Başarının Yolu SABIR YOKUŞU

Hayat Notları

Ahmet ZİYLAN

Hangi meslekten olursan ol; ister edebiyatçı ol, istersen tarihçi, ister doktor ol, ister mühendis, ister sanayici ol, istersen tüccar, ne olursan ol… İşinde başarılı olmak istiyorsan;

1. Önce müteşebbis olacaksın,

2. İşini seveceksin… Öyle böyle değil, rüyanda görecek kadar çok seveceksin.

3. İşine ilgin olacak, işinle ilgili bilgin olacak. Bilgini artıracaksın. Eğer araştırmıyor, takip etmiyor, kitaplarını okumuyor;

«Benim bilgim, tecrübem bana yeter!» diyorsan işin bitmiş demektir.

4. Çalışacaksın, çalışacaksın, çalışacaksın. Sabırla, sebatla çalışacaksın. Allah izin verinceye, kilitleri açıncaya kadar yılmadan, olumsuzluklara boyun eğmeden devam edeceksin.

Bütün bunları da tevâzu içinde, dürüst olarak sürdürürsen, muvaffakiyet Allâh’ın izniyle gelir.

Bu maddeler, hayatın tecrübesiyle, acı-tatlı yaşanan hâtıraların içinden süzülüyor. İçinde benim için çok anlamlı işaretler olan bir freze alma hikâyemiz vardır.

Önce müteşebbislik… Ayakkabı kalfalığında borcu-harcı düşünmeden gelen rahat kazancı bırakmışız, daha zahmetli, daha çok çalışma gerektiren ve risk ihtiva eden yola girmişiz.

Bir freze makinesi alıp ayakkabı tabanı ve kenarı tesviye edeceğiz.

Aklımız orada, gönlümüz orada. Çünkü işimizi seviyoruz. Teşbihte hata olmaz, müridin şeyhini sevdiği gibi, ümmetin peygamberini sevdiği gibi…

İş olarak, iş olsun diye değil, aşk olarak…

İşi sevince ilgi ve alâka gösteriyorsun. İlgiye dönüşmeyen bir sevgi aşk değildir. Sevince, ilgilenince, kitabını okuyorsun, araştırıyorsun, bilene soruyorsun, işinin peşinde oluyorsun. Ama bilgi ve tecrübe arttıkça kibir-gurur değil tevâzu artıyor, çünkü işin Cenâb-ı Hakk’a bakan tarafını, nasip tarafını ihmal etmiyorsun.

Sevgi ve ilgi ile bilgiye ulaşınca geriye üretmek kalıyor. Çalışmak, gayret etmek. Fazla çalışıyorsun, fazla mesai veriyorsun. Sevgi olduğu için, aşk olduğu için yorulmuyorsun da. O kadar ki, akşam oluyor, öğle yemeğini yedin mi, yemedin mi, hatırlayamıyorsun.

Bu freze tezgâhı alma hikâyemizde bunları adım adım yaşadık…

Sene 1961. Taze bir müteşebbis olarak İstanbul’a geldik, araştırdık, bir freze tezgâhı alıyoruz. Fakat makineyi çalıştırmayı bilmiyoruz. Ayakkabıcılık mesleğimiz, bu işi de nasıl yapacağımızı biliyoruz ama makineyi tanımak lâzım. Adama;

“–Göster!” diyorum, küçümsüyor:

“–Beş-altı ay çalışmadan çözemezsin!” diye akıl veriyor.

Sonunda makineyi aldık, kaporayı verdik, makine sökülmeden önce satın aldığımız adam;

“–Haydi otur da bir yap bakalım, yapabilecek misin?” dedi. Ben oturdum sandalyeye, başladım çalışmaya, adam hayret etti:

“Sen bunu daha evvel yaptın mı? Sen bu işi daha önce yapmış gibi hareket ediyorsun. Çok güzel yapıyorsun.” deyince

“–Kardeşim, ben çalışmak istiyordum, vermiyordunuz. Ben gece rüyamda sabaha kadar bu işi yapıyordum.”

Bu, işin bilgi tarafı…

Neyse, frezeyi söktüler, tam 38 parça… Koydular kamyona, memlekete götürüyoruz. Vardık memlekete açtık, sayıyoruz 38 parça, ama o makine değil… Hiç işe yaramayan parçalar… Kör, ölü bıçaklar… Biz acemiyiz ya, anlayamayacağız, uğraşıp duracağız.

İnsafsızlık…

Ta İstanbul’dan Antep’e bir heves getirmişiz, iş var, çalışacağız. Yapılan hareket sabredilecek gibi değil. Fakat sabır da şart…

Kalktık tekrar İstanbul’a gittik. İşe yaramaz makine parçalarını da getirdik… Dedim ki adama:

“Sen bunlarla çalış bakalım. Sen burada bunlarla mı çalışıyordun?”

Adam kıvırmaya çalıştı, topu çalışanlarının üstüne atmayı denedi. Ama olmadı. Ben sözünü kestim:

«Ben, senden bunların parasını istemiyorum, bunlar nereden alınıyorsa, şimdi benim önüme düşeceksin, gidip oradan yenilerini alacağız. Sana bunu dâvâ etmeye gelmedim.»

Gittik hepsinin yenisini aldık. Antep’e tekrar taze bir heyecanla döndük. Kurduk çalışacağız. Fakat çilemiz henüz bitmemiş. Sabır imtihanı dolmamış.

İkinci kez gidip, onca zahmetle getirdiğimiz frezenin motoru, 110 volta ayarlı imiş, Antep’te 220 voltta çalıştırılınca yanıyor.

Hikâye çok acıklı…

Yeni motor lâzım. Eskisini sardırmak bir hafta sürüyor. Fakat bizim elimizde onca iş, müşterilerin işleri beklediği için sabrımız yok. Sıkıştırıyorlar.

Yeni bir motor lâzım…

Bir beygir gücünde bir motor…

Böyle bir motor, o zamanlar 175 lira… Şimdinin parasıyla da aşağı yukarı aynı…

Fakat para yok! Zaten freze işine girerken alabileceğimiz yerlerden borç almışız. Artık hiçbir yerden borç alamıyoruz. İnanmıyor insanlar. Çok acı.

Hilmi GÜREL isminde zanaatkâr, maharetli bir komşumuz da o zaman bize yardımcı oluyor. Vefat etti, Allah ganî ganî rahmet eylesin. Akıl hastası bir hanımı vardı, onunla ilgileniyordu. Kalan zamanında da bizim yardımımıza koşuyordu. Efendi, zarif bir insan.

Bu Hilmi Bey’le müşterek bir komşumuz var:

Nejat YETKİN.

Motor satar. Hilmi Bey’le birlikte gittik Nejat YETKİN’e:

“–Bir beygir gücünde motora ihtiyacımız var. Fiyatı ne kadar?”

“–175 lira.”

“–Bu motoru bize vereceksin, bir hafta sonra parasını vereceğiz. Şimdi paramız yok.”

Nejat Bey oralı olmadı:

“–Et borcu olur, ciğer borcu olmaz. Bunu borca veremeyiz.”

Komşum Hilmi GÜREL müdahale etti:

“–Bak, dükkânımız karşı karşıya… Parayı ben ödeyeceğim. Bu adam ödemeyecek. Borç benim borcum!”

Fakat adam Nuh diyor, peygamber demedi:

“–Kim öderse ödesin; ben prensip sahibi bir insanım, veremem.”

Dükkânda soğuk bir rüzgâr esti. Hilmi Efendi de mahcup oldu. Çarşıda Hilmi Efendi diye anılan bir adam da bizim hatırımıza, bize sahip çıkmak isterken terslenmiş oldu.

Hilmi GÜREL’le beraber döndük dükkâna…

Sordu:

“–Şimdi ne yapacaksın? Aldığın onca iş ne olacak? Hepsine mahcup mu olacaksın?”

Cevabım acziyet içinde yutkunmak:

“–Ne yapayım? Başka çarem yok, babamda yok, anamda yok. Var olanların hepsini toparladık. Kimseden isteyecek durumum da yok. Bekleyeceğiz bir hafta. Müşterilerden de getiren getirir, götüren götürür. Allâh’ın dediği olur.”

O da diyecek bir şey bulamadı. Başını salladı. Gitti. Bize de çaresiz bir şekilde dükkânda beklemek düştü.

Daha yarım saat geçmemişti, bir de baktım Hilmi Bey, elinde ihtiyaç duyduğumuz motor, sallaya sallaya geliyor.

O ânı ve bu dostu hiç unutmuyorum. Sanki bana dünyayı getiriyor. O gün benim için, bir hafta vâdeyle bir motor alacak kadar parayı borç vermek, çok büyük meblâğlarla yardım etmekten daha kıymetliydi. İşte Hilmi Bey, o gün o büyük iyiliği yapmıştı.

Motoru sallaya sallaya geliyordu. Gitmiş, almıştı bir yerden, nereden almışsa. Parasını da demek bulmuştu, nereden bulmuşsa.

Sordum:

“–Nereden aldın?”

“–Ne yapacaksın? Üzümünü ye, bağını sorma.”

Böyle zorluklar, böyle çileler… Böyle de güzellikler…

Şimdi tezgâhı kurmuş; işin çalışma, gayret ve emek devresine gelmiştik. Öyle çalışıyorum ki, 18 saat çalışma, 2 saat gidiş-geliş, onca yorgunluğun üzerine 4 saat de uyku… Ellerim sâbit dura dura donuyor, hareket etmez hâle geliyor. Oynatıyorum oynatıyorum açılmıyor.

Bu yorgunluğun semeresi ne?

Ayakkabıcılıkta 11-12 saat çalışıp 180 lira kazanırken, freze işinde 18 çalışıp sadece 120 lira kazanıyoruz. Akla zarar bir iş. Üstelik eski işimize göre daha kirli…

Kendi kendime;

«Kalfalık yerine, durduğum yerde başımı belâya mı soktum?» diyorum.

«Müteşebbislik böyle mi olmalı?» diyorum.

Adam bulmak bir başka dert:

“Gel kardeşim Üzeyir, gel benim arkadaşım, gel filânca, şuraya ortak ol. Ben, bu kadar çileyle bu işi kurdum. Sen gel ortak ol, borcunu kazancımızdan ödeyelim, yan yana çalışalım.”

Biri geldi, bir hafta çalıştı. O bir hafta da, ona öğretmek için çalıştım. Fakat bir haftanın sonunda kaçtı. Bir gün sonra, Pazartesi günü geldi. Sordum:

“–Niye gelmiyorsun?”

“–Niye geleyim? Benim ayakkabıcılıkta üstüm-başım temiz. Eve gidiyordum temizdi. Sana uydum, buraya geldim. Eve gittim, hanım diyor ki:

«Ne bu üstün-başın tamirci gibi?» Annem diyor ki:

«Bu üstünün-başının pisliği ne tamirci gibi…» Ben de onlara dedim ki:

«Üstüm-başım kara ama cebim de dolu olacak para!» Hafta sonu oldu, üstüm-başım kara, cebimde yok para. Ben buraya niye geleyim? Sen bana daha;

«Niye gelmiyorsun?» diye soruyorsun.”

İşin hâli o günlerde hakikaten böyle… «Eli hamur, karnı aç denilen cinsten…» Ama ben sabrediyorum. Elbet güçlükleri, zorlukları kolaylık takip edecek diye inanıyorum.

O âna kadar gelen işçiler 3 gün 5 gün çalışıp ayrılıyorlar. Onlara çalışmayı öğreteyim derken ben de çalışamıyorum.

Çok müşkil durumdayım.

Sıkıntıdan tesisi satmaya kalkıyorum. Fakat alıcı da bulamıyorum. Çünkü zarar ediyorum.

Yaptığım işe bin defa pişmanım. «Nereden de bu işe girdim!» diye yakınıyorum. Yenilik yapayım derken baltayı taşa vurmuş vaziyetteyim, ne yapacağımı bilmiyorum.

Satayım diyorum yaklaşan yok. Ortak edeyim diyorum yaklaşan yok.

Eski işimin iki katı çalışıyorum. Eski kazancımın yarısını kazanamıyorum. Üstelik bir hayli borcum var. Sıkıntının zirvesindeyim. Bunalımdayım.

Artık kim gelirse almayacağım, tek başına çalışırım, diye karar aldım.

Ne olursa olsun sabır ve sebat şart. Bana ve herkese Allah sabır ve sebat versin, derken işin şekli değişmeye başladı.

(Devamı gelecek sayıda)