SÜRÜYE KATILMAK…

Sadettin KAPLAN sadettinkaplan@gmail.com

İnsan denen varlık, «eşref-i mahlûkat» ile «efsel-i sâfilin» arasındaki bir sarkaçtır… Genellikle, bu iki nokta arasında kendilerince birer şahsiyet modeli oluştururlar. İnsanların önemli bir çoğunluğu, -ne yazık ki- başkaları için de bir örnek olarak ömür boyu bu iki «uç» arasında sallanıp dururlar. Tek düşünceleri, hayatı sıkıntısız idâme ettirebilmektir…

Her iki uca değmeden sürüp giden bu sallanışlar, kişinin «kişiliksiz hâl»idir…

Yani, ne İsa’ya yaranabilirler, ne de Musa’ya… Her iki tarafa eşit mesafede durup, kaçak ve kaçamak tavırlarla zavallı hayatlarını suya-sabuna dokunmadan sürüyüp sündürmeye çalışırlar ömür boyu…

Elbette dünyaya gelen her insan, ömür denen şu belirli süre içinde dünya nimetlerinden olabildiğince yararlanmayı arzu eder. Bu arzu, insanın tabiatında vardır. Ancak, nefis atına binenlerin istek ve arzularının sınırı ne yazık ki yoktur. Refah merdiveninde yükseldikçe, daha üst basamaklara yönelir ihtirasın gözleri…

«Sürüden ayrılanı kurt kapar.» vecîzesinin ipine tutunurken, sürüden biri olmayı neden içine sindirdiğini düşünmek bile istemez. Hele bir de; «sürüler içinde sürmeli koyun» olabilirse, dokunmayın keyfine…

İyi de, ya bir şekilde ayağı sürçer, arkada kalır ve kurdun pençesine düşerse?.. O tehlike için de gerekli önlemi alır. Arkada kaldığı dönemlerde, kurt ile işmarlaşır. Yılışık gülüşünü kurdun dişlerindeki ölümcül şavkımalara sunarken, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırıp, ona bağlılık sunmayı asla ihmal etmez…

Katıldığı «sürü»nün çıkardığı toz ve gübre kokusunu ciğerlerine çekerken, kulaklarını «çoban»ın kaval sesine kepçe eder. Bu arada kuyruğu kurt korkusuyla titrer durur…

Böyleleri, kendilerini yeşil otlaklara götürecek çobanın kaval sesine olan sözde hayranlıklarını, kuzusu ölmüş, memesi iltihaptan davul gibi şişmiş «koyun» meleyişleriyle çevrelerine duyururlarken; arkada kalan topal ve yorgun hemcinslerini de topuklayıp dirsekleyerek, geriden gelen kurda «armağan» etmekten çekinmezler…

Her kazanç, mutlaka bazı kayıplarla elde edilir…

Sıcak bir su elde etmek için, bir enerjiye ihtiyaç vardır. Yakılacak ateş için gereken odun, gaz, elektrik ilh. bir «kayıp»tır… «Kazanç» sayılacak sıcak suyun bir kısmının da buhar olarak uçup gitmesi gayet normaldir…

İnsanlar, hayatlarını idâme ettirmek için mutlaka kazanmak zorundadırlar. Bir şeyler kazanmak için, bir şeyler kaybetmek de gerekir. Buna karşı çıkılamaz. Onurlu bir kazanç için alın teri, göz nûru, emek, zaman, hattâ önemli ölçüde sağlık kaybedilebilir. Fakat kaybedilenler arasında namus, şeref ya da kısaca insanı «insan» yapan hasletler olmamalı…

Sözün burasında aklımıza «Kâtibî» mahlâsıyla söylediği için diğer Kâtibî ile karıştırıp birçoğumuzun erkek sandığı Güzide Ana’nın o ünlü türküsü geliyor. Hani birçok sanatçının okuduğu ve;

Sana bir nasihatim var
Gel yanıma hele kardaş

diye başlayan…

Diyor ki Güzide Ana:

Îmân eyle kıyâmete,
Girmeyesin siyâsete,
Karga olma necâsete;
Gel arı ol bala kardaş…

(Şairin burada kullandığı «siyaset»ten amaç, bildiğimiz siyasî politika değildir. Yalan, riya ve gereksiz tartışma murad edilmiştir.)

Son dörtlüğü ise şöyledir şiirin:

Kâtib’im geldim cihana,
Çok şükür olsun Sübhan’a,
Hâlin arz eyle Sultan’a;
Minnet etme kula kardaş…

Sürmeli de olsalar, bir tutam ot için «sürü»ye katılan «koyun»ların gözlerine meftun olmazlar «dîdâr-ı ilâhî»ye âşık olanlar…

Gönül gözleri kör olup da özünü «açıkgöz» sanan nice «sarkaç»lar vardır ki; «Taht-ı Süleyman» üzerinde seyreder sanırlar kendilerini…

İnsanlık onurunu yitirmeden, «eşref-i mahlûkat» olma özlemiyle hâllerini Kerîm ve Rahîm olan Yüce Yaratan’a, saltanatı asla zeval bulmayacak gerçek «Sultan»a arz edenlere selâm olsun…