YOL BİZİ SANA GÖTÜRSÜN!

Şems’in Peşinde

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Cenâb-ı Hakk’a giden yolda, kulun rehbere ihtiyacı var mıdır?

Elbette!

Ahmed Yesevîlerin, Yûnusların, Mevlânâların, Hacı Bayramların yoğurduğu iklimimizde hakikat yolculuğunun ancak mürşid-i kâmiller vasıtasıyla mümkün olduğu gayet iyi bilinir. Fakat son asırlarda, modernistler, yeni selefîler, Vehhâbîler gibi dışarıdan gelme tenkitler neticesinde;

“Dinde ruhbanlık yoktur!”

“Allah ile kul arasına kimse giremez!” ve benzeri sözleri çarpıtarak, Hak yolcusunun rehber ihtiyacına gölge düşürmek gayretleri artmıştır.

Hâlbuki her mevzuya îtidali getiren İslâm, bu hususta da insanlığın düştüğü ifrat ve tefritleri, yani iki zıt noktadaki aşırılıkları düzeltmiş, olması gereken ideal noktayı göstermiştir.

İnsanın; Allâh’ı tanıma, O’nun kendisine gönderdiği mesajı telâkkî etme, O’na kulluk etme ve yaklaşma konularında rehberlere ihtiyacı vardır. Fakat hakikî rehberlere…

Başta, peygamberlik müessesesi bu rehberlik zaruretinin müşahhas neticesidir. Allah ile peygamber arasında dahî Cenâb-ı Hak, Cebrâil’i rehber olarak belirlemiştir. Hazret-i Âdem’den Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kadar, on binlerce peygamber gelmiş, Allah ile kul arasında rehberlik etme vazifesini edâ etmişlerdir.

Hâtemü’l-Enbiyâ, yani Son Peygamber olan -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den sonra, O’nun vazifelerinden, kendisine has olan vahyi telâkkî edip tebliğ etme görevi haricindekileri, ümmetinden; âlimler, halîfeler, kadılar ve Hak dostları devam ettirmiştir. “Âlimler enbiyânın vârisidir.” hadîs-i şerîfinin bir mânâsı da budur:

“Meclislerde, Peygamber’de bulunan bir akıl gibi bir akıl ara! Çünkü Peygamber’den miras kalan, ancak budur. Bu çeşit akıl, gizli şeyleri, önden de görür, arkadan da. (…) İşte o büyük Peygamber de, rahipliği, insanlardan uzak düşmeyi, dağlara çekilip yalnızca ibâdet etmeyi, bu yüzden men etti. İnsanlar, birbirleri ile buluşsunlar, görüşüp tanışsınlar diye rahipliği kaldırdı. Çünkü o görüş, o bakış bahttır, devlettir, ölümsüzlük iksiridir.”

Dikkat edilirse, Mevlânâ Hazretleri, ruhbanlar ile mürşidleri, inzivâya çekilip irşad ile meşgul olmamak cihetinden ayırıyor. Yoksa; «İslâm’da ruhbanlık yoktur!» hadîsi, dînimizde mâneviyata yoğunlaşan zümrelerin bulunamayacağı mânâsında anlaşılamaz. Bunu ispat için, mü’min ve müslüman kavramlarının yanında, muhsin, muhlâs, muttakî, mukarreb, hâşi’, sâlih, sıddîk gibi kemal ve terakkî derecelerinin Kur’ân-ı Kerim’de zikredildiğini hatırlamak yeterlidir.

Fakat mûcizeler gösteren peygamberlerin nübüvvetini inkâr edenler bulunduğu gibi, Allah dostlarının velâyetini kabullenemeyenler de çok gelmiştir.

Mevlânâ Hazretleri, Kur’ân hakikatlerini edebî bir beyanla, mârifet üslûbuyla dile getirdiği eseri Mesnevî-i Mânevî’de yücelere yolculukta Allah dostlarına olan ihtiyaç mevzuu üzerinde çok durur.

Başta Mesnevî girizgâhında, ezel bezminde koparıldığı kamışlığa hasretle yanan vuslat feryâdına, yanık gönüllü müşterîler arayan «ney», mürşid-i kâmili temsil eder.

Hasta câriye hikâyesinde, hasta câriye, bütün illetleriyle nefis; onu iyileştiremeyen hekimler sahte mürşidler, onu şifâya kavuşturan tabip ise gerçek mürşid-i kâmildir.

Her kıymetli şey gibi mürşid-i kâmilin de sahteleri piyasa sürülür. Çünkü teslîmiyet içerisinde itaat edilen bir makam, sahtekârların göz dikebileceği bir noktadır.

Üstâdına bend ol, ama lâzım, yine lâzım;
İrfanda hakîkîsini, taklîdini bilmek! (Tâlî)

HÂLİS ALTIN-SAHTE PARA

Mevlânâ Hazretleri, sahte ile hakikîyi ayırt etmenin çok da zor olmadığını sahte para ile hâlis altın para karşılaştırması ile yapar. Işık varsa, mihenk varsa, yani Peygamber’in getirdiği dînin ölçülerine vurulursa, sahte hemen ortaya çıkacaktır:

“Eğer mihenk taşın varsa, yani, şerîat ahkâmını, Hazret-i Muhammed’in gerçek yolunu biliyorsan, kendisine uyacağın kişinin davranışları şerîate uygun bulunursa, onu kabul et. Yoksa git de, kendini âlim ve ârif bir zâta teslim eyle, onun mihengi ile denemeye giriş.”

“Gönlünün pusulası gerçek yönü göstermiyorsa, böylece kendi başına yolu bulamıyorsa, sakın yalnız başına yola çıkma. Gerçek bir yol gösterici, bir mürşid ara.”

“Dünyada kalp para da, sağlam para da geçiyordu. Biz de gece yolcuları gibi gaflet ve bilgisizlik içinde idik. Peygamberlerin güneşi doğunca; «Ey kalp olan, karışık olan sen uzaklaş; ey saf olan, ey tertemiz olan sen de yaklaş.» dedi.”

“Allâh’ın fazlı ve keremi bakırları iksire doğru sürdü götürdü. Fakat, bakır olduğu hâlde üstündeki yaldız sebebi ile altınlık dâvâsında bulunanlar, Allâh’ın bir kereminden mahrum kalır! Ey altın suyuna batmış olan bakır (yani, sahte mürşid); ettiğin irşad dâvâsından vazgeç! Çünkü, sana gelen müşteriler (müridler) hep böyle gözü kapalı kalmazlar. Dünyada olmasa bile, âhirette, mahşerde onların gözlerini açarlar ve senin yapmış olduğun gözbağcılığını rezil ü rüsvay ederler!”

“Bu alçak kalpazanlar, ikiyüzlüler, îmansızlar; kalpleri aydın ve nurlu olan kişilerin düşmanıdırlar. Gönülleri saf ve lekesiz îmanlı insanlar ise gündüz gibi nurlu olan mürşidlerin âşıkıdırlar. Çünkü gündüz, o türlü kişileri belirten bir ayna gibidir. Onların kemâlini açıkça gösterir.”

HIRSIZ

Mürşidlik taslayanlar, sahtekârlıkları ortaya çıkmasın diye ışığa düşmandırlar, bu yönleriyle geceleyin çalışan (!) hırsızlara benzerler:

“Peygamberler din düşmanları ile, Allâh’a inanmayanlarla savaşırlar. Melekler de, peygamberlerin başarıya ulaşmaları için: «Yâ Rabbî, sen esenlik ver. Onları koru!» diye duâ ederler. «Allâh’ım» derler, «Nurlu bir kandil gibi olan bu peygamberleri hırsızların üflemesinden, nefeslerinden uzak tut da, onlar sönmesinler, nur saçsınlar.» Hırsız da nûrun, ışığın düşmanıdır, kalpazan da. Ey feryad edenin feryadına erişen Allah! Bize yardım et. Bu ikisinin de, (yani hırsızın ve kalpazanın) şerrinden bizi koru.”

İrşad yoluna dadanan sahtekârlar, din mihenginin bulunmadığı, karanlık ve cehâlet ortamlarında ürerler:

“Madem ki mihenk taşı erkekten kadından gizlidir, ey kalp olan; gel, safa gir de ondan sonra lâf et! Evet; mihenk meydanda olmadığından senin için tam lâf zamanıdır! At, tut ki, seni el üstünde gezdirsinler. Kalp para büyüklük taslar da, her an; «Ey ayarı tam altın!” der. “Ben, senden hiç değersiz olur muyum?» Altın ona cevap verir, der ki: «Evet kapı yoldaşı! Fakat, mihenk taşı geliyor; imtihana hazırlan!»”

Hazret-i Mevlânâ, sahteyi hakikatten ayırmada, şer’î bilginin varlığına değil, aşk hâline gelmiş olmasına itibar etmeye çağırır:

“Vesvesenin ağzını ancak ilâhî aşk bağlayabilir. Sen vesveseyi içinden atmak istiyorsan, ilâhî aşka sarıl, bir kâmil mürşid ara! (…) İlâhî aşktan haberi olmayan, bilgili ve akıllı geçinen kişiden uzaklaş, o senin şerefini haysiyetini alçaltır. Böyle sahte mürşid, senin ilâhî duygularını körleştirir, mânevî ve rûhânî zevklerini yok eder.”

YILDIZ VE TOZ

Bazı insanların, mürşidlerin hakikatini fark edememeleri hakkında şu misal çok güzeldir:

Hak dostları yıldızlar gibi yol gösterir, rehberlik ederler, fakat günah ve benlik tozu ortalığı kaplar ve göze kaçarsa, insan yıldızları göremez. O hâlde, yıldızları görememek, ayırt edememek, tozdan korunmayan gözün kusurudur:

“Dost, gelişi ile Hak yoluna kılavuzluk eder. Bu yüzden Mustafa -aleyhisselâm-; «Sahâbem yıldızlara benzer!» buyurdu. Yıldız; kumlu çölde de yol gösterir, denizde de. Gözünü yıldızdan, yani mürşitten ayırma; kılavuz odur! Gözünü onun yüzünden ayırma! Onunla bahse girişme; ona itiraz edip yoldan toz kaldırma! Çünkü yıldız, tozla gizlenir, görünmez olur! Gözle görmek, sürçen dilden daha iyidir! İlâhî vahye mazhar olan o eşsiz varlık, söylediği zaman yoldan toz kalkmaz; bilâkis o mübarek sözleri ile tozlar yatışır!”

SU KUŞLARI-KARA KUŞLARI

Hazret-i Mevlânâ, hakikî mürşid ile sahtekârların dış görünüşlerinin benzer olması konusunda, su kuşları ile kara kuşlarını misal verir.:

“Birkaç gün için olsun o su kuşlarının, yani velîlerin yanlarına git de, seni alsınlar, âb-ı hayata kavuştursunlar. Su kuşları (yani mânâ ehli velîler) ile karada yaşayan kuşlar (sûret ehli, dünyaya gönül verenler) dış görünüşleri ile birbirlerine benzerler. Ama ruh ve maya bakımından su ve yağ gibi birbirlerine zıt düşerler.”

Hakikî tasavvuf kadar, kendine tasavvuf süsü veren bâtıl akımların da tehlikeli bir şekilde yaygın olduğu bir dönemde yaşayan Mevlânâ Hazretleri, sahte mürşidlere öfkelidir:

Aşka burhân olan üstâda muhabbet doludur,
Sahte rehberleredir nefreti Mevlânâ’nın… (Tâlî)

Bu öfkesi, sahte mürşidler hakkındaki benzetmeleriyle ortaya çıkar:

BOYALI ÇAKAL

Boya küpüne düşüp rengârenk boyanan bir çakalın, arkadaşlarının yanına gidip tavusluk taslaması hikâyesinde, sahte mürşidlerle ağır bir istihzâ vardır:

“Çakallar; «Peki ama» dediler. «Can tavusları, yani üstün varlıklar gül bahçelerinde salınır, cilveler ederek nazlı nazlı gezerler. Sen de onlar gibi cilveler eder misin?» «Hayır.» dedi. «Çöle düşmeden, Sînâ’yı nasıl anlatabilirim?»

«Tavus kuşları gibi ötüyor musun?» diye sordular. «Hayır ötemem.» dedi. «Öyle ise» dediler. «Ey yüce er, sen tavus kuşu da değilsin. Tavus kuşunun giyeceği elbise, yani renk renk olan tüyleri kökten gelir; sen renkle, iddia ile ona nasıl benzersin?»”

İşin sırrı, tasavvufun, tarîkatın şekilden ibaret olmadığını idrak etmektir. Hâli, tavrı incelendiğinde insana;

Kendisi muhtâc-ı himmet bir dede,
Nerde kaldı gayriye himmet ede!

dediren kişiler, ne posta bürünmekle, ne de posta oturmakla mürşid-i kâmil olamazlar.

Hazret-i Mevlânâ tarihî bir vâkıadan, Hıristiyanlığın Pavlus tarafından tahrif edilmesi hâdisesinden hareketle, sahtekâr yol göstericilerin nasıl hilelerle insanları kandırıp perişan ettiklerini uzun bir hikâye şeklinde anlatır. Hıristiyanlığı yok etmek isteyen mutaassıp bir kral vardır, onun hilekâr veziri, hıristiyanlara; «Ben Hazret-i İsa’nın vekiliyim.» diyerek yanaşır ve ifsada başlar. Sonunda hepsini tefrikayla paramparça eder.

Mevlânâ şu mısralarda sahte ile hakikî arasındaki farkı akıl ve zevk ehlinin ayırt edebileceğini dikkatle vurgulamıştır:

“O îmansız vezir, âdeta, badem ezmesi içine, sarımsak saklar gibi hile ile din nasihatçiliği yapıyordu. Hıristiyanlar arasında zevk ve anlayış sahibi olanlar, vezirin tatlı sözleri arasında bir de acılık duyuyorlardı. Vezir çok mânâlı, nükteli sözler söylüyordu, fakat o sözler, içine zehir karıştırılmış şeker şerbeti gibi idi.(…) Vezirin sözleri, anlayışlı ve zevk sahibi olmayanların boyunlarına birer halka olup geçiyordu.”

Bu noktada, tasavvufta akla itibar etmemenin yeri ve zamanı önem arz etmektedir. Bir Allah dostunun, akıl dışılık ile akıl üstülüğü ayırması mühimdir. Dîne muhalif, bedihî akla aykırı bir husus karşısında teslîmiyet, tasavvufun usûlü değildir. İstikamet esastır.

AYAK VE KUYRUK

Hakikî mürşid, hakikî mânâsıyla da istenilen yere götüren «ayaklar» gibidir. Sahte mürşidler ise, şekil ve hilelerle göz boyayan tilki kuyruğu!

Tilkinin kendisini avcıdan kurtaran ayaklarını fark etmeyip, habire kuyruğunu okşaması gibi, insanlar hakikî mürşidlerin kıymetini bilemezler.

Kuyruk hile ve düzenbazlıktır. Birilerinin niçin sahte şeyhliğe kalkıştığının tefsirini, kuyruğun peşinden şöyle okuruz:

“Kurnazlıklarımız, hilelerimiz kuyruğumuza benzer; sola-sağa döner, kuyruklarımızla oynar dururuz. Zeyd ile Bekir şaşırsın kalsın diye deliller getirmeye uğraşırız, hilelere başvururuz. Böylece kuyruğumuzu sallarız. Halkın bize, bizim işlerimize şaşırıp kalmasını isteriz. Hattâ tama’ elimizi ilâhlık sevdasına bile atarız! Böylece efsunlar okuyarak, yani bilgiçlik taslayarak gönüller elde edelim deriz de, kendimizin çukura düştüğümüzü hiç görmeyiz.

Ey kaltaban, sen nefsine uymuşsun, aşağılara düşmüşsün, günah kuyusundasın. Başkalarını irşad sevdasından vazgeç de kendi kusurlarını gör, kendini ıslah et, kendini düzelt.”

ALTIN PARA-SAHTE PARA

Hak dostlarını inkâr etmese de, onu tarihe mâl olmuş, geçmiş bir hakikat görmek de günümüzde düşülen hatalardandır. Özellikle mürşidlik taslayan sahtekârların sergilediği olumsuzluklar bu kanaati körüklemektedir.

Nasıl peygamberlik taslayan sahtekârların varlığı, peygamberlik müessesesine zarar veremezse müteşeyyihlerin, yani şeyhlik taslayarak insanları kandıranların varlığı da gerçek kâmil mürşidliğe zarar veremez.

ASİL ŞAHİN İLE KÖR ŞAHİN

Eski padişahlar ava çıkarlarken kuş tutup getirsin diye bu işe alıştırılmış, doğan, şahin, atmaca gibi avcı kuşlardan birini bilekleri üstünde bulundururlarmış. Uçan bir kuş görülünce padişah bileğindeki kuşu fırlatır, o da gider, uçan kuşu yakalar getirirmiş. Fakat iyi eğitilmiş, asil kuşlar avını yakalayıp geri döndükleri hâlde; kör, işe yaramaz olanları ya yolunu şaşırır, yahut başka bir kuşun pençesine düşermiş.* Hazret-i Mevlânâ, temsil yoluyla, efendisinin emrini yerine getirip, dönen şahini, hakikî mürşidlere, dalâlete düşen kör kuşları ise sahte mürşidlere benzetiyor.

Hak yolunda rehberlik eden peygamberler ve velî kulların, muhatap oldukları insanlar tarafından telâkki edilişlerinde hakikat çizgisinden iki tür yalpalayış vardır: Biri,

–Sen de bizim gibi beşersin, bir farkın yok, şeklinde inkârcı tavrı…

Diğeri;

–Madem Allah tarafından gönderildiğine göre, sen insan değil, ulûhiyete mensup bir varlıksın, sapması…

Hazret-i Mevlânâ bu şahin misalinde, onun ağzından bu meseleye cevap verir:

“Ben padişahın cinsi değilim. Böyle bir fikir benden uzak olsun. Lâkin onun tecellîsi nûrunu hâizim. Evet. Onunla şekil ve zat cihetinden cinsiyetimiz yoktur. Fakat esmâsına ve sıfâtına mazhariyetimiz itibarıyla mânen bir münasebetimiz vardır. Tıpkı nebat yetiştirmekte, suyun toprakla bir cihetten aynı cins olması gibi…”

Sultanın şahini, avını sultana götürür; yani hakikî adrese. Bütün ruhların gerçek sahibine… Nefisleri adına avlananlar ise, avlarının kanına girmektedirler. O avcılar, gerçek şahin gibi mânâdan, hakikatten bahseder gibi görünebilirler. Bu da kuşları avlamak için çıkarılan kandırıkçı ses gibidir:

“Her aşağılık kişi, Dâvudluk, yani mürşidlik dâvâsına kalkışabilir. Hakkı bâtıldan ayırt edemeyenler de böyle yalancı ve ikiyüzlü kişilere aldanıp, ona uyarlar. Ahmak kuş, bir avcıdan kuş sesi duyar da, ona doğru uçar gider.”

Sözü Mevlânâ Hazretleri’nden bir duâ ile bitirelim:

“Allâh’ım bizim yolumuzu gül bahçesi gibi güzelleştir, varacağımız yerde Sen bulun, konak yerimiz Sen ol, yürüdüğümüz yol bizi Sana götürsün, sadece cennete değil.”
______________________
* Tâhirü’l-Mevlevî, şerh, VII, 377.