YALNIZ KALABALIKLAR
Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com
Mevlânâ diyor ki:
“Firavunla savaşmak istersin, kalbin Nemrut’la doludur. Sende bir Nemrut var. Ateşe atılmak istiyorsan, önce İbrahim ol.
Eğer şeytanın başını ezmek dilersen, gözünü aç ve gör: Şeytanın katili edeptir.”
İnsanoğlunda edep bulunmazsa o insan değildir.
Tasavvuf terbiyesinde «edep» kelimesinin önemi büyüktür. Dedelerimizin yaşadığı evlerde, duvarlarda insanları kötülüklerden alıkoyan levhalar vardı. Hüsn-i hat ile yazılan bu levhalarda; «Edeb Yâ Hû» ibaresini çok sık görürdük. Üç harfli bir kelime, her harf bir emir; «E» eline, «D» diline, «B» beline sahip ol.
Bu eğitimin içinde yetişen insanlar; hakkına râzı olur, harama el uzatmaz, adaletli olur, insanları ayırmaz, haksızlık yapmaz… Sayılamayacak kadar çok maddeler vardır.
Diline sahip olmak; küfretmemek, kötü söz söylememek, kızgınlık ânında bile sinirlerine hâkim olmak, canlı-cansız bütün varlıklarda Allâh’ın tecellîsini görüp hâlimize, davranışlarımıza, kelimelerimize, düşüncelerimize hâkim olabilmek…
Eski İstanbul hanımefendilerinin, beyefendilerinin konuşmalarını hatırlayalım:
«Lâmbayı (mumu) söndür.» denilmez. «Lâmbayı dinlendir.» denir. (Allah, kimsenin ışığını söndürmesin.)
Kişinin, kapıdan çıkarken arkasını dönmesi ayıptır. Onun için kapı dışında çıkarılan ayakkabılar, içe doğru çevrilir.
Örnekleri çoğaltabiliriz. Her hareketin içinde var olan nezaket kuralları İslâmî hayatın yaşanmasının örneğidir.
Aradan geçen zamanın içinde levhalar duvarlara asılmaz oldu. Hat ve tezhip sanatının en güzel eserlerinin yer aldığı levhalar, yıllarca unutuldu. Modern hayatın içinde modern sanatların büyüsüne kapılmıştık. Levhalarla beraber, değerli olan sözler, davranışlar da unutulmaya başladı.
Modern hayatın içinde; bağırmak, küfretmek, saygısızca davranmak, kızınca kapıyı evdekilerin yüzüne karşı vurarak kapatmak, hatır-gönül dinlememek; “Sadece ben varım, her hareketi yapmakta özgürüm, kendim için yaşamalıyım.” diyebilmek…
Sonra batılılar klâsik sanatlarımıza hayran olmaya başladılar. Zenginlerimiz yurtdışına gittikçe bu hayranlıkları gördü. Taşralı zengin sayılmak için onlar da Türk İslâm sanatlarıyla ilgilenmeye başladılar. Büyük meblâğlar vererek levhalar satın almaya başladılar. Avrupalı dostları gelirse, evlerinde ağırlayacaklar, duvarlara astıkları eserlerle övüneceklerdi. Bu sanatlar moda olmaya başlayınca; hat, tezhip, ebrû kursları açılmaya başladı. Gençler bu konuda meraklı ve becerikliydi.
Yeni moda sanatın içinde eksik olan ruhtu. Levhaları yapanların ve büyük meblâğlar vererek duvarlarına asanların ne yazık ki çoğu; «Edeb Yâ Hû» ibaresinin anlamını unutmuştu.
Fısıltıyla konuşan insanların; gülümseyen, anlamlı gözlerle bakan insanların yerini kimler almıştı? Çevremize bakalım; televizyonlardaki haberleri, oturumları, filmleri seyredelim; siyasîlerimizin, idarecilerimizin, hastalarımızın, doktorlarımızın, dâvâlıların, dâvâcıların, hâkimlerin, savcıların, annelerin, babaların, çocukların, gençlerin hareketlerine bakalım. Herkes bağırıyor, hakaret ediyor, küfrediyor; vatan, namus, şeref gibi kavramlar günlük konuşmaların içinde anlamlarını yitirmiş. İnsanlar, birbirlerinden uzak ve yalnız. Sadece bir konuda muhalifler, kızgınlar, bağıranlar, hakaret edenler birleşiyor. «Menfaat» bir zincir gibi onları kenetliyor. Menfaatler bittiği an zincir kopuyor; herkes tek başına, toplulukların içinde yalnızlığı yaşıyor.
Bir hafta boyunca yağan yağmurlar, seller, yıkılan binalar, ölen insanlar, çatılarda helikopterin gelip kendilerini kurtarmasını bekleyen insanlar…
Sel sularıyla sürüklenen eşyaları, içleri sızlamadan alıp götüren insanlar…
Tablo, ahlâkî çöküşün vardığı son noktadır.
Sorumlu kim?
«Dereler öcünü aldı!»
Mesele böylece bitti mi?
2009 yılından geriye doğru yirmi yıl gidelim. Dere yatağında, yolların içinde olan yapılaşmada kimlerin imzası var? İmza sahipleri kendilerini biliyor; belki sorumlular araştırılmayacak; ne gam! Ölenler şehid, hayatta kalanlar çektikleri eziyetler oranında mahkeme-i kübrâda imtihanlarını kolay verecekler. İmza sahiplerinin, haksızlık karşısında susanların vay hâline!..
“Türkiye’nin; dürüst aydınlara, dürüst basına, dürüst siyasetçilere ve yazarlara ihtiyacı var.” demek yeterli mi? Sorumluluk almıyorsak, ıstırap çekenlerin ateşi bizi de yakar. “Şahit ol yâ Rabbi, ben elimden geleni yaptım!” diyebiliyor muyuz?
Aç insan; «Bir lokma ekmek!», susuz kalan insan; «Bir yudum su!» diye yalvarır. Yalnızlaşan, bencilleşen, maddeye tapan insanın yalnızlığı içinde; «Merhamet!» diye yalvardığını duydunuz mu? Lüks hayatı yaşamak için sarf ettikleri gayretle ayakta kalacaklarına inanıyorlar. Onlar yalvarmasa da biz hissetmeliyiz. Toplumun tükenişine göz yumarak günaha ortak olmak mümkün mü?
Sellerin, çamurların içinden; kadınları, yaşlıları, çocukları kendi hayatını düşünmeden kurtaran kahramanlar gördük. İçimiz heyecanla doldu. Korkusuz, dürüst, menfaat gözetmeyen kahramanlar hâlâ var. Vakit geçmiş değil. Yalnızlaşan, bencilleşen insanları da bulundukları bataklıktan kurtaracak kahramanlara ihtiyaç var. Bu bir sistem işidir, eğitim işidir, devletin görevidir, demeyelim. Bir kişi bile dünyayı değiştirebilir. Heyecanlarımız, hayallerimiz, inancımızın rehberliğinde kurtuluşu hazırlayacaktır. Sessiz kahramanların hikâyelerini, örnek alınsın diye anlatalım.
Tanıdığım bir öğretmen var veya öğretmenler var. Bir lokma ekmeği yeterli bularak, maaşını öğrencilerinin eğitimine harcar. Susuz köye su getirir. Okul bahçesini cennet gibi yapar. Yetiştirilen meyveler, sebzeler satılır, okul onarılır.
Bir başhekim tanımıştım. Gecesini gündüzüne katar. Evi-ailesi, kendisi yoktur. Hastanesi ve hastaları vardır. Birkaç yıl içinde hastane, Avrupa hastaneleriyle yarışır duruma gelir.
Bir yazar, bir gazeteci tanımak isterdim. Güzellikleri yazarak insanları özendiren…
Bir avukat tanımak isterdim. Haksızlığa uğrayanların dâvâlarını ücretsiz üstlenen…
Bir politikacı, bir milletvekili, bir bakan, bir müdür, bir vali … tanımak isterdim; “Burada biz haksızız, bedeli neyse ödemeye râzıyım.” diyebilen.
Çamurların içinde can verenlerden ben de sorumluyum, demek istiyorum.
“Bir eğitimci, bir yazar olarak ne yapmam gerekiyor?”
Ramazan boyunca evlerde hatimler indirildi, televizyonlarda dînî programlar yapıldı. Ramazan sonrasında ne değişecek, aynı hayat devam mı edecek?
Kur’ân-ı Kerim bir terbiye kitabıdır. Peygamber ümmeti, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmamışsa eksiklerimiz var demektir. Dînî sohbet toplantıları eskisinden fazla yapılıyor. Örnekler canlı verilmediği için kalpleri sızlatmıyor, akılda kalamıyor. Ahlâkî eğitimde bir başka yol da; seçkin edebî eserlerden bölümler okuyarak çocuklarla, gençlerle konuşmak, tartışmak, doğruları beraberce bulmaktır.
Mehmed Âkif, işgal yıllarında evine gittiği kız kardeşinin çay ikram etmesi üzerine; «şekeri nereden bulduklarını» sorar. Halk, ekmeği karneyle alırken; bir memur olan eniştesinin evinde şekerle çay içilmesi Âkif’i üzmüş, çayı içmeden kalkmış, üzüntüsünü belli etmiştir. Romanlarımızın, hikâyelerimizin ve filmlerimizin kahramanları doğruları ve yanlışlarıyla bize tesir edecek kahramanlar olmalı.
Yazarlar, öğretmenler görevlerinin dışında çocuk, kadın-erkek, genç-yaşlı demeden küçük halk kitleleriyle beraber olmalı örnek parçalarla onların duygularına hitap edip, inceliklerin farkına varmalarını sağlamalıdır. Özgürlük, açılım, hakların verilmesi gibi kavramlarla kendimizi kandırmayalım. Ben kendi hesabıma ücret almadan bir gecekondu semtinde; kadınlarla ve çocuklarla sohbet ederek eğitim konusundaki isteğimi Üsküdar Belediyesine bildirdim.
Üç aylık bir devrenin sonunda vardığımız neticeleri yazmak isterim.
Aynı düşünceyi doğu illerimizde de uygulamalıyız. Üç yıl önce Van’a gitmiştim. Üniversiteli gençlerle konuşurken; onların ilgiye, sevgiye, güzel örneklere, okuyacakları edebî eserlere ihtiyaçları olduğunu görmüştüm. Sivil toplum kuruluşları bu konuda proje üretebilir. Onların nasihate değil, örnek eserlerden yola çıkarak sohbet etmeye ihtiyaçları var. Ahlâkî erdemlerin yerleşmesi iğne ile kuyu kazmak gibidir. Sabırla tohumu ekelim; ağaç olup meyve vermesi için zamana, emeğe ve heyecana ihtiyacımız var.