MÂNEVÎ MÜEYYİDE

İrfan ÖZTÜRK

Yıl 1963, Hozat 3. Jandarma Er Eğitim Alayında dört aylık temel eğitimden sonra dağıtım olup, karakollarda il veya ilçe jandarma birliklerinde görev yapmak üzere kur’alarımızı çekecektik. Tabiî ki her birimizin arzusu memleketimize yakın bir yere düşmekti.

Ertesi gün çok samimî olduğumuz İsmail Ağabey ile beraberdik. Ben hâfız; İsmail Bey yetişmiş, bilgili bir hoca idi. Dolayısıyla yapacağımız işleri onunla istişâre eder, ona danışır ve onun dediği şekilde hareket ederdik.

O gün İsmail Ağabey bizi çağırdı ve şöyle tembih etti:

Şimdi gideceğiz, güzelce abdestlerimizi alıp geleceğiz ve abdestli olarak kur’alarımızı çekeceğiz. Arkadaşlarımızla birlikte koğuşta güzelce abdestlerimizi aldık. Öğretildiği gibi 2 rekât hâcet namazı kıldık ve kur’aların çekildiği eğitim sahasına indik.

Kur’a çekimleri devam ediyordu. Sıraya geçtik, sıra bizim 11. birliğe geldi. İsimler okunup kur’alar çekiliyor ve nihayet sıra bize geliyor. Önümüze İsmail Hoca Ağabeyimizi aldık. Onun ismi okundu. İsmail Ağabey; «Bismillâh» deyip elini kur’a torbasına soktu. Elini çıkarıp baktığında kur’asının Diyarbakır’a çıktığını gördü. O an İsmail Ağabey’in yüz hatları değişti, âsâbı bozuldu ve -hâşâ-; «Abdestli değil de cünüb olarak bu kur’ayı çekseydim daha iyi yer çıkardı!» diyerek ve daha başka şeyler mırıldanarak yanımızdan uzaklaştı.

Çok şaşırmıştım. Demek ki insanı, böyle sıkıntılı anlarda veya menfaatinin bozulduğu zamanlarda tanımalıymış. Sıra bana gelmişti. Ben de elimi kur’a torbasına sokup;

“Yâ Rabbi, hakkımda hayırlı olan bir yere gönder!” diye kur’ayı çektim. Dikkatle baktım. Elazığ iline çıkmıştı kur’am.

Benim memleketim İzmit’ti. Pek yakın yere düşmemiştim, ama içime hiç üzülme hissi gelmedi. Allâh’a hamd edip koğuşuma döndüm. Biz üç arkadaş aynı yere gidiyorduk, sadece İsmail Ağabey bizden ayrı düşmüştü. O günden sonra İsmail Ağabey’i bir daha görmedim. Allah affeylesin.

Demek ki insanın en tehlikeli ânı, öfkelendiği anmış. Cümlemizi Allah korusun; bir anlık öfke, insanı; dinden, îmandan ve candan edebilir. Allah hepimize öfke ve sıkıntı ânında sabredip kurtulmayı nasip eylesin.

Nihayet Elazığ İl Jandarma Komutanlığına geldik. Orada ufak bir mülâkattan sonra bizi Ağın İlçe Jandarma Birlik Komutanlığı emrine yazıcı er olarak gönderdiler.

Ağın ilçesi Elazığ’ın nüfusça en küçük ilçesi idi. Jandarma karakolu yol kenarında ve ilçenin merkezi denilebilecek bir yerinde idi. Yolun hemen karşısında Cami-i Kebir vardı. Yani karakol ile cami arasında sadece bir yol vardı. Beni en çok sevindiren de bu olmuştu.

«Elhamdülillâh, hem vatanî vazifemi îfâ eder, hem de Rabbime kulluğumu kolayca yaparım.» diye sevindim. Karakola girdiğimizde karakol nöbetçisi ile karşılaştık. Adanalı olup isminin Ebûzer olduğunu söyledi. Bize;

“Burası ufak ama kültürlü bir yerdir. Âsâyişi güzeldir. Komutanımız da çok iyi. Siz yazıcı olarak gelmişsiniz, ben de santralciyim. Beraber kalacağız.” dedi.

Ebûzer güzel bir insandı. Sîmâsı güzel, sözleri hikmetli, davranış ve tavırları edepli idi. Hâli tam bir Kur’ânî güzellik sergiliyordu. Akşam oldu, yatacaktık. Yataklar altlı-üstlü ranzalardan oluşuyordu.

Ebûzer, benim hâfız olduğumu öğrenmiş olacak ki, ben;

“Ebûzer abi, siz üstte yatın, ben altta yatayım…” diye teklif ettiğimde;

“Hayır hocam, siz hâfızsınız. Allâh’ın kelâmını ezberlemiş bir insansınız ve canlı Kur’ân’sınız. Benim dedem hâfızlara hürmet eder, hâfızları başköşeye oturtup onlarla sohbet etmeyi ve onlardan Kur’ân dinlemeyi çok severdi ve bana; «Hâfızlara abdestsiz el sürülmez oğlum, dikkat et!» diye tembih ederdi. Şimdi burada ranzanın üstüne çıkıp bir hâfızın üzerinde nasıl yatabilirim. Siz buyurun!” dedi ve bana üstte yer verdi. Ben de bu İslâmî hassâsiyetinden dolayı kendisine teşekkür ettim. Günler geçip gidiyor, biz de günlerimizi sayarak bir an evvel terhisimizi bekliyorduk.

Karakolumuza bitişik denecek kadar yakınlıkta bir manifatura (kumaşçı dükkânı) vardı. Bu dükkân, Celâl APAK Amca’ya aitti. Celâl Amca; cömert, sakin, fazla konuşmayan, devamlı tefekkür hâlinde, gözleri yaşlı, merhametli… daha nice nice güzelliklere sahip, kâmil bir müslümandı. Onun o güzel hâline hayran kalır, boş kaldıkça dükkânına varır, sohbetini dinlerdim. Bir defasında kendisine;

“Celâl Amca, siz bu güzelliği nereden alıyorsunuz?” diye sormuştum. Celâl Amca veciz ifadeleriyle uzun uzun anlattı. Ben de size nakledeyim:

Bak yavrum, güzellik sîmâ ile değil, kişinin yaptığı iş ile olur. Onun için insanın kendini terbiye edecek birine ihtiyacı vardır. Bende gördüğün bu güzellikler bana ait değil, beni terbiye edene aittir. Biz; Rasûlullâh’ın güzel ahlâkıyla ahlâklanmak, iyi bir insan, daha doğrusu iyi bir müslüman olmak, Allâh’a ihlâsla kulluk etmeyi öğrenmek için kâmil bir zâtın terbiyesine girdik. İnsan; terbiyeyle güzelleşen, himmet ile olgunlaşan, ihlâs ile kemâle eren, muhabbetle vuslata ulaşan, teslîmiyetle sükûna eren, sabırla kişiliğini bulan, edep ve sünnetle ziynetlenen, takvâ ve hayâ libâsıyla örtünen bir varlıktır. Yani insan bu vasıflarla insan olur.

Yirmi sene evvel fakiri görseydiniz, benden hoşlanmaz, belki de benimle konuşmayı bile istemezdiniz. Çünkü o zaman herkesin ayağına batan bir diken gibi idim. Şimdi, verilen eğitimle herkesin ayağına batan dikenleri çıkarıp yarasını tedavi etmeye çalışıyorum. İşte bu hâl, Rasûlullâh’ın güzel ahlâkının bizlere yansımasıdır.

Bizim bir sohbet kitabımız var. O kitaptan sohbetler okuruz. O kitap, yaralı hastaya ilâç veren doktor gibi bizi tedavi ediyor.

İlk sözü;

İki adımdurur derler bu râhın zîr u bâlâsı:
Biri nefse kadem basmak, biri sultâna ermektir.

Terbiyesinde bulunduğumuz hocamız Osman Bedreddin Hazretleri’dir. Halk, İmam Efendi diye tanır. Allah ondan râzı olsun.

Dersim İsyanı’nın olduğu sene idi. Hareketli günler yaşanmakta idi. Osman Bedreddin Hazretleri Elazığ’ın bir semtinde irşadına devam etmekte idi. Askerî erkândan birkaç subayın dikkatini onun evinin önündeki kalabalık çekmiş ki, birbirlerine sorarlar;

“–Bu evde ne var?” diye.

Birisi;

“–Bu evde bir Allah dostu varmış; yanına gelenleri irşad eder; millete, memlekete faydalı birer insan olmalarını sağlıyormuş.” deyince içlerinden biri;

«Öyleyse ben de gideceğim.» deyip onlardan ayrılıp hazretin evine gider, fakat sarhoştur. Çünkü şâribu’l-leyli ve’n-nehâr yani gece-gündüz içen birisidir.

Ev sahibine, hazretin nerede olduğunu sorar. Ev sahibi çok korkar, fakat çaresiz hazretin odasını gösterir. Komutan içeriye paldır-küldür girer ve sert bir sadâ ile;

“–Efendi Hazretleri, Efendi Hazretleri!..” diye seslenir. Hazret;

“–Buyur evlâdım, buyur yavrum!..” diye çok yumuşak bir sesle cevap verir.

“–Ben de sana intisap edecek ve senin müridin olacağım, fakat üç şartım var. O üç şartıma rağmen beni kabul edersen!..”

“–Buyur evlâdım nedir, üç şartını söyle!”

“–1. İçki içerim, ondan vazgeçemem.

2. Kumar oynarım, ondan vazgeçemem.

3. Bir dostum vaz, onunla ilişkim devam ediyor, ondan asla vazgeçemem…”

“–Peki yavrum, o üç şartına rağmen seni müridliğe kabul ediyorum. Ancak benim de bir şartım var!”

“–O şartı söyler misiniz yâ hazret!”

“–Yavrum, işleyip terk etmek istediğin o üç şeyden herhangi birini işleyeceğin zaman bu fakiri hatırlayacaksınız.” diyerek kendini işaret eder ve gereken konu ile ilgili şeyleri telkin ederek;

«Seni Allâh’a emânet ediyorum.» der.

“–Tamam.” diyerek hazretin elini öpen komutan, arkadaşlarının yanına döner. Arkadaşları askerî gazinodadırlar, oturup durumu anlatır. Arkadaşları kahkaha ile gülüşüp alay ederler.

Derken, masaya oyun kâğıdı gelir. Kâğıtları ellerine alırlar. Komutan oyun kâğıdına elini uzatırken ânî bir cezbe hâli gelir ve bağırır;

“–Kaldırın, kaldırın bunları. Efendi Hazretleri karşımda oturuyor, onun karşısında ben nasıl kumar oynarım, kaldırın!” diye bağırıp oradan ayrılır. Arkadaşları bu hâle bir mânâ veremezler;

“–Herhâlde çok içmiş, sarhoşluk beynine vurmuş!” derler.

Komutan bu hâl ile eve gelir ama dalgındır. Eşi; yemeğini, masasını, içkisini, her şeyini hazırlamıştır. Eşini yemeğe çağırır. Sofraya gelip oturan komutan; karşısında duvarda sâbit bir noktaya bakar, bakar ve hanımına seslenir;

“Kaldır şu içkili sofrayı önümden, efendi hazretleri karşımda oturuyor!” deyip sofrayı tuttuğu gibi tersyüz eder. Her şey dökülmüş ve kırılmıştır. Zavallı hanımı bir kenara oturup;

“Eyvah, eşim kafayı bozmuş! Allâh’ım bu zamana kadar çektiğim çileler yetmiyormuş gibi bu da mı başıma gelecekti?” diyerek ağlamaya başlıyor. Beş vakit namazını kılan; hayâ, iffet duygularıyla bezenmiş hanımının bir köşeye yığılmış «ah» edip durduğunu gören komutan, daha fazla dayanamayıp evi terk eder.

Hanımı büyük bir teslîmiyet ve sabırla ortalığı toplar, temizler, kırılan eşyaları kaldırır ve akşam namazına durur. Namazdan sonra derûnî bir «ah» çeker;

“Allâh’ım şu kadar sene sabrettim, her türlü çileye göğüs gerdim. Her akşam içip sarhoş vaziyette sana isyan eden birine; «Kocamdır, itaat etmezsem Sana isyan etmiş olurum.» diye fütur getirmeden hizmet ettim. Ne olur yâ Rabbi, eşimin gönlüne hidâyet güneşi doğsun. Nimetinin tamamını vermek sûretiyle beni zulmünden kurtar. Tahammülüm kalmadı ey çaresizlerin çaresi Allâh’ım!..” diye secdeye kapanır. Secde ama öyle bir secde ki!..

Komutan gece vakti evden ayrılır ve dostunun yanına gider. Şeytanın ve nefsinin etkisiyle komutan, dostu ile ilişkiye girmek ister. Fakat sahibi görülmeyen bir el aralarına girerek bir ona vurur, bir dostuna… İkisi de sırtüstü yere yıkılırlar. Komutan hemen kalkar ve dostuna;

“Ahlâksız kadın, senelerdir beni perişan ettin. Bir daha sana gelmemeye Rabbime söz verdim. Bundan sonra nefsime isyan, Rabbime secde edeceğim!” der.

Gecenin saat üçünde sokaklara düşüp hazreti aramaya koyulan komutan, hazretin bulunduğu eve gelir. Ev sahibi; bir Allah dostu evimde misafir, diye sabaha kadar uyumamıştır. Komutanın geldiğini görünce korkar ve heyecanlanır.

Ev sahibinin korktuğunu anlayan komutan, ev sahibine;

“Korkma! Allah’tan korkan başka şeyden korkmaz!” diyerek hazretin bulunduğu odayı sorar. Komutan dünkü gibi değildir. Dün bağıran-çağıran komutan bugün çok sessiz ve edeplidir. Kendisine hazretin bulunduğu oda gösterilir. Dün odaya paldır-küldür giren kişi bugün edeple ellerini bağlamış kapıda içeri girmek için bir işaret beklemektedir.

Ne olmuştur bu komutana, dünkü kaba insanı bu hâle getiren nedir?

Hafifçe kapıyı tıklatır, ses gelmez. Biraz daha bekler, yine ses gelmeyince kapıyı hafifçe iter, bakar ki Hazret namazda… Allah dostları o saatte uyumazlar ki…

Komutan içeri sessizce girip kapının yanında el bağlayıp beklemeye başlar. Hazret namazı bitirir, selâm verip başını sol tarafa çevirir çevirmez;

“Yâ oğlum! Elimi görmedikçe dostundan vazgeçemedin değil mi?!.” deyince komutan, dostuyla kendisinin arasına giren mânevî müeyyidenin, hazretin eli olduğunu anlar ve ayaklarına kapanır. Artık şartlara bağlı bir mürid değil; bilâ kayd u şart gerçek mürid olma nimetine kavuşmuştur. Bununla da kalmamış hazretin bütün sohbetlerine katılmış, onları kayda geçirip; «Gülzâr-ı Sâminî» diye bir sohbet kitabı meydana getirmiştir.

İşte sohbetlerde okumaya ve anlamaya çalıştığımız kitap bu kitaptır. Bende gördüğünüz güzellikler de bu kitabın meyveleridir.

İşte Celâl Amcamızın anlattıklarını hep beraber okuduk. Allah cümlemize mânevî hicretler nasip ve müyesser eylesin.

Ey kardeş! Sen de hemen mânevî bir müeyyide bul, bir kâmil mürşide mürid ol ki onun terbiyesiyle insân-ı kâmil olasın. Allâh’ım bize de mânevî hicretler nasip eyle ve bizi sevdiklerine dost eyle yâ Rabbi!

Not: 23 Mayıs 1964’te Celâl APAK Amca’nın dükkânındaki sohbetinde dinlediğim gibi kaleme alındı. Celâl Amca’yı hürmetle selâmlıyor, ellerinden öpüyorum.

Müslüman, dikkatli ol
Nefse kaptırma postu
Ya Allâh’ın dostu ol
Ya da dostunun dostu.

(Gülzâr-ı İrfan)