Medeniyet ile “Uygarlık” Arasında ŞAHSİYET FARKI

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Her insan bu dünyaya kendisi hakkında hiçbir şey bilmeyen bir bebek olarak gelir. Ailesi başta olmak üzere çevresindeki insanlar onu bir kültür atmosferi içinde eğitir ve şekillendirirler. Çocuklar büyüyüp bir yetişkin oldukları zaman kendilerine benimsetilen değerleri sonraki nesle öğretirler. Böylece fertler birbiri ardınca yetişirken mensup oldukları milletin hususiyetlerini nesilden nesile aktarırlar. Böylece her millet kendi değerlerine göre şahsiyetler yetiştirir.

Şahsiyetler yetiştirmek; kültür denilen medeniyet birikiminin en önemli ve nihaî faaliyetidir. Nihaî hedefidir; çünkü medeniyetin varoluş amacı da nihayetinde insan yetiştirmektir. Bilhassa mâneviyatçı medeniyet anlayışının…

Mâneviyatçı medeniyet anlayışının amacı da kullandığı araçları da tabiî olarak mânevî olacaktır. Nasıl ki maddiyatçı “uygarlık” anlayışının gayesi dünyayı mamur etmek olduğu için vasıtası da dünyayı biçimlendirmeye yarayacak teknikleri öğrenmek ve kullanmaktır; bunun gibi, mâneviyatçı medeniyetin de hem gayesi insanı şahsiyet sahibi yapmak; hem de o gayeye ulaştıracak temel vasıtası; «örnek şahsiyetler etrafında hâlelenmek ve onların hâlleriyle hâllenmek» olmuştur.

Mânevî hedefleri olan medeniyetler için dünya; insanın eğitimi ve imtihanı için düzenlenmiş bir okul, bir müsabaka meydanı gibidir. Gökler, yer ve ikisinin arasındakiler insanoğlunun okuyup takip etmesi için «âyetler ve ibretler manzûmesi»dir. Günümüzün deyişiyle gökler ve yer, eğitim materyalleriyle bezelidir.

Belki dünyevîliği esas alan maddiyatçı dünya görüşünün birinci hedefi, insanı eğitip terbiye etmek olmayabilir. Hattâ denilebilir ki; tam aksine insanın benliğini ve arzularını esas alan “uygarlık” anlayışının temel hedefi; bütün yaratılmışları insanın hâkimiyetine boyun eğdirmek, hevesâtına hizmet ettirmek ve böylece dünyayı insan için konforlu, rahat bir hâle getirmektir. Zaten ulaştıkları netice de bu amaçta olduklarını göstermektedir.

İnsanlık tarihi boyunca ilmin gayesi, «kendini bilmek»; eğitimin gayesi, «olgun insan yetiştirmek», hattâ tabiatın düzeniyle alâkalı nazariyeler geliştirmenin bile gayesi «hikmet»e erişmek iken bu anlayış Avrupa merkezli dünya görüşünün hâkimiyetinde tamamen değişmiştir.

Felsefe tarihine bakınca görüyoruz ki, tabiat hâdiselerini bilim yöntemiyle açıklamaya çalışanlar bile bununla teknik yöntemler geliştirmeyi amaçlamıyor, aksine «doğru davranış tarzını» bulmaya çalışıyordu. Modern bilimin kurucu sîmâlarından sayılan Eski Yunan düşünürlerinden Demokrit bile atom nazariyesini ileri sürerken yine ahlâkî davranış için ölçü arayışındaydı. O, atom nazariyesini ileri sürerken ahlâkî doktrinine dayanak olarak «teennî ve sabrın, atomların sakin ve kararlı hareket etmesine; kızgınlık ve aceleciliğin ise atomların kızışıklığına ve karmaşıklığa sebep olacağını» söylüyordu. Bütün kadîm medeniyetlerde eğitim kurumları mâbede bitişikti ve nefis terbiyesini esas alan, hikmetli davranışı kazandırmayı hedefleyen terbiye anlayışını benimsiyordu.

Ancak batı “uygarlığı” ile birlikte dünyada hâkim hâle gelen anlayışta bilginin ve eğitimin amacı değişti. Ünlü İngiliz devlet adamı ve felsefeci Bacon’ın;

“Bilgi kuvvettir.” sözü baş tâcı edildi. Yeni eğitim kurumları onun;

“Tabiat denen dükkânın vitrinindeki zenginliklerle yetinemeyiz. Artık onun dehlizlerindeki hazineleri ele geçirmeliyiz.” diye özetlediği hedefi doğrultusunda;

“Bilim, maddeye işkence ederek sırlarını ağzından almaktır.” anlayışı ile oluşturuldu.1

Artık insanı eğitmek ve şahsiyet kazandırmak önemini kaybetmişti. Çünkü sabır, kanaat, tok gözlülük gibi ahlâkî değerlere; «eski insanların yoksullukları sebebiyle katlanmak zorunda oldukları mecburiyetler» gözüyle bakılıyordu. Artık mutluluğu mâneviyatta aramak, ahlâktan ve fazîletten başka bir üstünlük tanımamak züğürt tesellisi olarak görülüyordu. İffet, doğum kontrol araçlarının olmadığı; sabır, hızlı ulaşımın, haberleşmenin ve üretmenin mümkün olmadığı zamanların değerleriydi. Artık asıl değer güçtü, hızdı, varlıktı, çokluktu…

Maddî gelişmeyi esas alan “uygarlık” anlayışı kendi hedefine doğru, kendi vasıtalarıyla koştu, koştu ve bir hayli de yol kat etti. Artık tam da istediği gibi yeraltının, yer üstünün bütün zenginlikleri insanın arzularına hizmet ediyordu. Ama öte yandan insanoğlu geliştirdiği bu devâsâ vasıtaları, bütün bu gücü, bu geniş imkânları ne için kullanacağını bilmiyor, bilse de gereğini yapacak iradeyi ve azmi gösteremiyordu.

Çünkü ünlü düşünür Bergson’un tespit ettiği gibi:

“Mekanik âletler, tabiî organların boyunu ve işlevini büyüterek insan vücudunu devleştirdi. Fakat rûhî gelişme tersine zayıflayınca, ruh bu dev bedeni dolduramaz hâle geldi. Bu yüzden ruh; makineyi idare edemeyecek kadar cılızdır, aradaki boşluk buradan gelmektedir.”2

Gerçekten de şahsiyet eğitimi olmayınca maddî gelişmenin getirdiği vasıtalar ya oyun eğlence için, ya faydasız veya faydası zararından daha az faaliyetler için kullanılır oldu. Hattâ pek çoğu da zararlı bir şekilde kullanılarak insanın ve tabiatın fıtratını ciddî bir şekilde bozdu.

Bugün çocukların ellerinde dolaşan bilgisayar, cep telefonu gibi imkânlarla sonsuz bir bilgi okyanusuna bağlanmak mümkündür. Ancak bu büyük imkân, ilimden ziyade kumar, zinâ, dedikodu gibi en marazî arzular için kullanılmaktadır. İnsanoğlunun elindeki büyük iletişim ve ulaşım imkânı, dünyanın öbür ucundaki borsalarda alım-satımlar yapmaya yetmektedir de gökdelenlerin hemen arkasında kurulmuş tenekeden baraka mahallelerine ulaşmaya yetmemektedir.

Her yıl insanları oyalayacak filmlerin çekilmesi, müsabakaların, konserlerin tertiplenmesi tarzı organizasyonlar yapılmakta, bu yolda muazzam para ve emek harcanmakta ve göz kamaştıran başarılar elde edilmektedir; ama yetimlerin, yoksul çocukların eğitimi başarılamamaktadır. Tıbbın imkânları bir kısım insanların gençmiş gibi görünmesi için estetik ameliyatlara harcanırken yığınla insan ise, bırakın ilâcı ve gıdayı; temiz su bulamadığı için ölmeye devam etmektedir. Üstelik yalnız uzak kıtalardaki değil, dünyanın en büyük, en zengin şehirlerinin arka mahallelerinde bile yoksulluktan ve maddî-mânevî eğitimsizlikten dolayı gençler ziyan olmakta, suça, fuhşa, uyuşturucuya sürüklenmektedir.

Dünya nüfusunun büyük bir kısmının kelimenin her iki anlamıyla da; «nefsine zulmetmesinin» sebebi nedir? Gerek kendi kendisine gerek kendi cinsinden insan kardeşlerine acımayışı, felâketini umursamayışı, sürüklendiği duruma karşı seyirci kalıp hiçbir şey yapmayışı nedendir?

Elbette ki hiçbir insan kasıtlı olarak;

“Ben; nefsine esir, düşüncesiz, duygusuz, vicdansız bir insan olacağım. Arzularımı elde etmeme yardım etsin diye ekonomi putuna kulluk edeceğim.” diye niyet etmemektedir. Ancak insanlar kendilerine gösterilen daha üstün bir şahsiyet örneği olmadığı için; nasıl «iyilik yapmak için iradeli, nefsinin arzularına karşı sabırlı, bu yolda karşılaşacağı güçlüklerde azimli» olacağını bilmemektedir.

İnsanların çoğu, içlerinde yetiştikleri kültürün tesirinden sıyrılıp çıkacak ve kültüre yeni bir yön verebilecek kadar güçlü değildir. Başta da söylediğimiz gibi çoğu insan, içinde yetiştiği kültürü benimser ve onun verdiği biçimi gelecek nesillere aktarır. Ne yazık ki bugün kitleler hâlinde insan, hâkim dünya görüşünün yetiştirdiği nefsânî arzularının peşinde sürüklenen insan modeline göre yetişmekte ve gelecek nesle de bu şekilde örnek olmaktadır. Ancak bu gidişâtın sonsuza kadar sürmesi mümkün değildir.

Çünkü maddî “uygarlık” birikimini koruyup, bir ileri noktaya doğru geliştirecek olan da yine insandır. Hiçbir medeniyette fertler sadece kendilerine öğretileni aktarmakla kalmaz, o medeniyetin değer ve gaye saydığı hedeflere doğru adım adım ilerlemeye çalışırlar. Bu ise üstün özelliklere sahip şahsiyetler yetiştirmekle mümkündür. Bugünkü eğitim modeli ise; şahsî gelişimi ve serveti adına çalıştığı şirketin içini boşaltan CEO’lar, rüşvet karşılığı bir takım gıda ve ilâç şirketlerinin insan sağlığına zararlı ürünleri piyasaya sürmesine göz yuman müfettişler, insanları yakıp kavurarak öldüren kimyevî silâhlar tasarlayan bilim adamları yetiştirmektedir. Birazcık olsun aklı eren herkes insanlığın gidişâtından endişe duymakta ve bu gidişâtı durduracak üstün şahsiyetlere hasret çekmektedir.

______________________

1 Will Durant; Felsefenin Öyküsü kitabından alınmıştır.

2 Bergson’un Din ve Ahlâkın İki Kaynağı kitabından iktibas eden: Mustafa KÖK; Mistik dünya görüşü ve Bergson s. 224.