetlere göre Hazret-i Dâvud -aleyhisselâm- kral Tâlût’un damadı olmuştur ve akabinde de krallıkta onun yerini almıştır. Mevlânâ’nın da hem babaannesi hem de annesinin soyu itibarıyla sultanlıkla bir alâkası olmuştur, dedeleri Horasan’da bir bölgede hükümranlık sürmüşlerdir. Bu bakımdan da Hazret-i Dâvud -aleyhisselâm- ve Mevlânâ arasında nisbî benzerlikler vardır.
Dördüncüsü, Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesine göre Hazret-i Dâvud’a ilim ve hikmet verilmişti. O, ilmini hikmete dönüştürebilmişti. İşte Mevlânâ da uzun yıllar süren zâhirî ilimler tahsil edip ardından bu müktesebâtını hikmete dönüştürerek onu irfânî bir dille eserlerine nakşetmistir.
Beşincisi; Hazret-i Dâvud’un Kur’ân-ı Kerim’de Bakara Sûresi’nde, tek başına Câlût’u öldürerek bir orduyu yendiği anlatılmaktadır. Menkıbelerde benzeri şekilde Konya’ya saldıran Moğol komutanı Baycu Noyan’ın ordusunu Hazret-i Mevlânâ’nın tek başına durdurduğu kaydedilir.
Bu saydığımız benzerlikler muvâcehesinde İbn-i Arabî’nin ilk defa Şam’da karşılaştığında Mevlânâ hakkında kanaatinin çok yerinde bir tespit olduğuna asırlar sonra biz de bugün şahit olmaktayız.
Bu husus Mevlânâ üzerine yazılı tespit ve yayın olarak entelektüel dünyaya mâl olması maksadıyla ilk kez tarafımızdan ele alınmıştır. Zîra Mevlânâ’ya dair yazılan pek çok eserde bu konu bilebildiğimiz kadarıyla hiç ele alınmamıştır.
Yüzakı: Hazret-i Mevlânâ’nın yaşadığı devir ve sonrasına, sosyal açıdan bıraktığı tesiri anlatabilir misiniz?
Ethem CEBECİOĞLU: Malûmunuz Mevlânâ çok karışık siyasî ve sosyolojik şartların hâkim olduğu bir devir ve coğrafyada yaşamıştır. Daha küçüklüğünden itibaren bu şartların doğurduğu tesirler onun hayat akışına yön vermiştir. Burada özellikle onun yaşadığı yerlerdeki siyasî çalkantılar, iktidar mücadeleleri ve de pek tabiî ki Moğol İstîlâlarını kastediyoruz. Ancak bütün bu imkânsızlıklara rağmen Mevlânâ, ilmen ve fikren kendisini çok iyi yetiştirmiş ve zamanın ilimlerinde mütebahhir bir âlim konumuna gelmişti. Yaşadığı devir itibarıyla Mevlânâ’nın fikrî ve mânevî öğretilerinin böyle ilmî bir altyapısı vardır. O, çağdaşlarının gözünde her yönüyle mûteber bir şahsiyet olarak zuhur etmiştir. İşte onun bu fikrî ve mânevî mirası, kendisinden sonraki nesillerce benimsenip yaşanan tecrübeler olarak günlük hayata aksettirilmeye çalışılmıştır. Mevlânâ’nın ilkeleri, vefatından sonra oğlu Sultan Veled tarafından sistemli bir hâle getirilen Mevlevîlik ile asırlarca irfan ocağı hâlinde hayâtiyetini sürdürmüş ve sürdürmeye de devam etmektedir.
Mesnevî’nin kültür tarihimizde en çok şerh edilen eserlerin başında gelmesi, kültür tarihimizde mesnevî-hanlık gibi bir müessesenin teşekkülü, esere Anadolu’da verilen değeri gösterir. Yine Anadolu, Rumeli ve Ortadoğudaki halk hikâyelerinde ve dindarlık anlayışında Mesnevî’nin ve Mevlânâ’nın tesiri gayet açıktır.
Bilindiği üzere Mevlevîlik, günümüze kadar devam eden fikrî ve içtimâî pek çok fonksiyonu olan tasavvufî bir gelenektir. Bu gelenek asırlar boyunca her seviyeden talipli insanların kabiliyetli zihinlerini besleyip zenginleştirmiştir. Bu zihnî altyapı sahipleri de günlük hayatlarında Mevlânâ’dan aldıkları ilhamla fikir ve amellerine yön vermiştir. Bu geleneğin sayısız güzîde örnekleri Osmanlı coğrafyasında zuhur etmiş ve kültür tarihimizde ölümsüz eserler olarak yerlerini almışlardır. Meselâ, Mevlânâ’nın hoş sadâlarını Dede Efendi ve Itrî’nın mûsıkî nağmelerinde işitebilir, Şeyh Gālib’in mısralarında yakînen gözlemleyebiliriz.
Mevlânâ’nın kendisi bizzat sosyal hayatın içinde olmuş ve pek çok açıdan yaşadığı topluma katkıda bulunmuştur. Meselâ bir medrese hocası olarak toplumun örgün eğitiminde aktif rol üstlenmiştir;
Evlenemeyen genç erkek ve kızlara yardım için mürîdesi Gömeç Hatun ve kocası Muîniddin Pervâne vasıtasıyla bir vakfın (Çeyiz Vakfı) kurulmasına öncülük etmiş ve toplumda ahlâkî çöküntüye mânî olmuştur;
Devlet ricâline bir nevî danışmanlık yaparak toplum lehine kararlar alınmasının önünü açmıştır;
Moğol İstîlâlarıyla tahrip edilen Anadolu topraklarında yaşayan insanların ıstırabını paylaşmış, çeşitli bölgelere gönderdiği mektuplarla onların acılarına ortak olup, teselli etmeye çalışmıştır;
Hastaları ziyaret edip yetim ve yoksullara kol-kanat gererek toplumun daha alt tabakalarındaki insanlarla da ilgilenip onların gönüllerini kazanmıştır.
İstîlâcı Moğolları tolore etmek için, onların yöneticilerine mektuplar yazmış oğlu Sultan Veled’i, zaman zaman Tokat sarayına yollamış ve bu şekilde onların Anadolu’da daha fazla tahribat yapmalarına engel olmuştur.
Mevlânâ, bu gibi içtimâî faaliyetleri ile insanların birbiriyle kaynaşmasına vesile olmuş ve bu hususta ve her şeyde olduğu gibi kendisine örnek olarak Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i almıştır. Ne güzel bir örnek, ne kutlu bir takipçi…
Yüzakı: Pek çok Allah dostu içinde, Mevlânâ Hazretleri’nin daha geniş bir alanda daha canlı bir şekilde temâyüz etmesini, Mevlânâ’nın hangi özelliklerine bağlayabiliriz?
Ethem CEBECİOĞLU: Tabiî ki her şeyden önce bu, bir nasip meselesi;
تُعِزُّ مَنْ تَشاَء / “…(Yâ Rabbi) Sen dilediğini aziz kılarsın…”
Ancak bunu açıklamak için bir şeyler söylememiz gerekirse, şunları ifade edebiliriz. Mevlânâ, insanoğlunun ortak diliyle konuşabilme kabiliyetine sahiptir her şeyden önce. Biraz önce arz ettiğimiz gibi, Mevlânâ’nın ifadelerinde her okuyan kendisinden bir şeyler bulur. İnsanoğlunun bu en derûnundaki bozulmamış, dejenere olmamış fıtrî seviyesine hitap edebilmesini, Mevlânâ’nın temâyüz sebeplerinden başlıcası olarak görebiliriz herhâlde. O, muhatabının seviyesine inebilme basîret ve inceliğine de sahipti. Meselâ Rumca bildiği için Mevlânâ’nın Rumca yazdığı bazı şiirleri de vardır. O şiirlerle, bölge Rumlarına ulaşabiliyordu. Devrinin hıristiyanlarına kendi dilleri ile hitap ederek takipçisi oldukları Hazret-i İsa’yı gerçek anlamda örnek alıp onun hakikatini anlamaya davet ediyordu. Mevlânâ’ya göre hıristiyanlar Hazret-i İsa’nın hakikati üzerine yoğunlaşmak sûretiyle de İslâm’a yön bulabilirlerdi çünkü. O, Hıristiyanlara; «İçinizdeki İsa’yı diriltin!» çağrısıyla haddizâtında Hazret-i İsa’nın öğretilerinin özünün İslâm’dan başka bir şey olmadığının altını çizmekte O’nun üzerinde İslâm’a köprüler kurmaktaydı.
Buna ilâve olarak Hazret-i Mevlânâ, sözlerindeki eskimezliğin sırrıyla ilgili olarak şöyle der:
“Biz bunları dilden söylemedik ki dil gibi çürüyüp yok olsun. Biz bunları gönülden söyledik, bu yüzden gönül gibi ebedîdirler.” Bu sözüyle o, eserin sırf aklın ve nazarî düşüncenin mahsulü olmadığını onu ebedî kılanın ilhâmât-ı ilâhiyye olduğuna işaret eder. Mesnevî, bunun örnekleriyle doludur.
Tasavvuf tarihi, bu tecrübeyi Mevlânâ gibi yaşamış birçok Allah dostlarıyla doludur. Yûnus gibi Hüdâyî ilh. gibi. Mevlânâ’nın onlar arasından temâyüz etmesi ise söz söylemedeki kabiliyeti, edebî unsurları kullanırken iletişim gücündeki üstünlüğü, derin insan tabiatı bilgisi ve mâhir bir mürşid-i kâmil oluşudur. Bu vasıfları sebebiyle Hazret-i Mevlânâ, anlatacaklarını öyle bir üslûpla anlatır ki herkes kendi istîdâdına uygun olanı oradan alır ve istifade eder. Bu üslûbunu o;
“Her âyetin bir zâhiri bir bâtını, haddi ve matla‘ı vardır.” şeklindeki hadisten aldığını söyler.
İrşaddaki mahareti ile birleşen insan yapısı bilgisi sayesinde konuyu insanın şuur katmanlarına yayarak anlatır. Bu katmanlardan birine ilgi duymayan, bir diğeri ile konuya çekilir. Böylece verilmek istenen mesaj verilir. Muhatabın aç olan rûhu doyurulur. Hazret-i Mevlânâ bunu şöyle anlatır:
“Söz söyleyen insan, kâmil olursa, söz sofrasını öyle bir yayar ki o sofrada her zevk sahibi, kendi damak tadına uygun olanı bulup alır.” Ve dolayısıyla bir şekilde o sofradan istifade eder.
Müridlerinin terbiyesiyle meşgul bir mürşid oluşu, insan tabiatı hakkındaki bilgilerini teorik birer spekülasyon olmaktan çıkarmıştır. İnsanın iç dünyasıyla ilgili söyledikleri, okura şunu dedirtir:
“Tam da benim düşündüklerim, Hazret ne de güzel söylemiş!”
Kısaca bu konuda söylenecek en kesin söz bizce şudur: Cenâb-ı Hak, Kutbu’l-Âşıkîn olan Hazret-i Pîr’i semâ ehline ve yeryüzündekilere sevdirmiştir.
Yüzakı: Okuyucularımıza son olarak ne söylemek istersiniz?
Ethem CEBECİOĞLU: Mevlânâ’nın insanlığa mesajı çağlar ve iklimler üstüdür. O insanoğlunun fıtrî, dejenere olmamış ortak şuuruna hitap ederek onları kendi varlık ve kabiliyetlerinin farkında olmaya çağırmaktadır. Bunu yaparken de Şerîat-i Muhammediye’nin vazgeçilemezliğine bütün gücüyle vurguda bulunarak, Muhammedî bir neşve ile insanlığı gerçek saâdete yönlendirmektedir. Günümüz okuyucusunun Mevlânâ’yı hakkıyla anlayabilmesi için her şeyden önce Mevlânâ’yı Mevlânâ yapan unsurlar üzerinde derin tefekküre dalması gerekir. Mevlânâ’nın fikrî ve mânevî mirasından nasipdâr olabilmek için onun öncelikle îmânına, Kur’ân ve Sünnet’e olan bağlılığına dikkat etmek gerekir. Onun tasavvufî anlayışı hayatın içerisinde tatbiki mümkün olan bir uygulamadır, hayalî değildir. Sonuç olarak diyebiliriz ki Mevlânâ teslîmiyet hâlini; İslâm’ı, îmânı ve ihsânı bütün bir hayata teşmil ederek varlığın ve hayatın en küçük zerrelerine kadar İslâm üzere olmasının yollarını göstermektedir. Onun bu gayretine ortak olmak ne kutlu bir çabadır…
Yüzakı: Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederiz.
Ethem CEBECİOĞLU: Ben teşekkür ederim.