MESCİD-İ HARAM’DA TEHECCÜD NAMAZI

Dr. Naif ÖZKUL

Bir kış günü…

Ramazân-ı şerîfin, bu yıl idrâk ettiğimiz gibi uzun ve sıcak yaz günlerine değil, serin ve kısa kış günlerinde konakladığı yıllar…

Mahdum ile birlikte mukaddes topraklara, mübârek iklime gitmek nasip olmuştu. Hâtıraları tazelemek, yâd etme vesilesiyle de o rûhânî zevki yaşarcasına tatmak ve tattırmak gayesiyle, şu satırlar kaleme döküldü:

Evet, Ramazân-ı şerîfe tesadüf eden bir kış günü, fakat bir mübârek sefere zemin olmanın heyecanıyla bize bahar yaşatan bir kış günü, mahdum ile yola çıkıyoruz. Havaalanında görevli bir yakınımızın rehberliğiyle uçağa uğurlanıyor, dar ve portatif koridorlardan geçerek ön bölümde bize ayrılan mahaldeki yerimizi alıyoruz.

Allah Teâlâ’nın rahmet nûrunun, Harem-i şerif ve Rasûlü’nün Mescid-i Nebevî’si üzerine yağdığının inancı ve îmânı içinde; o Nûr’a herkesin kendi kısmet ve istîdâdına göre; kimisinin kazan kazan, kimisinin ise kepçe kepçe mazhar olabildiği şuuruyla; ben de mânevî huzura ermeyi ve affa nâil olmayı ümit ve niyaz ediyorum. İstanbul’un sisli ve bulutlu havasından sıyrılıyor; yükselerek mesafeler kat ediyor; Akdeniz ve Mısır üzerinden kum çölü ve onun oluşturduğu tepeleri seyrederek peygamberler diyarı ve uğrağı olan orta şark topraklarına giriyoruz.

Rahmetli Necip Fazıl’a bir sohbetinde sormuştum:

“–Üstad, Büyük Doğu ile neyi ifade etmek istiyorsunuz?”

“–Tabiî ki Ortadoğu’yu da içine alan bir Büyük Doğu!” diye cevap vermişti.

Açık ve güneşli havada yükselerek kum çöllerini izliyoruz. O sisli-puslu havadan sonra insana bir ferahlık veriyor doğrusu bu mukaddes beldeler…

Akşamüzeri iftar vaktinin yaklaştığı bir sırada Cidde Havaalanı’na iniyoruz. Bu arada dağıtılan hafif kahvaltı ile iftarımızı açıyoruz. Hava 20-22 derece, hafif bir bahar esintisi var. İhramlı hâlimizle tanıdık bir sîmâ arıyoruz. On dakika içinde bulamayınca Mekke’ye gitmekte olan bir taksi ile geniş caddelerin her iki tarafındaki hurma ağaçlarının arasından Cidde’yi geride bırakarak Mekke-i Mükerreme’nin yoluna koyuluyoruz. İneceğimiz menzile varıp eşyalarımızı bırakarak Harem-i şerîfin yolunu tutuyoruz. Geniş caddeler boyunca Mescid-i Haram’ı gösteren levhalar rûhumda o makamın kutsiyetini ve mübarekliğini kat be kat artırıyor. Az sonra Mescid-i Haram’ın dış kapısına varıyoruz.

İçeriye girdiğimizde önce tam teveccühle oğluma;

“Yavrum, kendin için Rabbine bol bol duâ et!” diyorum.

Aşırı dünya gāilesinden, onun getirdiği sıkıntı ve yorgunluktan katılaşan kalplerimizin tedriç ile / yavaş yavaş yumuşadığını hissediyor, bu his ve duygularla duâ ediyoruz.

Bu arada mahduma Yavuz Sultan Selim zamanında inşâ edilen, Osmanlılardan kalma sütun, kubbe ve revakları gösteriyorum. Ardından Haceru’l-Esved mahallinden tavafımıza başlıyoruz. Misk gibi kokan o şirin örtüsüyle örtülen Beytullâh’ın etrafında sürûr-i kalp ile Mevlânâ misali dönüyoruz. Yer yer elimizi Kâbe’nin güzel kokulu örtüsüne sürüyor, yüzümüze götürüyoruz. Tam Haceru’l-Esved’in hizasında avuçlarımızı ona yönlendirip istilâm ediyor yani onu selâmlıyoruz.

Bir an bile durmaksızın çağlayan binlerce, yüz binlerce müslümanın; Afrikalısı, Hintlisi, Endonezyalısı, Mısırlısı, Suriyelisi ile saf, temiz İslâm ümmetinin o temiz aşk, vecd ve istiğrak ile Mescid-i Haram’a olan muhabbetlerinden etkilenmemek mümkün değil…

Makām-ı İbrahim’de kılınan iki rekât namazdan sonra sa‘y yapmaya gidiyoruz. Fakat daha önce Zemzem kuyusuna iniyoruz, mahduma kuyunun mahallini gösteriyor ve şöyle söylüyorum:

“Birkaç bin yıldan beri, şu kupkuru, ziraata elverişli olmayan, çorak arazide bu suyun yaratılışı; Rabbimiz’in azametini, yüceliğini gösteriyor. Milyonlarca insan bu sudan içiyor, yıkanıyor ve ülkelerine taşıyor da kuyu kurumuyor. Bu ise Cenâb-ı Hak -celle celâlühû-’nün kudretini gösteriyor.”

Maalesef bugün kuyunun girişi, tavaf alanının genişletilmesi maksadıyla kapatıldı. Zemzem’in çıkış mahallini görmek artık nasip olmuyor.

Sa‘y için önce Safâ tepesine çıktık, tepenin kayalık taşları üzerine kimler ayak basmamıştır ki… Peygamberimiz’den tutun da nice büyük sahâbî ve velî zatlara kadar…

Sa‘yı da tamamladıktan sonra sabaha karşı konaklayacağımız yere vardık. Ertesi gün 23 Ramazân’a rastlayan gece iftardan sonra Harem-i şerîfe yöneldik. En üst katta Kâbe-i Muazzama’yı görecek şekilde halının üzerine yerleştik. Önce yatsı namazını, sonra teravih namazını kıldık. İmamın tatlı ve güzel sesiyle Kur’ân tilâvetini huşû ve istiğrak ile dinlerken yavaş yavaş rûhen ve kalben bir kuş gibi hafiflediğimizi, rahatladığımızı hissetmeye başladık. Namazdan sonra insan selinin akışına uyarak Harem’in dışına, çarşısına çıktık.

Vakit biraz ilerledikten sonra abdestlerimizi tazeleyerek Osmanlı revaklarının altında, Kâbe’nin tam karşısındaki uygun bir yere hemen yerleştik. Kıyam yahut teheccüd dediğimiz o tatlı ibâdet ziyafetini beklerken herkes gibi Kur’ân okumaya başladık. Saat 01:00’i bulmuştu. Harem’in lebâleb dolu olduğu, kırık kalp ile buraya gelmiş müslümanların yüzlerindeki o inşirâhı, sürûr-i kalbi görmek, hissetmek pek zor olmamıştı.

Siyah örtüsüne bürünmüş o muazzam, mehâbetli ama aynı zamanda o derece şirin ve tatlı, şerefli Kâbe…

Bir taraftan onun etrafında aşk ve vecd ile dönen müslüman seli…

Diğer taraftan aşk ve vecd ile okunan, tilâvet edilen o veciz anlamlı, ilâhî vezinli, mu‘cizü’l-beyan Kur’ân âyetleri…

Ve bunca rahmet tecellîsiyle kalplerimizin artık iyice yumuşadığının bir göstergesi olan tutamadığımız gözyaşlarımız…

Yine aynı rahmet, rükû ve secdelerle kiminin göz pınarlarından akan yaşıyla, kiminde ise mahzun gönüllerinin ağlayışıyla sezilir gibiydi.

Bu esnada Beytullâh’ın etrafında bir seyyâre gibi dolanan buhurdanın ardında bıraktığı buhur râyihasıyla müslümanlara âdeta bir ziyafet veriyordu.

Allâh’ım bizi ve bütün ümmet-i Muhammed’i Haremeyn’den mahrum etme…

Bizi Ramazân’a yeniden eriştir…

Bizi mukaddes Kâbe’ne yeniden kavuştur…

Âmîn!..