ŞAHSİYETİMİZ…

M. Ali EŞMELİ seyri@yuzaki.com seyri@seyri.comVakıf Medeniyetimiz ve

Biz;

Şahsiyette;

Medeniyetler kurmuş bir milletiz.

Bu bakımdan bizde;

Şahsiyetsiz kelimesini hiç kimse sevmez. Hattâ en hak eden bile.

Ne olursa olsun, şahsiyetimiz, lekeye râzı değildir.

Fakat çamurlu bir dünyada bugün en çok lekelenen varlık da şahsiyetler.

Sağlamının çokluğu ne derece, bilmek zor; ama çürüklerinin hayli arttığı bir vâkıa.

Çünkü şahsiyetler bugün güzel vasıfları itibarıyla eskisi kadar işlek değil.

Oysa daha işlek olmalı. Çünkü ihtiyaç daha fazla.

Yoksa;

İşlemeyen demirin pas tutması gibi mevcut şahsiyetler de küflenir gider; sahteleşir. Değerini kaybeder. Ondan sonra ne kadar değerlilikten dem vurulsa nâfile!

Anlatılır ki:

Kalp/sahte bir para, tam ayarlı bir altına büyüklük taslayarak şöyle demiş:

“–Ey tam ayarlı altın! Benimle nice som altınlar alınıp satılacak. Belki senden daha değerliyim!”

Altının cevabı mânidar olmuş:

“–Boş konuşma! Birazdan seni ayara tuttuklarında ne diyeceksin?”

Ne diyebilir?

Hiçbir şey.

Çünkü;

Büyük lâkırdıların ve aldatmacaların geçici yaldızları ile herhangi bir şey, olduğundan daha değerli, kıymetli ve üstün olur mu? Olmaz.

Olur farzetmek;

Yersiz, kuru ve belâlı bir iddiadır sadece.

Varlıklar âleminde ilk işlenen hatâ ve affedilmez suç da bu olmuştur. Onun için şahsiyetimizi oluşturan yapı plânında en mühim nokta burası. Çünkü Cenâb-ı Hak, ta ezelde şeytanın bu hususta düştüğü gafleti ve ahmakça cür’eti Kur’ân-ı Kerim’de tam yedi kere anlatmış ve iblisin başına belâ açan yaklaşımları bilhassa vurgulamıştır. O yaklaşımları yansıtan şu yorumlu ifadeler, meselenin can damarına ayna tutuyor:

“–O topraktan… Ben ateşten…”

“–O yerdeki toz, ben gökteki güneş…”

“–O kara çamur, ben parıl parıl nur!”

“–Ben ondan üstünüm!”

“–Çamura mı secde edeceğim?” (Bkz. el-A’râf, 12; Sâd, 76; el-Hicr, 33; el-İsrâ, 61)

Şu ifadeler de aptal cesaretinde sitemci, itirazcı ve suçlayıcı:

“–(Âdem’i) benden üstün kıldığını görüyor musun? (Nesi var ki onun? Nasıl böyle bir şey yaparsın?)” (el-İsrâ, 62)

“–Beni sen azdırdın!”

Bu hayâsızca lâkırdıların neticesi malûm…

İlâhî huzurdan tard.

Mevlâ’nın nezdinden def.

İblisin bu hâli, yaptığı taşkınlığın ve haddini bilmezliğin cezası olduğu kadar, insanoğlunun Hak katında ne kadar büyük bir mevkie sahip olduğunun da delilidir.

Çünkü;

Sırf insana secde etmediği için meleklerin başkanı olduğu hâlde şeytanın huzur-i ilâhîde gözden çıkarılması, oldukça câlib-i dikkat.

Şüphesiz;

Âdem’e secde etmesiyle alâkalı ilâhî emri dinlemeyince net bir şekilde Allâh’a isyan etmiş olmaktadır. Fakat emrin tecellîsine temel mevzu insanın değeri olduğu için iblise verilen ağır ve ebedî ceza, aynı zamanda insana verilen yüce değeri de sergilemektedir.

Şiirin coşkun nefesiyle söyleyecek olursak:

Rûh üfleyince aşk ile Cânan bu canlara,
Akmış damar damar dudağın rengi kanlara!

Yer gök için halîfe yaratmış Hudâ bizi,
Açmış gönül sarâyını, mecnûn olanlara!

Sonsuz sanat dehâsının insandır aynası,
Kısmet değil bu denli nasîb âsumanlara…

İnsâna secde etmeyen iblîsi kovdu Hak,
Her bir melek eğildiği ân, erdi şanlara…

Bizler bu zirveden niye düştük şu yerlere?
Tekrâr o Arş için dönelim çağlayanlara!..

Gel-git yapan biziz yedi deryâda ey gönül,
Devranda dalmışız, gemi girmez limanlara…

Her kalbe bir kanatsa ezel, bir kanat ebet,
Cân ufku hiç sığar mı bu gel-geç cihanlara?

Bizler ki cennetin ve cemâlin garîbiyiz,
Dönmek vazîfemiz, o mübârek vatanlara!..

Âlemde coşkumuz yedi kat kubbeden öte,
Sığmaz bu rûhumuz şu betondan tavanlara!

Fânî vücûd adımlarımız, metre metredir,
Bâkî gönül adımlarımız, lâ-mekânlara!..

Sevdâlıdır yüreklerimiz kor güneş gibi,
Yıldız dizer bakışlarımız kehkeşanlara!..

Her lâhza Rabbimizle konuşmak merâmımız,
Dildir gönül kitâba, kulaktır ezanlara!..

Vermiş Hudâ ki ahsen-i takvim makâmını,
Seyrî, bu lutfu şükr ile yaz dâsitanlara!

Hâsılı;

Cenâb-ı Hakk’ın bize verdiği onca makam, onca nimet ve rütbelerin değerini doğru idrâk ile şükrünü edâ etmesini mutlaka bilmeli.

Asla;

Şeytanın yuvarlandığı kibir, gurur ve isyan uçurumuna düşmemeli.

Düşünmeli ve hatırdan çıkarmamalı:

Şeytanın derdi neydi?

Bulunduğu konumu kaybetmemek. Yüksek değerini korumak. Daha kıymetli ve üstün olarak kalmak. Argo tabirle;

Karizmayı çizdirmemek…

Fakat ne oldu?

Aşağıların aşağısına yuvarlandı. Üstelik suçunu da anlamadı. Anlamak da istemedi. Tabiî tevbe de etmedi. Tevbe etmeyince de, tamamen mel’un oldu. O ahmak rezil; büyüklük derdiyle öyle küçük ve alçak hâle geldi ki, hakkında sadece lânet yığılıyor.

Yani;

Değerlilik iddiası peşinde atılan değersiz adımlar, meleklerin başkanını bile en zirveden en çukura düşürdü. Üstelik o iblis; tevbe edeceği yerde daha da azıttı, öfkelendi, saldırganlaştı, âsîleşti. Mel’unluğun ve kötülüğün ilk adresi ve ilk kimliği oldu.

Bir de;

Durumunun vahâmetini gizledi. Yaptığı çirkinlikleri, haklı ve süslü gösterdi. Cazip vitrinlere koydu. Kir ve pasını, rezâlet ve pisliğini, kusmuk ve zehrini en lezzetli ekmeklerin arasına sıkıştırdı. Yaldızladı. Ambalâjladı. Satışa çıkardı. Ballandıra ballandıra pazarladı. Gaflete düşenlere de pek beğendirdi. Böylece isyankârlığı haylice yüksek fiyatlara sattı.

Ne esef ki;

Satın alan kimseler, hemen aynı hâle büründü. Aynı rolü üstlendi.

Bir Nemrut çıktı:

“«(–Ben de tanrıyım.) Ben de diriltir ve öldürürüm.» dedi.” (el-Bakara, 258)

Bir Firavun çıktı:

“–Adamlarını toplayıp seslendi: «Sizin en yüce rabbiniz benim!» dedi.” (en-Nâziât, 23-24)

Bir Kārun çıktı:

“–Bu servet ancak, bende mevcut bir ilimden ötürü bana verilmiştir, dedi.” (el-Kasas, 78)

O çıktı, şu çıktı, bu çıktı.

Öyle dediler, şöyle dediler, böyle dediler.

Büyüklük uğruna neler neler yaptılar, neler neler söylediler. «Büyük lokma yut, ama sakın büyük konuşma!» denilse de, işitmeyenler ve ibretleri görmeyenler, aynı yanlışın yeni halkası olmaya devam ettiler. Keçi yolları oluşturdular. Olmadık işlere kalkıştılar. Olmayacak şeylere yeltendiler. Kanalizasyonlara daldılar. Kaypak oldular, nankör oldular. Sahtekârlaştılar, kötülüklere bulaştılar. Simsar kesildiler. Sinsilik ve aldatmayı meslek edindiler. Daima daha değerli ve hüküm-fermâ olmak için haykırdılar, kavgalar ettiler, boğuştular, didindiler, çırpındılar. Her şeylerini sarf ettiler. Allahlık iddia ettiler. Peygamberlik iddia ettiler. İstediklerini elde edemedikçe de azıttılar. Bu yaptıklarıyla da gururlandılar, kibirlendiler, böbürlendiler; büyüklük tasladılar.

Böylece;

“Hidâyet karşılığında sapıklığı satın aldılar ve ticaretleri kâr etmedi, doğru yolu da bulamadılar.” (el-Bakara, 16)

İstedikleri nûra karşı gözleri körleşti. Kulakları sağırlaştı.

Her biri küçüldükçe küçüldü. Alçaldıkça alçaldı. Sıfırlaştı. Acziyetin en ağırına dûçâr oldu. Biri topal bir sivrisineğe yenildi. Biri yerin dibine geçti. Biri suda boğuldu.

Onca akıl ve zekâlarına rağmen ahmaklığın sembolü ve hüsrana uğrayanların ibret dolu kötü örnekleri oldular. Âyette buyuruldu:

“Kārun’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da yok ettik. Andolsun ki Musa kendilerine belgelerle gelmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Oysa azâbımızdan kurtulamazlardı.”

“Her birini günahı sebebiyle yakaladık; kimine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini bir çığlık yok etti, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Onlara; Allah zulmetmiyordu, fakat onlar kendilerine yazık ediyorlardı.” (el-Ankebût, 39-40)

Demek ki;

Bir şahsiyete gurur ve kibir, böbürlenme ve büyüklük taslama virüsü girdiğinde kişilik kangren oluyor. Nankörlük başlıyor. Kalbin kapısı kâfirliğe kadar açılabiliyor. Hüsrana düşürüyor. İşte ilâhî tespit:

“… Büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.” (Sâd, 74)

Demek ki;

Gerçek ve sağlam bir şahsiyet olmanın önündeki engel de bu! Hakikî bir ilim erbabı olmanın önündeki çengel de bu! Olgun ve mükemmel bir gönül ehli olmanın önündeki çelme de bu! Kaliteli ve yüksek vasıflı, liyâkatli ve ehliyetli bir kimse olmanın önündeki girdap da bu! Merhamet ve cömertliğin önündeki dikenli teller de bu! Allah için muzdaribi kucaklamanın önündeki mânî de bu! Elif gibi vakur olmayı beceremeyişin önündeki tuzak da bu! Doğruluk ve dürüstlük güllerinin başına kar yağdırarak onları vîran eden zemherî de bu! Cennete gidişi yanıltarak cehenneme yuvarlayan puslu ve pusulu viraj da bu!

O hâlde;

Şahsiyet deyince;

Kendini, her şeyden önce kulluk ekseninde en güzel şekilde tanıyan bir özelliğe sahiplik anlaşılmalı. Bütün hasletlerini de, yerli yerinde tevâzu ikliminde ve başkasını da düşünebilen, fark eden, ondaki güzelliği görebilen, ona karşı vazifelerini idrak edebilen bir kıvam gülistanında yeşertmeli. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın çizdiği şahsiyet modelinin prensipleri de haddizatında bunu gerektirmekte. Âyet-i kerîmede buyuruluyor:

“…Mütevâzı insanları müjdele;

Onlar ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer. Başlarına gelene sabrederler, namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcarlar.” (el-Hacc, 34-35)

İşte Allâh’ın beğendiği ve istediği şahsiyetin birkaç temel özelliği:

1. Tevâzu,

2. Allah korkusu ve muhabbeti,

3. Başa gelene sabır,

4. Namazları edâ,

5. Kendisine verilen rızıktan infak.

Bu ölçüler ve beraberinde yeşeren diğer güzel prensipler; Hazret-i Peygamber’den beri, tarihin; en şanlı ve şerefli âbide şahsiyetlerini; en merhametli ve diğerkâm gönül ehlini; en hayırlı, vakur, ilim ve irfan erbabını yetiştirmiştir. Her sahayı, îman ve merhametle yoğurmuştur.

Bu prensipler ki;

Sanatta bir medeniyet, söz ikliminde bir medeniyet, ilimde bir medeniyet, irfanda bir medeniyet, hayır ve hasenatta bir medeniyet, her şeye vâkıf insanlarla kurulan vakıf sahasında da apayrı bir medeniyet, yani bir fazîletler medeniyeti oluşturmuştur.

Ve;

Medeniyetini şahsiyetine pervâne, şahsiyetini de medeniyete eksen yapmıştır.

Bu maharet etrafında;

Şanlı tarihimiz; zaferlerle, güzelliklerle, maddî ve mânevî hazinelerle dolup taşmıştır.

Topraklarımız yirmi dört milyon kilometrekareye ulaşmış, mü’min-kâfir, herkes, adâletin zevkini dünya çapında tatmıştır. Bir mektubumuzla devletlerin kaderi değişmiş, hunhar savaşların önüne geçilmiştir.

Cihangirlikte Fatihler, Selimler ve Süleymanlar yetişmiş; ilimde Kemalpaşazadeler, Ebussuudlar inkişaf etmiş; sanatta Bâkî, Fuzûlî ve Nâbîler, Hattat Karahisarîler, Hâfız Osmanlar ve Mimar Sinanlar minareleşmiş; mâneviyatta da Emir Sultanlar, Akşemseddinler ve Hüdâyîler güneş misali ışıldamışlar ve gönülleri nurlandırmışlardır.

Ya şimdiki ahval?

Devam eden güzelliklerin yanında içler acısı durumlar az değil.

Hele;

Kişilik eksenine başkalarının çöpe dökülmüş yapılarını nümûne olarak yerleştirmek ve boş çırpınışlarla hem gençliği, hem zamanı, hem de emekleri ziyan etmek, kabul edilemez bir gaflet!

Hâlbuki;

Şahsiyet eğitimi ve oluşumu deyince;

Karşımıza çıkan her prensibi ölçü kabul edip, her malzemeyi kullanmak kadar hatalı bir davranış olamaz. Çünkü filân kültürün insanlarının eksen aldıkları temel nokta ile falan kültürün insanlarının merkez aldıkları temel nokta hem farklı, hem de neticeye yansımaları itibarıyla aralarında uçurum var. Bilhassa özümüze yabancı ve zararlı bir kültürün, onlar için bile tehlikeye dönüşmüş ve bu sebeple rafa kaldırılmış prensiplerini moda bir rüzgârla allayıp pullayıp da kendimize uygulamaya kalkmak, faydasız pişmanlıktan başka ne doğurur?

İnsanlık tarihi; bu noktada, hem ders çıkarılması hem de örnek alınması itibarıyla sayısız misallere sahip. Bu misaller çerçevesinde; şahsiyeti oluşturan bütün özellikleri en genel hatlarıyla iki kategoriye indirgediğimizde iki prensip ve model kuvvetle göze çarpar:

–Ders ve ibret alınması gereken şahsiyet,

–Örnek ve hikmet alınması gereken şahsiyet.

Tabiî bu ikisinden hangisinin merkez alınacağını iyi ayarlamak şart. Çünkü işin lâf ü güzaf kısmına çok parlak cümleler ve ölçüler yerleşebilir. Ancak icraat kısmına eğer ibretlik bir muhteva çöreklenmişse, o zaman netice adına eyvah!

Yani;

Şahsiyeti inşa etmek için, geceyi gündüze katarak da olsa, sadece çalışmak yetmez. Önemli olan doğru bir plân üzerinde doğru bir çalışma yapmak ve yapıyı sağlam bina etmek. Yoksa bozuk ve kanserli bir projenin uygulanması hâlinde ortaya çıkan apartmanların en ufak bir sıkıntıda nasıl çöktüğünü, bazen hiçbir sıkıntı olmadan da kendi kendine yıkıldığını kaç kez görmüşüzdür. Oluşan enkazların içinde onlarca insanın nasıl can verdiği malûm.

Özetle;

Şahsiyetin inşası, apartman dikmekten farklı değil. Niyette herkesin maksadı, en değerli ve kıymetli bir insan olabilmek. Yegâne endişe ve dert, kendini bu maksada göre yetiştirmek. Fakat;

Ya gerçekleştirme hususunda atılan adımlar?

İşte problem burada!

İşte yanlış anlayışlar, uygulamalar, hatalı çırpınışlar burada. Orantısız ve paralelsiz düşünceler ve fikirler burada. Kaygı ve endişeleri, tezat ile değerlendirmek, yani kaygının ve endişenin zıddına bir yol tutturmak burada.

Nasıl bir yaklaşım bu?

Büyümek için alçaklaşmak…

Yükselmek için, sadece daha yukarıdan düşürmeye yarayan bir felâket merdivenine tırmanmak…

Değerli olmak için durmadan çırpınmanın sonunda ebediyen en değersiz bir varlık olmak…

Ne garip bir aldanış! Ne tuhaf bir mantık yanılgısı!

Sıhhate muhtaç iken mikroplar ve virüslere kapı açmak ve açtırmak niye? Bu yetmez gibi onlara sevdalı olmak ve sevdalandırmak niye?

Nefese hayatî ihtiyaç varken, havayı ve ciğerleri çeşit çeşit pis dumanlarla zehirlemek ve zehirletmek, neden? Yaşamamız suya bağlı iken, onun içini kirli atıklarla doldurmak ve doldurtmak ne diye? Kalbe ve akla iki dünyada da elimiz mahkûm iken onları şeytan ve nefis ile el ele verip de perişan etmek ve ettirmek ne için?

En kötü şerri bile, en hayırla te’lîfe kalkışmak niye?

Hâlbuki;

Attığımız adım, uyguladığımız metot, takip ettiğimiz rota, baştan başa hayır görünse de; netice itibarıyla eksiye çıkıyorsa, her şey boş değil mi? «Şöyle güzel davrandım, şöyle güzel niyet sahibiyim, şöyle yüce bir maksat taşıyorum, şöyle yerinde hareket ettim…» gibi lâkırdıların mânâsı ne? İş eksiye çıktıktan sonra, artı görünen pozisyonun ne önemi var? Cehenneme düştükten sonra cennet için çalışmış olduğunu iddia etmenin bir anlamı olur mu?

Olmaz elbette.

Şayet olur denirse;

Bir zamanlar üç kıtada i‘lâ-yı kelimetullah uğruna at koşturan ve cihanşümul bir adaletin mücadelesini veren cihangirler yerine; onların evlâdı içerisinden, kâh kulağına kâh burnuna taktığı bir küpenin kavgasıyla ömür tüketen sığ beyinler yetişir.

Giydiği yırtık pantolonun felsefesine yıllarını harcayan kafalar ortaya çıkar.

İradesini örgülü-bürgülü saçına bağlayan ve çözmemeyi büyük bir kişilik ispatı zanneden mantıklar türer.

Türer veya türedi diye de kesinlikle;

Gerçek doğruya çıkan net adımları, onların zorluğu karşısında «yanlış yürüyüş» olarak algılamamalı.

Şahsiyetimizi;

Bütün hayırlı testlerden sağlam geçecek bir kıvama ulaştırmak için ter dökmeli. Özellikle de insandan hayvanata kadar hizmet götüren ve bir rahmet iklimi içerisinde toplum huzuru ve kalitesi sağlayan vakıf medeniyetimizdeki şahsiyetli gönüllerin engin merhametiyle yoğurmalı.

Çünkü;

O medeniyette ve gönüllerde; çirkinlik yok, öfke yok, kötülük yok, zarar yok, hayırsızlık yok, vefâsızlık yok.

Çünkü;

O vakıf medeniyetimizde;

Hem maddî, hem mânevî açıdan;

Muhteşem bir şefkat var.

Muhabbet var.

Yardımlaşma var.

Tamir var.

Tâdil var.

Güzellik ve rahmet var.

Af ve merhamet var.

İyilik ve vefâ var.

Sadakat var.

İnsanlık var.

Huzur var.

Rûhâniyet var.

Kardeşlik var.

Neticede sonsuz mükâfatlara ulaşmak ve cenneti kazanmak var.

O hâlde;

Modernizmin girdabında sıkışan köhne dünya, yeniden gönülleri kuşatıp merhameti yeşertecek bu «var»lara yine muhtaç değil mi? Dünden daha fazla muhtaç değil mi?

Elbette muhtaç!

Avrupa’dan Asya’ya, Afrika’dan Amerika’ya her kıta bu varların vakıf medeniyetine muhtaç!

Maddeten de, fakat mânen bilhassa muhtaç.

Hüzünler de sevinçler de ona muhtaç!

Bayramlar da muhtaç!

Yetimler, kimsesizler, garipler ve hastalar zaten muhtaç…

Zengin de muhtaç, fakir de…

Ne mutlu bunca muhtaçlığa bir nebze çare olabilenlere!..

Ne mutlu;

-Îmânıyla,

-İrfânıyla,

-İlmiyle,

-İbâdetleriyle,

-İhlâsıyla,

-Ahlâkıyla,

-Aşkıyla,

-Azmiyle,

-İmkânlarıyla,

-Sabrıyla,

-Sebâtıyla,

-Sadakatiyle,

-Tebessümüyle,

-Duâlarıyla,

-Hizmet ve infaklarıyla,

-Fedâkârlıklarıyla,

-Diğerkâmlığıyla,

-Dostluğuyla,

-Kardeşliğiyle,

Bir rahmet ve merhamet, hidâyet ve inâyet olabilenlere!..