YÜKSEK İNSANLIK STANDARTLARI

Asım UÇAROK

Olmasa da olurlarımız…

Olmazsa olmazlarımız…

Aslında ne kadar iç içe… Ne kadar ince bir çizgiyle ayrılıyor.

İslâm fıkhının rûhuna nüfuz eden âlimlerimiz hayatın şartlarını düzenleyen fıkhî esaslarla, insanoğlunun üç hâlini alâkalı görmüşler:

Zarûretler…

İhtiyaçlar…

Ve tahsînî hususlar… Yani hayatı güzelleştiren, mükemmel bir insan ve müslüman olmanın son ayrıntıları…

Müslümanların kendi hayat şartlarını ve standartlarını kendilerinin belirlemediği son asırlarda, özellikle son madde çok darbe almakta… Nasıl olsa teferruat, nasıl olsa tafsilât, nasıl olsa farz değil diyerek tuğla tuğla medeniyetimizin duvarlarını târumar ediyoruz.

Bir misalle açalım:

Mübârek topraklara hac ve umre ziyaretine gidenler Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî civarındaki otellerde ikamet ederler. Oteller yakınlık-uzaklık ve hizmet kalitesi gibi bazı hususlar dışında hemen hemen aynıdır. Hele hepsi iç dekoratörün elinden çıkmış gibidir. Odalarda bulunan eşyalar hemen hemen aynıdır. Yani standart…

Duvarları süsleyen yağlı boya tablolar ve imitasyonları… Standart…

Banyolarda alafranga tarz tuvalet…

Standart…

Odalarda televizyon…

Standart…

Ayakkabıyla basılan halılar…

Standart…

Yemek bölümlerinde açık büfe…

Standart…

Başka yerlerde batının standartlarına mecbur olmak insanı şaşırtmaz da Mekke ve Medine’de insana yaman bir çelişki yaşatır.

Çünkü bu oteller tamamen hac ve umre niyetiyle mukaddes beldeleri ziyarete gelenler için yapılmıştır. Fakat duvardaki kıble işareti ve klozetin yanına konmuş taharet musluğu dışında, otel hizmetlerinin hemen hiçbir standardı müslümanlar tarafından belirlenmiş değildir.

Bu, insana acı gelmez mi?

Ömründe hiç açık büfe yemek yememiş, hiç alafranga tuvalete oturamamış bir Anadolu insanı, umre için geldiği yerde bunlara alışmak durumunda kalıyor.

Ziyaretçilerin zevkini okşayıp şevkini artıracak minyatür, hüsn-i hat, tezhip gibi İslâm sanatlarına büyük bir katkı sağlayabilecek iken mukaddes belde sakinlerinin parasıyla, bize ait olmayan resim sanatına imkân açılması acı değil mi?

Niçin?

Çünkü kendi yüksek standartlarımıza olmasa da olur gözüyle bakıyoruz.

Kaliteyi yabancının gözüne, eline, zevkine ve tercihlerine, yani basit standartlarına bırakıyoruz.

Kendi standartlarımızı bırakınca, başkalarının olmasa da olurları bizim olmazsa olmazlarımız oluyor.

Çünkü kendi kültürümüze sadece zaruretler seviyesinde sahip çıkıyoruz.

O hâlde nedir bizim yüksek standartlarımız?

Biz onlara edep ve âdap diyorduk.

Yemek yemenin âdâbı dediğimizde mükemmeli arayan bir müslümanın yemek yeme standartlarını kastediyorduk.

Oturma âdâbı, konuşma âdâbı, selâmlaşma âdâbı, tuvalet âdâbı, abdest âdâbı…

Osmanlı’nın ilk ıslahatlarında işe pantolon ile başlandığında, âlimlerimiz pantolon ile namaz kılınabilmesi için setreyi şart koşmuşlardı. Bugün böyle bir problemimiz yok!! Çünkü standartlarımızdan taviz verdik. Mukaddes beldelerde diğer müslüman milletlerle karşılaşmamız bize yüksek standartlarımızdan neleri kaybettiğimiz konusunda bilgi veriyor.

Üzerinde kocaman bir maymun resmi olan bir tişörtle geliyor delikanlı ve soruyor:

“Bununla namaz olur mu?”

Ecdadımız için asıl soru;

“Namazımızın daha feyizli ve huşûlu olması için ne yapmalıyım?” idi…

Namaz kıyâfete değil kıyâfet namaza uyardı…

Her şey bir müslümanın yüksek standartları demek olan âdâba uyardı. Âdâba mugayir olan bir şeye kesinlikle geçit verilmezdi. Tâhirü’l-Mevlevî’nin anlattığı gibi;

“Hatır kalsın, yol kalmasın!” denirdi.

Bugün kimlerin hatırına nelere kıydığımızı iyi bir muhasebe etmeliyiz.

Bu anlayışımızı değiştirebilmemiz için din ve din eğitimi anlayışımızı gözden geçirmeye ihtiyacımız var.

Din eğitiminde sünnet ve âdap daha vurgulu şekilde anlatılmalı. Olmasa da olur değil olmazsa olmaz noktasında ortaya konulmalı. Bir ibâdetin, bir davranışın bir müslümanca nasıl yapılacağı bütün mükemmelliğiyle ortaya konduktan sonra, hükümler sadece teknik bir tertip / sıralama olarak anlatılmalı…

Mekruh, çiğnense bir şey olmayan hafif yasaklama olarak değil; şâriin, yani kanun koyucunun, yani Allah ve Peygamberi’nin hoşlanmadığı, çirkin gördüğü şey olarak anlatılmalı.

Hayatı idâme için, yani yaşayabilmek için, hattâ kulluğu sürdürebilmek için bir miktar gıda almak zarurettir. Onu ölmeyecek derecenin üstüne, rahat ve huzur seviyesine yükseltmek ihtiyaçtır. Fakat hiç kimse bu seviyede kalmaz. Önemli olan, gerekli miktarda protein ve karbonhidrat almak diyerek tuzsuz çorba, yağsız yemek yemez. Hayatımızı âdaptan tecrit etmek de böyledir.

Bir de bina misali verirsek zaruretler kiriş ve kolonları, ihtiyaçlar tuğla ve sıvayı ifade eder. Fakat badanasız bir binada kimse oturmaz. Hattâ dikkat edilirse bir binada en çok masraf kaba inşaattan sonraki inceliklerde harcanır.

İbâdet ve muâmelâtta yani hayatta da öyle…

Cevazlar, ruhsatlar, böyle de olurlar seviyesi gide gide tükenişe götürür.

Terk edilmiş bir binanın ne kadar sağlam kolonları olursa olsun harabeye döneceği gibi…

Çünkü düşünülürse ayrıntılar da esasların uzantısıdır. Millî edep ve âdâbımız ilhamını İslâm’dan, âyet ve hadislerden almıştır. Meselâ kişinin kendinden bahsederken, bendeniz, fakir, hakir gibi zelîlâne tevâzu ifadelerini kullanması edebi, Efendimiz’in;

“–Kim o?” sorusuna;

“–Ben” diye cevap verilmesinden hoşlanmamış olmasından doğmuştur.

Yine hac ve umre için Hicaz’a giden halkımız başka milletlerin; Mushaf’ı yere koymak, Kâbe’ye veya Ravza’ya ayak uzatmak gibi davranışlarını görünce yadırgarlar. Fakat hocaların, Haremeyn’de kimseyi kınamama ikazı dolayısıyla, bu kez kendi edep ölçümüzün dinde yeri olup olmadığını düşünmeye başlayabilirler.

Hürmet gereği olan edep ölçüleri, nezâket ve zarâfette, incelikte mesafe kat ettikçe ilerler.

Milletimiz Osmanlı’nın asırlarca süren ihtişamını dahî Osman Gazi’nin Kur’ân-ı Kerîm’e hürmetine bağlamıştır.

Milletlerin edep anlayışında farklı tezâhürlerin olması tabiîdir. Sahâbe-i kiram da farklı farklı idi. Kimisi Efendimiz’e soru sormaktan teeddüp ederken, kimisi O’nun sırtındaki cübbeyi isteyebiliyordu.

Dahası edep kaideleri trafik kuralları gibi;

«Herkes uymuyorsa ben saf mıyım ki uyacağım?» diye düşünülecek esaslar değildir.

Onlar kişinin kendini bağlı hissettiği, içten gelerek riâyet ettiği ölçülerdir.

Nitekim Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri ömür boyu ayaklarını uzatmadığı gibi, mübârek naaşları da vefatlarından sonra bu ölçüyü bozmamıştır.

Haremeyn ve ayak uzatmak dediğimizde akla Nâbî’nin meşhur kıssası gelir.

Nâbî, edebe riâyeti Medine’de, kûy-i Mahbûb-i Hudâ’da şart görmüştü. Hazret-i Sâmi ise ömrü boyunca ve her yerde Efendimiz’in huzurunda idi, onun için edebe riâyeti daimî oldu.

Demek ki edep ölçüleri kalp hassâsiyeti nisbetinde değişir.

Biz Mushaf’ı yere koyarsak çok fâhiş bir iş yapmış oluruz, fakat o ölçüye sahip olmayan için iş öyle olmaz.

Türkçemizin de böyle bir cilvesi var. Türkçemiz İslâm edebiyle yoğrulmuş dünyanın en müeddep dili…

Arapça ise Cenâb-ı Hakk’ın, izzet ve celâlini ifade için çölün bağrında mûcizevî olarak geliştirdiği bir lisan…

Bazı Arapça okuyanlar, İslâmî bir eserde;

«Kāle Ömer» yazdığı görünce biraz da özentiyle;

«Ömer dedi ki» diye tercüme etmeye kalkar ve Türkçenin edebine göre edepsizlik etmiş olurlar. Çünkü o ifade Türkçeye;

«Hazret-i Ömer buyurdu» diye tercüme edilmelidir.

Dilin edep ölçüsü de budur.

Çünkü edep ölçülerine olmasa da olur gözüyle bakmak, bizi edepsizliğin bereketsizliğine sürükler.

O hâlde mânevî ve edebî standartlarımızı yükseltme gayretinde olmalıyız. Bu da küçük-büyük demeden bizim değerlerimize, edebimize, âdâbımıza kendi yüksek standartlarımıza sahip çıkmaktan geçiyor.

Çünkü Hüdâyî Hazretleri’nin türbesindeki levhanın ihtar ettiği gibi;

«Edeple gelen lütufla gider…»

Kendi yüksek görünümlü çukur standartlarını bizim mukaddes beldelerimize kadar sokma ısrarını ve başarısını gösterenler bize ders ve kamçı olmalı…