ÇAĞI KİRLERİNDEN ARINDIRAN IRMAK

Hayrettin DURMUŞ hayrettin_durmus@mynet.com

Yaşadığımız çağ ne kadar da çok sancılı böyle… Istıraplarımız her geçen gün daha bir katmerleniyor. «İlim çağı, uzay çağı, her şey zirvede, dünya avuçlarımızın içinde» derken uyandığımız her sabah yeni bir kasvet çörekleniyor yüreğimize… «Bugün rahat bir uyku uyuyalım dedik…» diyen köylünün hikâyesini aratmıyor hâlimiz.

Dünyanın en mutlu, en huzurlu toplumu olmak varken neden bunca derde dûçâr oluyoruz? Biz biliyoruz ki problem ne kadar büyük olursa olsun çözülür, her sıkıntıya karşılık iki altın anahtar daima elimizdedir. «Bu kadar emin konuşuyor, bu denli iddialı yazıyorsun, elinde senet mi var?» diyenler bulunabilir. Evet elimizde çağların eskitemediği bir senet var…

İki dünyada da yolumuzu aydınlatacak, bize kılavuzluk edecek kutlu kitabımıza bir bakalım isterseniz:

“De ki karanın ve denizin karanlıklarından (tehlikelerinden) sizi kim kurtarır ki? O zaman O’na gizli gizli yalvararak; «Eğer bizi bunlardan kurtarırsan andolsun şükredenlerden olacağız.» diye duâ edersiniz…

De ki: Ondan ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurtarır. Sonra siz yine ortak koşarsınız.” (el-En‘am, 63-64)

ALLÂH’IN KORUDUĞUNA KİM ZARAR VEREBİLİR?

Allâh’ın sözü tastamam doğrudur. Bir mü’min bu sözün doğruluğundan şek ve şüphe edemez. Sıkıntımız ne kadar büyük olursa olsun elbette Rabbimiz bizi o sıkıntılardan kurtaracaktır. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki olgunlaşmış hurmaları yiyebilmek için dalı kendimize doğru eğmek şarttır.

Atalarımız;

“Kul bunalmayınca Hızır yetişmez.” demişlerdir. Ne zaman başımız dara düşer, bir zorlukla karşılaşırsak işte o zaman Allâh’ın âyetini hatırlayacağız:

“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirâh, 5)

Unutmamamız gereken bir gerçek daha var: Allah bizi korursa bize kim zarar verebilir? Eğer O’nun koruması üzerimizden eksik olursa o zaman bize kim yardım eder? Bu gerçeği de Kur’ân’dan öğreniyoruz:

“De ki: Allah size bir felâket dilerse, O’na karşı sizi kim korur; ya da size rahmet dilerse size kim zarar verebilir?” (el-Ahzâb, 17)

HINZIR GRİBİ’NİN AÇTIĞI PENCEREDEN GÖRÜNEN HAKİKATLER

Çağın hastalığı AIDS denildi, kuş gribi dendi ve nihayet arzu etmememize rağmen hınzır gribi de kapımızı çaldı. Yediden yetmişe herkes tedirgin.

«Acaba ne olacak? Bu illetin aşısını yaptırsak mı, yaptırmasak mı? Nasıl tedbir alacağız? Çare ne?» diyerek herkes düşünüyor. Bu konuda Sağlık Bakanlığı yetkililerinden, hekimlerimizden, televizyon kanallarımızdan çok şey dinleyecek, gazetelerimizde bu konuyla ilgili haberler okuyacaksınız. Ben haddimi aşmak istemem doğrusu. Konunun uzmanı otoritelere kulak verip, gereğini yapmak lâzım, diye düşünürüm.

Herkesin ittifakla söylediği bir şey var ki, o da şu:

“Aman ellerinizi sık sık sabunla yıkayın.”

Hazret-i Peygamber’in asırlarca evvel haber verdiği hakikatlere sımsıkı sarılabilsek, O’nu hakkıyla anlayıp, lâyıkıyla takip edebilsek iç ve dış dünyamız daha güzel olmaz mıydı? Beden ve ruh sağlığımız sapasağlam durmaz mıydı?

Habeş Kralı’na İslâm’ı anlatan Câfer’in sözleri ne kadar da ilgi çekiciydi. Câfer Hazretleri;

“Ey hükümdar! Biz cehâlet içinde bocalayan bir topluluktuk. Kayaların ve zehirli yılanların arasında yaşardık. Bulanık, pis bir su içer, kötü yemekler yerdik. Yediğimize, içtiğimize dikkat etmezdik. Kanımızı akıtır, akrabalık ilişkilerini keser, putlara tapardık. Allah bize içimizden soyunu-sopunu, güzel ahlâkını bildiğimiz birisini, Muhammed -aleyhisselâm-ı peygamber olarak gönderdi.” demişti. Câfer’in o gün yaptığını biz bugün nasıl yapabiliriz? Çağımız insanına İslâm’ı nasıl anlatabiliriz? Bizler deryadaki balıklar gibiyiz. İçinde yüzdüğü denizin farkında olmayan balıklar gibi, yaşadığımız hazinenin, sahip olduğumuz dînin çok da farkında değiliz.

Bütün tedbirleri aldığımız hâlde başımıza büyük felâketler gelmez mi? Kapımızı kötülükler çalmaz mı? Elbette bunlar olabilir. Biz gücümüzün yettiğini yapmakla, üzerimize düşeni eksiksiz olarak yerine getirmekle mükellef değil miyiz?

Müslümanın ibâdeti temizlik şartına bağlanmıştır. Temiz olmayanın ibâdeti de eksik olur. Temizliği îmânın yarısına denk gören bir dîne mensup olmanın ne büyük mutluluk olduğunu çağımızda daha iyi anlıyoruz. İnsanların kıymetini bilmediği beş şeyden birisinin sağlık olduğunu bizlere bildiren, yemeklerden önce ve sonra ellerimizi yıkamamızı isteyen, çarşıdan-pazardan evimize dönünce beden temizliği yapıp, dişlerimizi fırçalamayı (misvak) öğütleyen Hazret-i Peygamber’in asırlarca önce açıkladığı prensipler çağımız modern tıbbının «Koruyucu Hekimlik» dediği şey değil mi? Hep beraber hatırlayalım. Peygamber Efendimiz ne demişti arkadaşlarına ve bize:

“Birinizin kapısının önünde bir nehir olsa, o kimse her gün bu nehirde beş kez yıkansa vücudunda kirden eser kalır mı?”

Çağımızı kirlerinden arındırmanın çaresi Hazret-i Peygamber’in gösterdiği ırmakta yıkanmak değil mi? Öyleyse ne bekliyoruz?

İrlandalı yazar Bernard SHAW’ın, Alman Başbakanlarından Prens Otto Von BİSMARK’ın, Fransız tarihçisi Alphonse LAMARTİNE’in, Gustave Le BONN’un, Tolstoy’un ve düşünen büyük kafaların farkına vardığı gerçeği biz ne zaman keşfedeceğiz acaba?

İslâm’ı anlamak ve İslâm Rönesansı’nı gerçekleştirmek çağımızın baş meselesi değil mi?