İLÂHÎ MUHAFAZA

İrfan ÖZTÜRK

Şu fânî âlemde insanoğlunun üç büyük düşmanı vardır.

1. Nefis, yani nefs-i emmâre…

2. Dünya

3. Kovulmuş şeytan.

Bu üç büyük düşman, daima birbirlerinin yardımcısıdır. Aklımızın bunlarla ömrümüz sona erinceye kadar cengi vardır. Eğer insan aklını îmânın emrinde kullanır, Hakk’a yönelirse iradeye îman hâkim olacağından bu üç düşmanın hiçbirinin insana zararı dokunamaz. Çünkü aklını îmânın emrinde ve hizmetinde kullanan kişiler bu zâlimlere mağlûp olmaz ve hak yoldan sapmazlar.

Akıllarını nefsin ve şeytanın emrine verip, akıllarını kurban edenler ise bu üç büyük düşmandan kendilerini kurtaramaz, ömür boyu nefis ve şeytanın etkilerinden kurtulamazlar. Mükerrem olarak yaratılan insanın bunların etkisiyle dünyada yapamayacağı kötülük ve günah yoktur.

Rabbim cümlemizi bu âşikâre üç büyük düşmanın şerrinden emin eylesin.

Hak yolundan saptırır bu nefs-i emmâre bizi,
Nefs elinden bizi kurtar yâ Ganî Perverdigâr.

Benî İsrâil zamanında yaşandığı rivâyet edilen bir kıssa vardır ki, bu üç düşmana teslim olan zalim ve hâinlere karşı, her türlü şartta ırzını korumuş sâdıka bir hatunun başından geçen hârikulâde hâllerdir. Okuyun ve görün; namusunu korumak uğrunda her cevre, her cefaya göğüs gerene Hak Teâlâ nasıl yâr ve yardımcı olurmuş!..

Adamın biri günün birinde yolculuğa çıkar. Hanımını da emin bildiği en yakını olan erkek kardeşine ısmarlayıp dönüşüne kadar yengesine göz-kulak olmasını rica eder. Ne yazık ki mayası ihânetle yoğrulmuş bulunan adam; evvelden beri yengesine göz koyduğundan kardeşinin yokluğunu fırsat bilip ona ahlâksız tekliflerde bulunur. Kabul etmediği takdirde kendisine kötülük edeceğini tehdit ederek söyler. Irzı bütün olan sâdıka hatun; bu alçakça teklifi kat’î bir lisanla reddedip, namus ve iffetini korumak uğrunda her belâya râzı olduğunu söyler.

Alçak adam, kendisi gibi bir bed-mâye bulup kendisine yalancı şahit tutar ve hatuncağıza ağır bir iftira atar. Şehrin kadısına gidip yengesinin zinâ ettiğini iddia eder. Hatun iddiaların maksatlı ve alçakça uydurulmuş bir iftira olduğunu söylerse de kimseyi ikna edemez. Kadının recmine yani taşlanarak idamına karar verilir. İnfaz günü o kadar çok taş atılır ki, zavallı masumun her tarafı kan-revan içinde kalır. Öyle perişan hâldedir ki, öldü sanarak bırakıp giderler. Fakat ecel gelmemiştir. Kadın bir süre sonra kendine gelir. Her tarafı ağrı-sızı içinde hâlâ yüce Allâh’a şöyle yalvarmaktadır:

“Yâ İlâhî! Sen’den gayrı penâhım / sığınağım yok. Sana ilticâ ettim, ırz ve namusumu Sen koru!” O sırada oralardan geçmekte olan bir köy ağası kadını görür. Çaresiz kadın, ağaya;

“Benim namusumu koru, evine götür, senin bir hizmetçi gibi her hizmetini görürüm.” der.

Ağa, zavallı hatunun gözyaşları ve içtenlikle anlattığı hikâyeyi dinledikten sonra doğru söylediğini anlar ve;

“Ey sâdıka hatun, maceranı dinledim. Cenâb-ı Hak, mazlumlarla beraberdir. Gel bundan sonra benim dünya ve âhiret hemşirem ol.” diyerek evine götürür.

Gel gör ki kadının çekeceği çile daha son bulmamıştır. Bir süre olaysız geçtikten sonra ağanın kölesi hatuna göz koyar. Hatunu günaha çağırırsa da, o iffet âbidesi olarak kölenin tekliflerini şiddet ve nefretle reddeder. Kadından kâm alamayan köle, yine rezillerin başvurduğu iftirâ yoluyla intikam almaya karar vermiştir.

Ağaya ve ailesine kin besleyen köle; bir gece ağanın çocuğunu katleder ve kanlı bıçağını da her şeyden habersiz uyuyan hizmetçi kadının yastığının altına koyar ve kadıncağızın ellerine de kan bulaştırmayı ihmal etmez. Sonra kendisi hiçbir şey yapmamışçasına yatağına girip yatar. Sabaha doğru ağanın hanımı, oğlunun odasına girince, evde bir kıyâmet kopar. Feryat ve figan arasında yavrunun katilini aramaya koyulurlar. Bıçak, henüz uykusundan yeni uyanan kadının yastığının altından çıkmıştır, üstelik elleri de kana bulanmış vaziyettedir. Katilin o olduğundan kimsenin şüphesi yoktur! Kadın çileli hayatında ikinci kez ağır bir iftirayla karşı karşıyadır.

Bilhassa ciğerparesinin ölümü ile deliye dönen ana, kadının üzerine yürür. Kadın her ne kadar ağlayarak çocuğu kendisinin öldürmediğini söylerse de kimseyi ve hele çocuğun anasını inandırmak mümkün olmaz. Çocuğun babası yani ağa, cinayetin bu hatun tarafından işlenmediğini anlarsa da karısını ikna edemez. Çünkü hanımı;

“Katil bu hatundur. Ben senin onu niçin böyle savunduğunu biliyorum! Niyetin onu almak değil mi?!. Derhâl bu kadını evden kov! Ben onun yüzüne bakamam!..” diye tutturur. Adamcağız hatuna;

“Ey kadıncağız, suçsuz olduğunu biliyorum. Ama görüyorsun ki karım senin katil olduğunu düşünerek ağzına geleni söylüyor. Kim kadın şerri ile baş etmiş ki ben edeyim? Artık seni bu evde barındıramam. İşte sana on altın veriyorum. Haydi git, Allah yardımcın olsun.” diyerek evden savar.

Nereye gideceğini bilmeyen kadıncağız yola revan olur, kaderinin çizdiği istikamete doğru yol alır. Bir köyden geçerken bakar ki köy meydanında bir adam baş aşağı sallandırılmış. Kadın, oradakilere;

“–Bu zavallının suçu nedir?” diye sorar. Ona;

“–Bu adamın on altın borcu vardı. Bir türlü ödemedi. Bunun için köy ağası onu çok fena dövdürdü. On altını ödemeyecek olursa belki dayaktan öldürecekler bile.” derler.

Merhametli hatun, elinde tek dayanağı olan on altını adama verip, adamı kurtarır. Adam bir süre sonra kendine gelir, sorup-soruşturur; kendisini kimin kurtardığını öğrenir, gidip kadına teşekkür eder. Sonra da;

“–Gel benim karım ol!” der. Fakat iffet âbidesi kadın;

“–Ben hâlen evliyim, bu teklifi kabul etmem mümkün değil.” cevabını verir.

Bu defa adam gayr-i meşrû bir şekilde beraberlik teklifinde bulunursa da red cevabı alır. Demek ki devir öyle bozuktur ki, bu adam da kadıncağızın kendisini ölümden kurtardığını derhâl unutur, sahilde duran bir geminin kaptanına yanaşıp;

“Şu kadın benim cariyemdir. Size satıyorum.” diye kadını kırk altına satar.

İşte nefs-i emmâre… Allah cümlemizi muhafaza eylesin.

Ey kardeş! İyiliğe kötülük şeytanın işidir. Bu yolu takip edenler, şeytanın uydusu olur. Şair ne güzel söylemiş:

Nâdir bulunur tıynet-i kâmilde kusur,
Kem-mâyeden eyler ne ki eylerse zuhur.

“Olgun yaratılışlı bir insanda kusur, nâdiren bulunur. Her ne kötülük gelirse mayası bozuk olandan gelir.”

Kadın, kendisinin satılık köle olmadığını, hür olduğunu söylerse de dinletmek mümkün olmamıştır. Zavallı hatun, iyiliğe karşı kendine bu kötülüğü yapan bu mayası bozuk adama dönerek;

“Sana yardım ettik, mukabili bu mu olacaktı? Sen meğer ne âdî bir insanmışsın.” der.

Fakat hiçbir itiraz para etmez, kadın zorla gemiye bindirilir. Gemici, câriye diye kırk altın verip aldığı kadına karşı kötü gözle bakmaya başlar. Fakat kadın, kendisinin câriye olmadığını, hür, evli ve namuslu bir kadın olduğunu söyleyerek arzularına râm olmaz, karşı koyar.

Hırsından gözü dönen gemici, kadını o kadar çok döver ki, bütün vücudu yara-bere içinde kalır. Kadın Hâlık’ına el açıp bu zâlime bedduâ edince, denizde bir fırtınadır kopar. Gemici de dâhil, geminin yüz kişilik mürettebatı kadına yalvarırlar, kadın tekrar duâ edince Cenâb-ı Hak tarafından duâsı kabul olunur, fırtına diner.

Fakat akıllanmamışlardır. Yüz tayfa, aralarında para toplayıp gemicinin kırk altınını verirler ve kadına bir mal gibi müştereken sahip olurlar. Kadıncağız bir kişinin esiri iken bu kere yüz kişinin taht-ı esâretine girmiştir. Kadının ıstırabı ve göreceği çileler henüz bitmemiştir.

Ermiş bir sâdıka olan hatun; denizin ortasında, hayvanlaşmış bir sürü alçağın arasında, çaresizlik içinde Cenâb-ı Hakk’a şöyle yalvarır:

“Ey çaresizler çaresi olan Rabbim, beni görüyorsun. Ben senin inâyetin olmazsa bu yüz alçağın elinden kurtulamam. Yâ Gayyâs (yâ medet edici)! Beni bu zâlimlerden halâs et. Ben namusumu sana emânet ettim. Ona noksan getirtme yâ Rabbi…”

O anda görülmemiş bir fırtına çıkar. O derece şiddetli bir fırtınadır ki, gemi, dağ gibi dalgaların arasında çalkalandıkça, bütün ahlâksızlar sürüsü azgın dalgalara karışır, boğulur. Sadece kadıncağız kurtulur.

Ey kadınlar, bilhassa kadınlar arasında nefislerine uyan zavallılar! Bundan ibret alın. Bu kıssadaki hatunun sadakatine bir bakın. İffetini korumak uğruna başına gelmiş olan belâları düşünün. Yüz azgın ve Allah korkusunu atmış erkeğin elinde yalnız kalmıştı. Hak’tan başka elinden tutanı kalmamıştı. Ondaki hâlis niyeti gören Hudâ-yı Kerîm, bu kadar erkek arasından onu sâlim ve ırzı bütün olarak çıkardı. Çünkü ahlâksızlığa hiçbir temâyül göstermedi. Yüz kişiye bile Allâh’ın izniyle karşı koyup ırzını yıktırmadı. Pehlivan bir hanım işte böyle olur. Ey şu alçak nefse uyan ahmaklar! Nefsinin merdi hatun, böyle olur. Ondan ibret alın ve ona benzemeye çalışın.

Allâh’ın sevgili kulu olan bu hanım, gemide yalnız kalmış Cenâb-ı Hakk’a şükrediyordu. Fakat koca gemi ummânın ortasında nasıl yol alacaktı? O geminin kaptanı, muhâfaza edenlerin en hayırlısı Cenâb-ı Hak oldu. Bir gemi ki, onu Kerîm olan Hudâ sevk eder; hiç o gemi yanlış yere gidebilir mi? Gemi gide gide bir sahile yanaştı. Kadın; bir çare olarak erkek kıyafetine girip o ülkenin hükümdarının huzuruna çıktı ve gemideki gemici ve tayfalarının boğulduğunu; mirasçıları gelinceye kadar gemideki malların muhafazası için emir buyurmasını diledi. Ve hükümdara hitaben;

“Sen şimdi bu halkın emirisin, herkesten emin sensin.” dedi.

Bunun üzerine adamlar gidip, emirin buyruğu üzerine geminin bütün eşyasını emin bir yere doldurdular ve muhafaza altına aldılar. Padişah kendi kendine;

“Başıma hiç böyle bir şey gelmedi. Ben böyle sâdık, doğru adam görmedim.” diyerek hatunu kendine vezir yaptı. Ülkenin bütün işlerini onun namus ve hamiyetine teslim eyledi.

Hatun; bir zaman erkek kıyafetinde vezirlik ederek bütün ülke halkını adli sayesinde rahat ve huzura kavuşturdu. Bir zaman sonra eceli gelen padişah âlem-i bekaya göçtü. Halk ısrarla hatunu padişah yapmak istiyordu. Hatun ise onlara;

“–Bilin ki, ben kadınım. Sonra yanlış bir karar vermiş olmayın!” dedi. Hepsi;

“–Kadın da olsan biz seni istiyoruz, başka padişah istemeyiz.” diyerek onun padişahlığını ilân ettiler. Bunun üzerine sevgili kulu Rabbine şöyle hitap etti:

“Ve üfevvidu emrî ilâllah: Yâ Rabbi bütün işlerimi sana havale ettim. Ben senin bir âciz kulunum. İlâh Sen’sin. İki âlemde penah ve padişah da Sen’sin. Rehberim Sen’sin ey Ganî! Beni uygun bulduğun yere yönelt.”

Hak Teâlâ ona her işini kolaylaştırdı. Bütün ihsanlarının yanında ona öyle bir lütuf ihsan etti ki sabır ve gayretlerinin mükâfâtı oldu: Artık duâsı her çeşit hastalığı şifaya kavuşturmada kabul buyuruluyordu. Bunu duyan hastalar bölük bölük ondan şifa dilemeye koştular.

Vaktiyle bu hatuna kötülük edenler; kaynı, ona iftira eden köle ve asılıp dayakla öldürülmekten kurtardığı adam; hepsi de lâyık oldukları âkıbete uğramışlardı.

Hepsi nankörlüklerinin karşılığı olarak kör olmuş, hain kaynı ise hem kör, hem de kötürüm olmuştu. Dertlilere deva saçan bir kadın hükümdarın bulunduğu haberi onlara da ulaştı. Onlar da şifa dilemek üzere, kadının huzuruna vardılar. Kaynını, kardeşi olan kocası getirmişti. Kaderin cilvesi hepsi bir aradaydı, fakat kadını tanıyamadılar. Hatun ise hepsini tanıdı. Hiç belli etmeden onlara şöyle dedi:

“Cenâb-ı Hak, kimseye lâyık olmadan bir ceza vermez. Eğer yapmış olduğunuz kötülükleri olduğu gibi anlatırsanız Allah Teâlâ’nın izniyle sizi şifaya kavuştururum. Yok, saklarsanız duâ etsem bile tesiri olmaz.”

Hatun, bu sûretle kocasına; nasıl sâdıka bir kadın olduğunu da göstermek istiyordu.

Evvelâ köle, işlediği cinayeti masum bir kadıncağıza nasıl yüklediğini olduğu gibi anlattı. Hatun;

“Doğru anlattın.” deyip duâ ederek köleyi iyi etti.

Sonra ağaca ayaklarından asılan adam da kendine iyilik ettiği hâlde bir hatunu kölemdir diye iftira ederek bir gemiciye nasıl sattığını hikâye eyledi. Hatun ona da;

“Doğru söyledin.” deyip duâ etti. Allah Teâlâ’nın izniyle onun da gözleri açıldı.

Sıra asıl hâinler başı ve kadının bütün bu felâketlerinin müsebbibi olan kayınbiraderine gelmişti. O ise bir türlü doğruyu söylemiyor. Yanındaki kardeşinden hem utanıyor, hem çekiniyordu. Hatuna hitaben;

“–Ey yüce hükümdar, hiçbir suçum yok iken bu belâlara uğradım.” dedi. Hükümdar;

“–Bence doğruyu söylemiyorsun. Onun için duâ etsem de Allah indinde kabule şâyan olmayacak.” cevabını verdi.

Kaynı mecburen işlediği fiili teferruatıyla anlattı.

“Evet doğru. Bir daha kimsenin ırz ve namusuna göz dikme!” diye nasihatte bulundu. Sonra duâ ederek onu da iyi etti. Baktı ki kocası durmadan ağlıyor. Ona hitaben;

“–Niye ağlarsın? Kardeşin iyi oldu, sevinmen lâzım.” deyince, adam hıçkırarak şöyle dedi:

“–Ey şah! Ben, karıma ağlıyorum. Onun firkati canımı dağlıyor. Bana onun için; «Sana ihânet etti!» dediler. Haksız yere ondan ikrah eylemiştim. Artık benim için derman fırsatı elden kaçmıştır. Ben bu üzüntü ile mutlaka deli olurum.” diye cevap verdi.

Şah kendisine;

“–Ey sâdık kişi ağlama. Cenâb-ı Hakk’ın takdiri böyle imiş. Kadın ırzı için canını vermiş. İlâhî takdire ne denir!” dedi. Ardından;

“Hele karının şekil ve şemâilini anlat!” diye emretti.

Kocası karısını vasfettikten sonra:

“–Vallâhi şâhım güzellikte sana benzerdi. Sada ve lisânı tıpkı seninki gibi idi. Hani siz hükümdar olmasanız, o da ölmüş olmasa mâzur görün; «Siz osunuz.» diyeceğim ama bir şâha karşı bunu söylemeye cesaret edemiyorum.”

O zaman şah ayağa kalkıp;

“–Ey efendim onca çile ve işkencelere rağmen namus ve iffetini çiğnetmeyen hatunun benim. Rabbimden emâneti tertemiz olarak alabilirsin. Beni ve kâinatı koruyan Rabbim’e sonsuz şükürler olsun!” diyerek iki rekât namaz kılmış ve;

“Yâ Rab!” diyerek secdeye kapanıp rûhunu teslim eylemiş.

Onun için sadece kocası değil, bütün mahlûkat ağlamış.

Bir diğer rivâyette de; bir süre daha kocası ile yaşamış, onlardan dört peygamber dünyaya gelmiş, Allâh’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmişlerdir.

Ey kardeş!

1. İnsan eşini kimseye emânet etmemeli, güveni yoksa mahremine bile.

2. İnceleme ve araştırma yapmadan eşine yapılan iftiralara hemen kanmamalı.

3. Sâliha bir hatuna sahip olan kişi, bu büyük nimetin kıymetini bilip Allâh’a şükretmeli ve onu incitmemeli. Kadının Allâh’ın bir emâneti olduğunu unutmamalı.

Allah, hepimizin hatunlarını sâliha hatunlardan eylesin.

Sahip çıktı ırzına,
Çiğnetmedi kimseye,
Rabbim bu güzel hâli,
Nasip eyle cümleye…

(Gülzâr-ı İrfan)