Nizâmülmülk, Gazâlî ve SÜNNÎ-İSLÂM GELENEĞİNİN MÜESSES HÂLE GELİŞİ

Ahmet MERAL ahmetmeral@yuzaki.com

Selçuklu döneminin en önemli siyasî şahsiyetlerinden birisi de hiç şüphesiz Nizâmülmülk’tür. Horasan’ın Tus şehrinde doğan Fars asıllı ünlü vezir; sadece siyasî şahsiyeti ve devlet adamlığı ile değil, aynı zamanda kurduğu eğitim kurumlarıyla da döneme damgasını vurmayı başaran önemli bir ilim adamıdır. Yaklaşık bin yıllık Sünnî-İslâm geleneğinin oluşmasında, bu geleneğin şekillenmesinde, kritik aşamalarında ve günümüze kadar ulaşmasında etkili olmuş ve belirleyici bir rol üstlenmiştir.

«Siyâsetnâme» adlı ünlü eseriyle padişahlara, üst düzey bürokratlara doğru yolu göstermiş; askerî erkâna âdil bir yönetim oluşturmaları konusunda tavsiye ve öğütlerde bulunmuştur. Medreselere çekidüzen vermiş, mevcutları yenileriyle takviye etmiş; eğitim programlarını gözden geçirerek bütün medreseleri belli bir formatta nizam ve intizam altına almıştır. İlmin ve âlimlerin himayesini bilginin yayılması için şart olarak gören büyük vezir, Siyâsetnâme adlı eserinde eğitimin kolay ve parasız olması ilkesini gündeme getirerek bu alanda da öncü bir rol üstlenmiştir.

Ona göre, eski hükümdarlar âlimlere maaş ve vazife vermedikleri için onların devlete karşı soğuk durmalarına ve zaman zaman devlete ve hükümdarlara cephe almalarına zemin hazırlamışlardır. Nizâmülmülk bu sosyolojik durumu göz önüne alarak Nizâmiye Medreselerini kurmuş, bu kurumları devlet sathında yaygınlaştırarak çevre ve ailesiyle uyumlu, mevcut hâlden şikâyetçi olmayan, devlete ve yöneticilerine itaatkâr, ehl-i sünnet anlayışına bağlı, düzgün nesiller yetiştirmeye çalışmıştır. Böylece devlet-millet kaynaşmasını gerçekleştirip devlet ve toplum yapısını sağlam temeller üzerine oturtmayı amaçlamıştır.

XI. yüzyıl İslâm dünyasında fikir ve düşünce hareketlerine göz atıldığında, artık kesin çizgilerle birbirinden ayırt edilebilen mezheplerin, taraftarlarını daha da artırmak ve müesses hâle gelmek için çabalarını iyice yoğunlaştırdıkları bir tablo gözükmekteydi. Selçukluların ve Abbâsî halîfeliğinin himayesini arkalarına alan ve referansını asr-ı saâdete kadar çıkarmayı başaran Sünnî-İslâm çizgisi; daha çok iktidarlara tesir etmeye çalışan, yararcı ve yapıcı yöntemleri benimseyen bir çizgi tutturmuştu. Bu çizgi; halkın genelinde var olan cehâleti ortadan kaldırmak, kitlelere ulaşmak, İslâm’ın mesajını anlaşılabilir bir çerçevede halka ulaştırmak ve benimsetmek gayesini taşıyordu. Bu yüce idealler uğrunda iktidarlarla doğrudan çatışma yerine, sultayı elinde tutanlarla olabildiğince iyi ve güzelce geçinmeyi; iktidarları, olduğu gibi kabul edip onları yönlendirmeye çalışmakla yetinmeyi tercih ediyordu.

Bu yöntem bizzat bilge vezir tarafından ustaca uygulandığı gibi, belli bir siyaset diline çevrilerek kendisinden sonra gelen âlimlerce de devam ettirilmiştir. Böylece bu dînî-siyasî yaklaşım Sünnî-İslâm anlayışında din-siyaset ilişkisinin oturtulduğu temel perspektif hâline gelmiştir. Nitekim Mâverdî’nin «el-Ahkâmu’s-Sultâniye”, Yûsuf Has Hâcib’in «Kutadgu Bilig» ve değişik âlimlerce kaleme alınan «Siyâset-i Şer’iyye» adlı eserler, Sünnî-İslâm anlayışının bu perspektifini doktrinleştiren ve geniş kitlelere yayan eserlerdir. Din ile siyaset arasındaki ilişkileri tanzim eden bu bakış açısı, Osmanlı Devleti dâhil hemen hemen bütün İslâm devletlerinde sünnî ulemânın devlet yöneticilerine olan temel bakış açısı olarak kabul edilmiştir.

Öte yandan İran ve Hindistan’daki eski din ve mezheplerin tesirindeki aşırı akımları bir kenara bırakacak olursak; mûtedil şiîler de bu dönemde muhalefete dayalı bir İslâm anlayışını benimsemiş, toplumda bir diğer büyük güç olarak daima varlığını korumuşlardır. Esasen gerek Selçuklularda ve gerekse daha sonraki dönemlerde İslâm dünyasının ana gövdesini ve fikrî hamûlesini, halkın hayat pratiklerini bu iki ana İslâm okulu teşkil etmiştir. İktidara yakın duran ve çoğunluğu oluşturan dengeli sünnî anlayış ile referanslarını asr-ı saâdete çıkaran fakat muhalefeti esas alan ılımlı şiîler genel kitleleri etkilemeyi ve her dönemde harekete geçirmeyi başarmıştır.

Bu iki çizginin dışında; halk arasında, ana motiflerini İslâm’dan almakla beraber Hint ve eski İran merkezli mahallî din ve mezheplerden de etkilendiği kabul edilen İsmâilîlik, Karmatîlik, Hurûfîlik ve Bâtınîlik gibi akımlar da görülmekteydi. Ancak bu gruplar kitle desteğinden mahrum marjinal gruplardı. Üstelik bu akımlar terörü benimseyen nitelikleriyle içte birliği sarsmakta, karışıklıklar çıkararak iktidarları yıpratmakta ve güç durumda bırakmaktaydı. Bu akımların gizliliğe, elâstikî ve karışık inançlara dayalı sırlı dünyalarının esrar perdesi bugün bile tam olarak aralanamamış, dolayısıyla tam olarak neyi hedefledikleri anlaşılamamıştır. Bilinen en önemli özellikleri, inanç ve anlayışlarının belli başlı İslâmî sâbitelerden mahrum olmasıdır. Esasen günümüzdeki Bâtınî-İsmâilî akımlarla ilgili çalışmalar da çelişkilerle doludur. Çoğu ansiklopedik ve bütünlükten mahrum bu bilgilerde güven duygusunu zedeleyen çelişkilere rastlanmaktadır. Meselâ; bir akım hakkında bazı notlarda âhiret inançlarının olmadığı belirtilirken bir başka notta aynı akım için bazı dînî ritüelleri nasıl icrâ ettiklerine dair bilgilere rastlanmaktadır.*

O dönemlerde eğitim kurumları günümüzdeki kadar yaygın olmadığı için bu zararlı ve tehlikeli akımlar, bazı kesimlerin fikrini çelebilmiş ve birçok insanın ifrat ve tefrit içeren bu fanatik ve tehlikeli görüşlere itibar göstermesine yol açmıştır.

Nizamülmülk, devleti ve toplumu bu akımlardan ve onları siyasî amaçlarına malzeme yapan Bâtınî-Fâtımî üslûp ve iddialarının yıkıcı etkilerinden korumak amacıyla «Nizâmiye Medreseleri»ni yaygınlaştırmaya ve bu medreseler aracılığı ile halka ehl-i sünnet anlayışının temel yaklaşımlarını öğretmeye çalışmıştır. Bu medreseler başta Bağdat olmak üzere Belh, Nişabur, Herat, İsfahan, Basra ve Musul gibi büyük şehirlerde faaliyete geçirilmişti. Şüphesiz Nizâmülmülk’ün bu medreseler hakkındaki kurucu ve yaygınlaştırıcı rolü çok büyük olmuştu.

Ancak büyük İslâm âlimi Gazâlî’nin bu medreselerde tedrisatın nasıl yapılacağı konusundaki biçimlendirici rolü Nizâmülmülk’ten de öndedir. Bu durum başlangıçta çok belirgin olmamakla birlikte zaman içinde çok daha netlik kazanmıştır. Sünnî Nizâmiye Medreseleri; Sünnet’in korunması, zühd ve takvânın yaygınlaştırılması, asr-ı saâdetin aşırılıklardan uzak İslâm anlayışının muhafazası gibi önemli görevler üstlenmişti. Öte yandan Kum, Meşhet ve Kâşan’daki ılımlı ve yapıcı şiî medreselerinin faaliyetlerine de izin verilmiş, bu medreseler de dînin temel değerlerinin korunmasında, aşırı akımların halka olumsuz tesirlerinin önlenmesinde önemli hizmetler îfâ etmiştir. Gerek Selçuklu döneminde yaygın hâle getirilen ve Sünnîliğin esas alındığı Nizâmiye Medreseleri, gerekse diğer mûtedil şiî medreseleri, İslâm toplumlarının ölçülü ve dengeli bir dindarlık anlayışı geliştirebilmesindeki en önemli etkenlerdir.

Bu medreseler olmasaydı; Ortadoğu ve Güney Asya’da yaşayan milyonlarca Müslüman’ın başta Allah, Peygamber, Kur’ân, cennet, cehennem, ehlibeyt, sahâbe anlayışı olmak üzere, temel asgarî müşterekleri oluşamaz; miras olarak bugüne çarpık, eksik, hattâ İslâm esaslarından tamamen uzak, birbirine yabancı topluluklar kalırdı. Bugün Türkiye’den Endonezya’ya uzanan İslâm toplumlarında bütün mezhep ve anlayışlarca ortak kabul edilen temel asgarî müşterekler varsa, bunda hiç şüphesiz bu medreselerin ve ulemânın bütünleştirici rolü olmuştur. Kısacası bu sebeple sapık akımlar geçmişte ârızî ve mevziî konumda kalmış, mûtedil akımlar daima esas olmuştur.

*İbrahim Agâh ÇUBUKÇU; İbâhîlik ve Bâtınîlik; A. Ü İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 1970, XVIII. cilt.