MÜ’MİN ŞAHSİYETİNİN TEMELLERİ

Prof. Dr. Ömer ÇELİK omercelik08@hotmail.com

Kur’ân-ı Kerim; vaz ettiği ahlâkıyla ve âdâbıyla kemâle ermiş mü’min şahsiyetler teşekkül ettirmeyi hedeflediğinden, bu hususa çok önem verir ve mü’minin sahip olması gereken yüksek vasıfları tesirli bir üslûpla beyan eder. Biz bu yazımızda Şûra Sûresi’nin 36-39. âyetlerini esas alarak mü’min şahsiyetinin temel çizgilerine kısaca yer vermek istiyoruz:

Mânevî başarı ve felâhın ilk şartı «îman»dır. Îmânın peşinden; «Allâh’a tevekkül» gelir. Tevekkül, İslâmî mânâda Allâh’a güvenmek, O’nun hükmünün mutlaka meydana geleceğine kesin olarak inanmak ve alınması gereken tedbirleri almak mânâsına gelir. Dolayısıyla tevekkül; müslümanın, yapacağı işlerde bütün zâhirî sebeplere sarılması, alınması gereken tedbirleri alması, çalışıp çabalaması, ama gönlünü bunlara bağlamayıp sadece Allâh’a dayanmasıdır. Tevekkül; hiçbir zaman, çalışmayı ve sebebe sarılmayı terk edip; «Allâh’ın dediği olur.», diyerek kenara çekilmek değildir. Nitekim Hazret-i Peygamber, devesini salıvererek Allâh’a tevekkül ettiğini söyleyen bir bedevîye;

“Onu bağla da öyle tevekkül et!” buyurur. (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme 60) İşte sözü edilen müslümanların, güçleri nisbetinde sorumluluklarını yerine getirerek Rablerine tevekkül hâlinde oldukları görülür.

Mü’minler, günahlardan uzak dururlar. Burada günahla ilgili olarak özellikle «kebâir» ve «fevâhiş» kelimeleri kullanılmaktadır.

Kısaca «kebâir», üzerine tehdit gerçekleşen veya haddi yani şer‘î cezayı gerektiren yahut Kur’ân ve Sünnet’te açıkça yasaklanmış olan günahlardır.

«Fevâhiş» ise onların içinde özellikle çirkinliği açık ve aşırı olan günahlardır. (Elmalılı, V, 4247-4248)

Büyük günahlardan ve iğrenç davranışlardan kalbi arındırmak, temiz davranışlar sergilemek gerçek îmânın sonuçlarından biridir. Bir insan büyük günahlar ve kötülüklerden kaçınmaz ve onlara yönelirse kalpteki îman berraklığını ve saflığını koruyamaz. Âyette bir incelik yer almaktadır:

Yüce Allah, insanın zayıf ve dirençsiz olduğunu bildiğinden, kendi katındaki mükâfatı hak etmenin sınırını; «büyük günahlardan ve kötü davranışlardan kaçınmak» şeklinde belirtmekte, küçük günahları ve hataları bunun dışında tutmaktadır. Rahmetiyle küçük günahları daha kolay bağışlayacağına işaret etmektedir. Bu sebeple yüce Allah’tan hayâ etmek gerekir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın bu müsâmahası insanı mahcup etmekte, O’nun bağışlama lutfu, onurlu kalplerde utanma duygusunu uyandırmaktadır.

Mü’minler, normal zamanlarda insanları rahatlıkla bağışladıkları gibi, bunun ötesinde kızdıkları zamanda bile bağışlarlar. Ne zaman gazaplanırlarsa suçu örterler, kusuru affederler. Gazap (kızgınlık) hâlinde kusur ve günah bağışlayabilmek gayet nâdir olan yüksek bir ahlâktır. İşte kızgınlık hâlinde kusur örtmek, kızgınlığı yutmak gibi büyük özellik ancak bu mü’minlerin karakter özelliğidir. Onlar;

“Öfkelerini yutanlar, insanların kusurlarından af ile geçenler.” (Âl-i İmran 3/134) övgüsüne lâyık kimselerdir. Yüce Allah, öfkenin insanın öz yaratılışından kaynaklanan bir tepki olduğunu ve bunun büsbütün kötülük olmadığını bildiğinden; âyette öfkelenmek özü itibarıyla yasaklanmamakta ve bir hata olarak nitelendirilmemektedir. Tam tersine insanın yaratılışının bir parçası olduğu kabul edilmektedir. Böylece insan; fıtratı ile dîninin emri arasında şaşkın duruma düşmekten, duygu ve davranış olarak çelişik görünümler sergilemekten kurtarılmaktadır. Zira Allah için, dîni için, hak ve adalet için öfkelenmek, yerinde bir davranıştır ve hattâ gereklidir. Bununla birlikte Kur’ân-ı Kerim; insanı aynı zamanda öfkesini yenmeye, bağışlamaya, affetmeye yöneltmekte ve bu vasıfları îmânın önemli semerelerinden biri olarak takdim etmektedir. Her konuda bize örnek olan Peygamber Efendimiz, hiçbir zaman kendi şahsı için kızmamış, sadece Allah için kızmış, Allah için kızınca da bundan bir pişmanlık duymamıştır.

Mü’minler, Rablerinin her türlü davetine koşarak gelirler. O’nun her emrini yerine getirmeye çalışırlar. «İsticâbet», davete kulak vermek ve gereğine uymak demektir. Allâh’a icâbet, O’nun peygamberine icâbettir. Çünkü peygamber, Allah adına tebliğ yapan ve insanları İslâm’a çağıran kimsedir. (İbn-i Âşûr, XVV, 111) Dolayısıyla onlar peygambere inanmak ve itaat etmek sûretiyle Allâh’a itaat ederler. Onlar, Rableri ile aralarına giren tüm engelleri ortadan kaldırırlar. Kişi ile Rabbi arasında en büyük engel; insanın bizzat kendisi, ihtirasları, nefsin bitmez arzu ve istekleridir. İnsan, bu engellerden kurtuldukça Rabbine giden yol açılır. Bu durumda Rabbinin davetine kolaylıkla icâbet eder. İşte bahsedilen mü’minler, kendileri ile Rableri arasındaki engelleri aşmış ve Allâh’ın emrine kolayca icâbet edecek derecede kalbî kıvama ermiş kimselerdir.

Mü’minler, namazlarını en güzel şekilde kılarlar. Namazsız mü’min olmaz ve namazsız kurtuluş da olmaz. Çünkü namaz İslâm’ın temel esaslarından ikincisidir. Namaz, Allâh’ın davetine icâbet etmenin ilk belirtisidir. Kul ile Rabbi arasındaki en kuvvetli bağdır.

Mü’minler, her türlü işlerini istişâre ile yaparlar. İstişâre, herhangi bir konuda doğruya ulaşmak veya yaklaşmak için bir başkasının görüşüne başvurmak demektir. İstişâre kelimesinde lügat olarak; «arı kovanından bal almak» mânâsı da vardır. Dolayısıyla çeşitli görüşlere müracaat etmek sûretiyle doğruyu elde etmek veya ona yaklaşmaya çalışmak, arının çeşitli çiçeklerden gerekli malzemeyi alıp işledikten sonra ortaya çıkardığı balı kovandan almak gibidir. (Elmalılı, II, 1213) Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim istişârenin ehemmiyetine dikkat çekmek üzere;

“İş hususunda onlarla müşâvere et!” (Al-i İmrân, 3/159)

“Onlar işlerini aralarında istişâre ile yürütürler.” (eş-Şûrâ, 42/38) buyurur.

Peygamber Efendimiz, müslümanları istişâreye teşvik etmiş; kendisi de Bedir’de Ebû Süfyân’ın geldiğini haber alınca ne gibi tedbir alınacağı konusunda ensarla müşâvere etmiş; ayrıca Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek gazvelerinde, Hudeybiye’de, Tâif Seferi’nde, İfk hâdisesinde, ezan konusunda olduğu gibi birçok mevzuda ashâbıyla istişâre etmiştir. Hattâ Ebû Hüreyre, maiyetiyle istişâresi Rasûlullah’tan daha çok olan bir kimse görmediğini belirtmektedir. Şu misal ne kadar câlib-i dikkattir:

Peygamber Efendimiz; Bedir Savaşı’nda, kendilerine en yakın kuyunun başında durdu ve orayı karargâh yapmak istedi. Bu sırada ashabdan Hubâb el-Cümuh, Peygamberimize;

“–Yâ Rasûlâllah! Burayı, Allâh’ın Sen’i yerleştirmiş olduğu ve bizim ileri-geri gitmeye yetkimiz olmayan bir yer olarak mı seçtin? Yoksa bu bir görüş, bir harp taktiği midir?” diye sordu.

Rasûlullah -aleyhisselâm-;

“–Hayır; bu bir görüş ve bir harp taktiğidir.” dedi. O zaman sahâbî;

“–O hâlde yâ Rasûlâllah! Burası uygun bir yer değil, orduyu kaldır. Düşmana en yakın kuyuya gidelim. Orada bir havuz yapıp içine su dolduralım, geride kalan kuyuları tahrip edelim, düşman istifade edemesin.” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Sen güzel bir fikre işaret ettin.” buyurdu ve sahâbînin dediği şekilde hareket etti. (İbn-i Hişâm, Sîret, II, 259-260; İbn-i Sa‘d, Tabakât, II, 15)

Sahâbe-i kiram da istişâreye çok önem vermişlerdir. Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer, ashabdan oluşan birer müşâvere heyeti oluşturmuşlardır. (İbn-i Sa‘d, II, 350-352)

İstişâre ile işlerin güzel neticelere varması; siyasî, içtimâî, askerî ilh. bütün alanlarda problemlerin çözülmesi mümkündür. Kişi ne kadar akıllı, zeki ve tecrübeli bulunursa bulunsun, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerim’de işaret ettiği ve yapanlarını övdüğü müşâvere esasına uygun hareket etmedikçe, faydalı sonuçlara ulaşması ve problemlerini güzel bir şekilde çözümlemesi pek mümkün değildir. Zira Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- akıl ve zekâ yönüyle insanların en mükemmeli iken, Allah O’na bile müşâvereyi emretmiştir.

İstişâre ederken göz önünde bulundurulması gereken en önemli noktalardan biri, kime veya kimlere danışılacağı konusudur. Bu husus, yapılacak olan bir işin hayırla neticelenmesine önemli derecede etki eder. Bu yüzden danışılacak olan kişinin; akıl ve tecrübe sahibi, dindar ve fazîletli, samimî, sağlam fikirli, keskin görüşlü, insan psikolojisini iyi tahlil edebilme, doğruluk ve güvenirlik gibi değerlere sahip olmasına dikkat edilmelidir. Öte yandan; aklı bir şeye ermeyen, ahlâksız, mağrur kimselere danışmanın kişiye hiçbir yarar sağlamayacağı da açıktır.

Mü’minler, nefislerinin cimriliğini aşarak Allah yolunda infak ederler. Zira Allâh’ın dînine davet için maddî infakta bulunmak zarurî bir durumdur. Bunun için kalbi cimrilikten arındırmak, mal-mülk sevgisini yenmek ve sadece Allah katındaki nimetlere güvenmek lüzumu vardır. Toplum hayatının devamı ve gelişmesi için de infak önemlidir.

Mü’minler, haklarına saldırı olduğu zaman yine kendileri yardımlaşır ve öçlerini alırlar. Haklarını savunur, haksızlığa boyun eğmez, zilletten hoşlanmaz, azgınlık ve saldırıda bulunanın cezasını verirler. Aşırı gitmeyerek adaletle öçlerini alırlar. Bunun için başka bir milletin himayesine sığınmazlar; kendi toplum ve milletlerinin istiklâli, izzet ve yardımı, birliği ile zalim ve azgının hakkından gelirler. Gerek Allah hakkı gerek kul hakkı olsun mutlak hakkın korunması, gerek dıştan ve gerek içten genel ve özel olarak yapılan saldırının savuşturulması ve cezanın verilmesi toplumun görevidir. İçten olanlarda mahkemelerin adaletini temin, dıştan olanda da siyasî tedbirlerle bu yardımın yapılması ve yapılabilmesi bir toplumun yüksekliğini ve yaşama hakkını gösteren en yüce fazîletlerdendir.