GÖNÜLDEN GÖNÜLE

Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

İslâm, aydınlıktır…

Müslüman, aydın insandır…

İşte bu realiteden hareketle ilk dönemden başlamak üzere, İslâm güneşi ile aydınlanma sürecine girenler, aynı zamanda aydınlatma sürecine de girmiş oluyorlardı. İslâm ile aydınlanıyor, yine İslâm ile aydınlatıyorlardı. Bu seçkin aydın zümre; karanlıklarda kalmış kişilerin de bu kutlu aydınlık ile aydınlanmaları için kollarını sıvamışlar, yoğun bir çalışma içine girmişlerdi. Öyle ki; her fırsatı çok iyi bir şekilde değerlendirerek, geceli-gündüzlü çalışıyorlardı…

Dönem; gizli davet dönemiydi, yani gizli olarak ferden ferdâ davet yapılıyordu. Bu bir gönül ve gönüllü işiydi. Gönülden gönüle bir davetti bu…

İslâm’a girme bahtiyarlığına erenler; başta yakınları ve akrabaları olmak üzere, herkesle bu bahtiyarlığı paylaşmak istiyorlardı. İnsanlığı şirkin ve cahiliyyenin her türlü çirkinliğinden kurtarmak için çırpınıyorlardı.

Herkes üzerine düşeni bi-hakkın yerine getirme çabası içindeydi. Böyle olunca da gün geçtikçe müslüman listesine yeni isimler ekleniyordu. Erkekler, hanımlar, çocuklar… Herkes çok ciddî bir şekilde çalışıyordu. Öyle ki İslâm’a davet, her kanaldan yürütülmekteydi. Her müslüman, üzerine düşen görevi eksiksiz bir şekilde ve büyük bir fedâkârlık ile yerine getiriyordu. Her îman sahibi, îman ve İslâm nûrunu yaşama ve yaymayı aşk ve muhabbet hâline getirmişti. Bunun için bu kutlu mükellefiyeti aşk ve şevk içinde yerine getiriyorlardı.

İslâm davetinin ilk metod ve kuralı bizzat Allah ve Rasûlü tarafından konmuştu: Gizli davet. Dâvâ büyük bir dâvâydı. Gönlü temiz olanların ve temizliğe yönelenlerin dâvâsıydı. Bu yüzden önce gönülden gönüle aktarılıyordu. Gönüller kıvama gelince amellere yansıyordu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- davetini ilk üç yıl gizli olarak sürdürdü. İslâm’ı henüz toplu yerlerde açıklamıyordu. O’nun irşadı ile yetişen sahâbe de O’nun geliştirdiği metodu uyguluyordu. Her şey büyük bir titizlikle yapılıyordu. Buna rağmen müşrikler yavaş yavaş durumu anlamaya başlamışlardı. Sadece îtikadî anlamda değil, hayatın her yönüne yansıyan bir değişim süreci başlamıştı çünkü. Değişim oldukça, tepkiler de olacaktı. İslâm güzelliği ile güzelleşenler, etraflarına güzellik saçıyorlardı. Fakat bütün hayatları çirkinlik içinde geçen müşrikler; bu güzelliğe yönelmek yerine çok farklı bir şekilde tepki göstermişler, aydınlığın önüne karanlık ile çıkmışlardı.

Önceleri aldırmaz bir tavır sergileyen müşrikler; zaman geçtikçe hidâyet güneşiyle gönüllerini aydınlatanlara hor bakmaya ve sözlü hakaretlerde bulunmaya başlamışlardı. Ama bunların hiçbiri; kâinatta en büyük kuvvet olan Allâh’a îman hakikatini kalplerine nakşetmiş bulunan bu saâdet asrının seçkin insanlarını korkutmuyor, inanç ve amelinden geri çeviremiyor, hattâ en ufak bir tereddüde bile düşüremiyordu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allâh’ın emrini yerine getirmeye koyulurken; önce insanları tek olan Allâh’a kulluk etmeye ve putlardan vazgeçmeye davetle başlamıştı. Ama O, şimdilik gizlice davet ediyordu. Bunun için Hazret-i Peygamber; daveti Mekkelilerin umumî toplantılarında açığa vurmuyordu ve kendisine akrabalık bağı ile bağlı olanlara, eskiden beri tanıdık olanlara ve güvendiklerine öncelik veriyordu.

İslâm ile şereflenenler, Hazret-i Peygamber ile gizlice buluşuyorlardı. Onlardan herhangi biri, bir şeyi öğrenmek istese; müşriklerin bakışlarından gizlenerek Mekke’nin civarındaki vadilere gider, öğrenmesi ve yapması gerekeni mutlaka yapardı.

İslâm’a girenlerin sayısı arttıkça Allah Rasûlü, tâlim ve irşad ihtiyaçlarını gidermek ve onlarla buluşmak için Erkam’ın evini merkez olarak seçti.

Şüphesiz ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu ilk yıllarda İslâm’a daveti gizli tutması, kendi canından korkusu sebebiyle değildi. Kaldı ki O; kendisini bu davetle görevlendiren ve Peygamber olarak seçen Allâh’ın, O’nu insanlardan korumaya ve himaye etmeye kādir olduğunu kesinlikle biliyordu. Şayet Allah, ilk günden itibaren insanların arasında daveti alenî olarak açıklamasını emretseydi, elbette O; bu konuda kendisine öleceği yer gösterilmiş olsa bile, yine bundan bir dakika geri durmazdı. Fakat Allah -celle celâlühû- ilk devrede O’na daveti gizli olarak sürdürmesini, ancak çok güvendiği ve kendisine inanacağını yakînen bildiği kimselere açmasını ilham etmişti. Bu sadece bir tedbir değil, cihanşümul olan İslâm’ın cihanşümul bir metoduydu. Yeri ve zamanı geldikçe aynı metot ile hareket edilmesi gerektiğine dair ilâhî bir ihsandı.

Rasûlullâh’ın davette geliştirdiği bu metottan da anlaşılıyor ki, O; Allah’tan aldığını tebliğ eden bir Nebî sıfatının yanında, aynı zamanda siyaset-i şer‘iyyede dehâ bir liderdi.

İslâm’ın ilk günlerinde tevhid îtikadı ile namazdan başka hiçbir ibâdet, emir ve yasak yoktu. Vahiy iniyor ve tevhidin muhtelif yönlerini beyan ediyordu. Ayrıca onları; nefislerini tezkiye etmeye, güzel ahlâk sahibi olmaya teşvik ettiği gibi, cennet ve cehennemden de bahsediyordu. Yine ilk âyetler, kalpleri açıp ruhları besleyen güzellikleri ihtiva etmekteydi.

Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisine îman edenleri tezkiye ediyor, Kitab ve hikmeti öğretiyor, inananları; kalp temizliğine, ahlâk güzelliğine, iffete, doğruluğa teşvik ediyordu. Hâsılı onları karanlıklardan aydınlığa çıkarıyordu. Onlara Sırât-ı Müstakîm’i (dosdoğru yolu) gösteriyor ve onları Allâh’ın dînine sarılmak, ipine (Kur’ân-ı Kerîm’e) sımsıkı tutunmak üzere eğitiyordu. Onlara Allâh’ın emirleri hususunda sebat ve istikamet aşılıyordu.

Bu bir gönül ve gönüllü işiydi. Aşk ve muhabbet işiydi. Gönlünün tamamını Allah ve Rasûlü’ne verenler, gönüllerinin tamamından istifade ederlerdi. Kendi gönlünden istifade edemeyen, başka gönüllerden de istifade edemezdi. Alışveriş gönülden gönüle olurdu çünkü.

İslâm tarihini dikkatli bir şekilde incelediğimiz zaman, ilk müslümanların ilk gönüllüler olduklarını görürüz. Asr-ı saâdet dönemi dediğimiz o nurlu ve onurlu dönem, bütünüyle gönüllülerden oluşan gönüllüler dönemi olarak çıkıyor önümüze.

Allah ve Rasûlü’nün rızâsı istikametinde hareket eden, Kur’ân ve Sünnet ile şekillenen o seçkin gönüllüler; gönülden gönüle aktardıkları kutlu mesajı, hayatlarının gayesi hâline getirmişlerdi.

Peygamber Efendimiz’in metodu buydu çünkü…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-