BİR DAHA GERİ ALMAYIZ!

Handenur YÜKSEL

İmam Câfer-i Sâdık, 702 yılında Medine’de doğdu. Babası İmam Muhammed Bâkır’dır. Soyu, baba tarafından Hazret-i Ali’ye dayanır. Şiî âlimler, kendisini imam olarak belirlemişlerdir. Uzun süren imâmet devresinde çeşitli kesimlere mensup geniş İslâm toplumuyla iyi münasebetler kuran Câfer-i Sâdık; Sünnî kaynaklarda adı hürmetle anılan ilmî bir şahsiyet olarak benimsendi. 740’ta amcası Zeyd’in isyan edip öldürülmesi üzerine ağırlaşan şartların tesiriyle siyasetten tamamen uzaklaştı ve kendisini ilme vakfetti. Ömrü boyunca sapık fırkalarla mücadele ettiğinden çağdaşlarının takdirini kazandı. Ehl-i sünnet; kendisini hadisle uğraşan, sezgi gücü yüksek, doğru sözlü, nakline ve görüşlerine güvenilir bir hadis ve fıkıh âlimi olarak değerlendirir. Doğduğu şehir olan Medine’de vefat etti. Yüzlerce kitap ve risâle yazdığı söylenir.

***

Adamın biri mescidde uyuyordu; yanında para çantası vardı. Uyandığı zaman çantasının çalındığını fark etti. O sırada biraz ötede Câfer-i Sâdık’ın namaz kıldığını gören adam, gidip onun yakasına yapıştı. Câfer-i Sâdık Hazretleri;

“–Ne istiyorsun?” diye sordu.

Adam hazreti tanımıyordu.

“–Para çantam kayboldu, yanımda da senden başka kimse yok. Çantamı mutlaka sen aldın.” dedi.

Câfer-i Sâdık Hazretleri:

“–Çantanda ne kadar para vardı?”

“–Bin dinar!”

Bunun üzerine adamdan müsaade isteyen Câfer-i Sâdık Hazretleri, hemen evine gitti ve bin dinar alarak döndü. Parayı adama veren imam, mescidden çıkarak gözden kayboldu.

Az sonra arkadaşlarının yanına gelen adam, başından geçeni kendilerine anlatınca, onlar büyük bir hayret içinde birbirlerine baktılar. İçlerinden biri:

“Fakat para çantan bizde, bizler sana şaka yapmıştık!” dedi.

Bu söz üzerine aldığı bin dinarla birlikte mescidin avlusuna koşan adam, orada kendisine bin dinar veren kişiyi nerede bulabileceğini sormaya başladı. Oradaki yaşlıca biri, kendisine parayı verenin Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in amcasının soyundan olduğunu söylediler. Adam büyük bir pişmanlık ve üzüntü içinde Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin evine yöneldi. Kendisine kapıyı açan imamdan özür dileyip affını talep ederek, aldığı parayı geri vermek istedi. Bunun üzerine İmam;

“Biz öyle kimseleriz ki, bizim mülkümüzden bir şey çıktı mı, onu bir daha geri almayız.” diyerek parayı kabul etmedi.

ŞEREFİ BANA GELECEKTİ!

Mehmed Es‘ad Yesârî Efendi İstanbul’da doğdu. Dünyaya vücudunun sağ tarafı inmeli (felçli), hemen hiç tutmaz bir hâlde geldiği için, yazıyı sol eliyle yazardı. Bu yüzden kendisine «solak» manasında, «Yesârî» denmiştir. Es‘ad Efendi aynı zamanda kadı idi, elinin emeği ile geçinirdi. Tâlik yazıda çok güçlü, bütün hattatlara üstünlüğü apaçıktı. Öyle ki; Şeyhülislâm Veliyüddin Efendi, onun yazısındaki benzersiz güzelliği gördükçe;

“Cenâb-ı Hak bu zâtı bizim kibirli burnumuzu kırmak için göndermiş.” dermiş. Saray-ı Hümâyun’da yazı hocalığı yaptı. 1798’de, doğuştan olan hastalığının artması üzerine bu fânî dünyaya veda etti. Fatih’te medfundur. 1791’de, yine meşhur bir Tâlik üstadı olan oğlu Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi ile birlikte hacca da gitmişti. Nice camilerde kendi yazısıyla eserleri bulunmaktadır.

***

Mehmed Es‘ad’ı babası bir gün, devrin tanınmış üstadı Veliyüddin Efendi’ye götürüp kendisine birkaç meşk vermesini rica etmiş. Fakat meşhur hattat; çocuğun inmeli hâline bakarak, onu reddetmiş. Bunun üzerine baba-oğul, bu defa devrin başka bir tanınmış hattatı Seyyid Mehmed Dedezâde’ye gitmişler. Dedezâde; baba-oğlu kırmamış, çocuğun güzel yazı yazabileceğine aklı yatmamakla birlikte eline bir meşk vererek;

“Oğlum, işte buna benzet de bana getir.” demiş. Çocuk iki ay uğraşmış, sonunda hocasına birtakım yazılar getirmiş. Bu yazılar hocasının yazısına o kadar benziyormuş ki, Dedezâde, herhâlde cam üstüne koyup oradan kopya çektiğini sanmış:

“Oğlum, bunları burada bir kere daha yaz da göreyim.” demiş. Es’ad Efendi, eli titreyerek, çabuk çabuk aynı yazıları bir kere daha yazınca Dedezâde şaşırmış kalmış:

“Bu sana Allah vergisi bir istîdattır. Sen bu yazıyı kısa zamanda başarırsın.” diyerek, yeni meşkler vermeye devam etmiş. Es‘ad Efendi, kısa zamanda icâzet alacak seviyeye gelmiş. İcâzet merasimine (1753), pek çok meşhur hattatın yanı sıra Hattat Şeyhülislâm Veliyüddin Efendi de çağrılmış.

Mehmet Es‘ad Efendi, hocaların huzurunda beş-on levha yazmış. Üstad hattat, bu yazıları bir müddet hayranlıkla seyrettikten sonra, gözlerinden yaşlar boşanırken;

”Bu çocuğun hocası olmak şerefi bana gelecekti, ama bilemedim!” diyerek hayıflanmış.

BAŞ TAVLAYA ÇEKECEĞİM!

Osmanlı Devleti’nin 19. asır valilerinden olan Es‘ad Muhlis Paşa, 1780 yılında Ankara Ayaş’ta doğdu. Ayaş Müftüsü Hasan Efendi’nin oğludur. 1806’da Kapıcıbaşı olan Es‘ad Muhlis, 1825’te paşa rütbesiyle Edirne valiliğine tayin edildi. Bir süre Adana ve Konya valiliği yaptıktan sonra, 1828-29 Osmanlı-Rus harbinin ardından bölgeyi iyi tanıdığı için Erzurum valiliğine getirildi. Kendisine vezirlik rütbesine ek olarak, «Şark Seraskerliği» unvanı da verildi. Daha sonra atandığı Sivas valiliğinin ardından, 1840’ta Halep valiliğine getirilen Es‘ad Muhlis Paşa, Musul valiliği de yaptı. 1847’de getirildiği Diyarbakır valiliği sırasında 70 yaşlarında iken vefat eden (1850) paşa, bilgili ve dürüst bir devlet adamıydı. Paşanın türbesi, Diyarbakır’da Murtaza Paşa Camii’nin bitişiğindedir.

Cesur ve iyi ahlâk sahibi bir devlet adamı olan Es‘ad Muhlis Paşa, bir merasim esnasında Sultan II. Mahmud’un arkasında atla ilerliyordu. Atı birden huysuzluk etmeye başladı. Hattâ bir ara ânîden kişneyerek sıçradı. Padişah, paşanın canının sıkılmış olduğunu düşünerek, atını durdurup başını paşaya çevirdi:

“Paşa, söyle bakalım şimdi bu atı ne yapacaksın?”

Paşanın düşündüğünü görünce devam etti:

“Merasimde ettiği haşarılığının cezası olarak ihtimal ki öldürürsün!”

Es‘ad Muhlis Paşa, soğukkanlılığını muhafaza ederek:

“Hayır Hünkârım, Onu baş tavlaya çekeceğim. Çünkü böyle bir anda şeref-i hitaba1 mazhariyetime sebep oldu!”2

1 Şeref-i Hitap: Sizinle konuşma şerefine. Tavla: At ahırı.

2 Osmanlı’dan Fıkralar ve Nükteler, İstanbul 2005, s. 62.

EVİNE YALINAYAK DÖNDÜ!

Dîvan edebiyatı, tasavvuf ve tarikatlar üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan Abdülbâki GÖLPINARLI, 12 Ocak 1900 tarihinde İstanbul’da doğdu. 1930’da İstanbul Edebiyat Fakültesini bitirdi. Konya, Kayseri, Balıkesir ve Kastamonu liseleri ile İstanbul Haydarpaşa Lisesinde edebiyat öğretmenliği yaptı. Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde İslâm-Türk tasavvuf tarihi ve edebiyatı okuttu. 1949’da kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. 25 Ağustos 1982 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Gölpınarlı’nın pek çok eseri yayınlanmıştır. Tanınmışları arasında; «Mevlânâ Celâleddin», «Mevlânâ’dan sonra Mevlevîlik», «Mevlevî Âdâb ve Erkânı» ve altı ciltlik «Mesnevî Şerhi» zikredilebilir.

***

Ünlü edebiyatçı Abdülbâki GÖLPINARLI tedavi kabul etmez bir kitap âşığıydı. Bir gün bir sahafa girdi ve çok beğendiği bir eseri almak için elini cebine attı. Fakat o da nesi? Üzerinde hiç para yoktu. Bunun üzerine kitapçıya:

“Lütfen şu kitabı benim için ayırır mısınız?” diye ricada bulundu. Fakat kitapçı kendisinin bu ricasına kulak asmadı.

Meşhur çevirmen bunun üzerine hemen dükkândan çıktı ve henüz aldığı, daha ayağına yeni giydiği ayakkabılarını satmaya karar verdi. Onları orada çabucak, ucuz fiyata sattıktan sonra kitapçıya döndü ve gözüne kestirdiği kitabı satın alıverdi.

Tabiî evine yalınayak dönme pahasına!