Hayat Notları
HAYAT SERMAYESİ

Ahmet ZİYLAN

İnsanın en mühim sermayesi bilgi…

Öğrenci, işadamı, hoca, öğretmen… fark etmez. Hepsinin en mühim malzemesi bilgi. Unutulmuş değil, hâfızada duran bilgi…

Bilgi sahibi insana herkes hürmet eder. Herkes, bilgili kişileri takip etmek ister. Bu sebeple insanları çekip çevirecek, lider vasıflı, eğitici vasıflı kişilerin çok yönlü bilgisinin bulunması gerekir. Dayımın askerlikte başından geçen bir hâtırası vardır:

Dayım askerde çavuşmuş. Yüzbaşı, erlere dermiş ki:

“Antepli ne yapıyorsa siz de onu yapın, zarar etmezsiniz!”

Bir gün dağda giderlerken bir fıstık ağacı görmüş dayım. Fıstık ağacını çok yerde bilmezler. Antep’te var ya. Fıstığın aşılanmamışına melengiç (çitlembik) deriz. Taneleri küçük küçük olur, kahvesi de yapılır. O melengiç aşılanınca fıstık olur. Dayım onu görünce toplamaya başlamış. Herkesin ilgisini çekmiş; acaba niye topluyor? Komutan demiş ki:

“O Antepli ne yapıyorsa siz de yapın! Ne topluyorsa siz de toplayın, o boşuna bir iş yapmaz!”

Komutanı böyle söyleten nedir?

Dayımın hayat tecrübesi, bilgisi, görgüsü… Daha askere henüz gelmiş adamın ne tecrübesi olur, demeyin. Dayım altı yaşında işe başlamış. Altı yaşında hayata atılmış; sanayiciliğe, esnaflığa başlamış. Şimdi öyle değil ama eskilere bakıyorum; hepsi altı yaşında işe başlıyorlardı. Altı yaşından beri bir sürü hikâyelerle, hâtıralarla yetişiyorlardı. İşte bu şekilde yetişmiş bir adam olan Salih Çavuş’u askerler bilge bir adam olarak kabul ediyor. Komutanı bile; «O yapıyorsa bir bildiği vardır.» diyor.

Fakat yolda bir başka hâdise olmuş. Bandırma’dan mı nereden bir deniz kenarına gelmişler. Demişler ki:

“Şurada soyunup bir yıkanalım, asker yıkansın, ortalıkta kimse de yok!” Herkes soyunmuş, denize girmiş. O da soyunmuş, denize girmiş. Antep’te şöyle küçük bir dere var, başka bir şey yok. Dolayısıyla Antepliler yüzme bilmez. Salih Çavuş da yüzme bilmiyor.

Bu sefer askerler;

“Yahu Salih Çavuş yüzme bilmiyor, bizim gözümüzde büyüttüğümüz adama bak, yüzme bile bilmiyor…”

Karadenizli için, İstanbullu için yüzme çok basit bir şey. Onların en basit gördüğü şeyi çavuş bilmiyor. Bilmesi lâzım. Bilmiyorsa da hiç denize girmemesi lâzım.

Dayım diyor ki:

“Takke düştü, kel göründü!”

Demek ki, toplumun önünde olan kişilerin, beklentileri karşılayacak şekilde bilgi ve tecrübe sahibi olması gerekiyor.

Fakat öyle olmuyor. Dayımın suya girdiği gibi, kimileri de bilmediği, bilgi-tecrübe sahibi olmadığı mevzularda konuşuyor. Kimilerini görüyoruz, uzatılan her mikrofona açıklama yapıyor. Atlıyor.

Sonra da komik durumlara düşüyorlar. Adam tarihten bahsediyor. Tarihi bilmediği için II. Bâyezid diyor, Yıldırım Bâyezid’i anlatıyor.

Menkıbe anlatacak, şahısları karıştırıyor.

Hele kimileri yanlış fetvâ veriyor.

Bilen dudak büküyor. Gözünden düşüyor. İlgisi-alâkası kesiliyor. Çünkü insan; ahlâkıyla, duruşuyla olduğu gibi, bilgisiyle ve tecrübesiyle de şahsiyet sergileyebilen kişilere hayran olur, onlara tâbî olur. Gözünden düşerse; «Benim bildiğimi bilmiyor.» derse yanında durmaz çeker gider.

İnsan, bilgi ve tecrübe dağarcığını doldurmaya bakmalı ve bilmediği bir mevzua da dalmamalı. Nasılsa cemaat bilmiyor deyip de bilmediği denizlere açılırsa boğulur.

Tıpkı şu hikâyedeki Urfalı mevlidhanlar gibi:

Urfalılar çok makāmat bilir. Babam da biraz ud çalmış olduğundan makamlardan anlardı. Bir gün Urfalı bir grup mevlidhan Antep’te bir mevlide gelmişler. Bir makamdan başlamışlar, oradan bir başka makama geçmişler, oradan bir başka makama… Mevlidin sonunda babam dayanamamış, demiş ki:

“Yahu, mevlid böyle mi okunur, şu makamdan başlayacak, oradan şuna geçecektiniz. Siz Urfalılar makāmâtı iyi bilirdiniz. Urfalılar hiç böyle bir şey yapar mı, niye böyle yaptınız, bu böyle olmaz ki!”

Urfalılar şaşmış kalmışlar;

“Antepliler makāmat bilmez sanırdık. Nasıl olsa bilmiyorlar diye sıradan geçtik. Söylediğin doğru, Urfa’da bu yaptığımızı yapsak gerçekten bir daha okuttururlar. Ama nasıl olsa Antepliler bilmez diye böyle yaptık, affedin.” demiş, özür dilemişler.

Demek ki karşındaki bilmiyor sanarak bilmediğin mevzulara cür’et edersen, biri; «Hoop!» diye bir hatanı yakalar. Herkesi bilmiyor gözüyle görmemeli.

Okumalı… Öğrenmeli… Yazmalı… Bilmiyorsan da susmalı…

Arkadaşımız Âdil ÖZTEKİ-N’in babası anlattı:

Kendisi Arabistan’da hadîs-i şerif alanında ihtisas yapıyor. Bir gün bir mecliste, ismi lâzım değil, televizyonlara çıkan, kitaplar yazan bir hocanın konuşmasına rast geliyor. Adam başlıyor, hadis diye bir söz anlatmaya… Ama hadis değil, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e düpedüz bühtan/iftira ediyor. «Burada susmak bana yakışmaz!» diyor ve;

“–Sayın hocam, siz bir hadis anlattınız. Malûm; hadis aktarırken râvîleri, kaynağı, kimden rivâyet olunduğu da söylenir. Siz bunları söylemediniz. Ben hadisler üzerinde bir hayli çalıştım, biraz bilirim. Bana Efendimiz’e ait bir söz gibi gelmedi. Ama iddia etmiyorum, benim bilmediğim hadisler de olabilir. Siz bu hadîsin kaynağını, senedini söyleyin. Ben de araştırayım, bulayım, ikna olayım.”

Kibarca soruyor. Öyle ya, o da bütün hadisleri bilemez, varsa bir kaynağı öğrenmiş olacak.

O hoca olacak adam;

«Ben bunu duydum, söyledim ama ben de tam bilmiyorum. Araştıralım, sen de araştır.» diyeceği yerde, lâfı değiştiriyor;

“–Ben senin ta kapıdan girerken itirazcı olduğunu anlamıştım.” diyor. Yani kalbini okumuş! Bu sefer Âdil’in babası kızıyor, nezâketi bir tarafa bırakıyor:

«Delili olmayan bir şeyi hadis diye söylemek çok yanlış, Allah Rasûlü;

“Bana bile bile söylemediğim sözü isnad eden cehennemdeki yerine hazırlansın!” buyuruyor. Sen Efendimiz’e iftira ediyorsun, bir de seni nazikçe ikaz edene terbiyesizlik yapıyorsun. Böyle bir hadis yoktur, olduğunu da tahmin etmiyorum!»

İş büyüyor, hoca geri adım atmıyor. Tatsız bir şekilde meclis dağılıyor.

Bilmiyorsan «Bilmiyorum» demeyi de bilmen gerekir. İlim ehlinin en büyük tehlikesi gurur-kibir…

Bilmeliyiz ki ömrümüz ilim tahsiliyle geçse, yine de bütün bildiklerimiz, Allâh’ın ilmi karşısında deryadan bir damla mesâbesinde…

Hani meşhur kıssada Hızır -aleyhisselâm- Hazret-i Musa’ya gösteriyor:

“İlm-i ilâhî karşısında bütün insanlığın ilmi; bir serçenin, denize daldırdığı gagasında kalan damla kadar…”

Düşünsek o da Allâh’ın bildirdiği ilim…

Vaizlerin vaazlarına başlarken okudukları bir âyet var: Meleklerin Cenâb-ı Hakk’a seslenişi:

“Sen’in öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok!”

Verdiğini, öğrettiğini de alıverse alıyor. Unutturuyor, bunatıyor, mecnun ediyor, sıfırlıyor…

O hâlde kibre hiç lüzum yok!

Yine babam anlatırdı. İbretli bir hikâyedir:

Kuşadalı lakabıyla bilinen âlim bir zat, İstanbul’a şeyhülislâmı ziyarete gelmiş. O zaman telefon yok, faks yok, e-mail yok!.. Randevu alma imkânı yok. Görüşmek istiyor ama nasıl? Meşîhat dâiresine, şeyhülislâmın makamına varıp, kendisiyle görüşmek istediğini bildiriyor. Anadolu’dan gelmiş bu zâtın, belli ki kılık-kıyafetini de bir şeye benzetemiyorlar, içeri almıyorlar. «Kimsin, necisin?» sorguya çekiyorlar. Oyalıyorlar.

O da kızıyor, palas-pandıras dalıyor içeriye…

Rahlesinin başında, makamında oturan şeyhülislâm kapısındaki bu patırtıya kızıyor;

“–Niye geldin, ne istiyorsun, niye paldır-küldür içeriye daldın be adam?!.” diyor.

Kuşadalı da;

“–Ne isteyeceğim! Bir şey istediğim yok, sen şeyhülislâmsın, senin kapın halka açık olmalı, fakat kapıyı bize kapatıyorlar, dâvâ bu! Beni içeriye almak istemediler, ben de böyle girdim!” diyor.

Şeyhülislâm yüz vermiyor;

“–Pekâlâ ne istiyorsun?”

“–Bir sorum var.”

“–Neymiş sorun?”

“–Allâh’ın ilmi mi çok, bütün insanların ilmi mi çok? Onu öğrenmek istiyordum.”

Şeyhülislâm bir şey söylemeden, yan tarafında duran kâğıtlardan birini alıyor, önüne koyuyor. Sonra bir bıçakla kaleminin ucunu yavaş yavaş bir güzel sivriltiyor. Sonra iğne ucu hâline gelmiş kalemiyle kâğıda bir minicik nokta koyuyor. Öyle küçük ki belli-belirsiz…

“–İşte, -lâ teşbih ve lâ temsil- şu kâğıt Allâh’ın ilmi; bu nokta da bütün insanların ilmi…” diyor.

Bu sefer Kuşadalı bir kaşını kaldırıyor ve;

“–Pekâlâ sen de bu kulların içinde olduğuna ve en bilgeleri de sen olduğuna göre kendi payını göster.” diyor.

Şeyhülislâm elbette âciz kalıyor. O incecik noktadan neyi nasıl ayırsın da göstersin!

Sonra insanların en bilgesi olsa ne olur?

Hiç.

İşte cevap:

İnsan hiçliğini bilmesi lâzım.

Fakat şeyhülislâm yine ehl-i irfan bir adammış ki bu hikmetli sual karşısında muhatabının, ilim ve hikmet ehli bir adam olduğunu anlıyor. Hemen ayağa kalkıyor; tanışıyor, helâllik istiyor. Dersini de almış oluyor.

Kim olursan ol, allâme de olsan, senden daha iyi bir bilen var.

Allah var!

“Ben biliyorum!” deme.

Başkası der:

“Hâfız efendi nasıl da okuyor. Mâşâallah hoca her şeyi biliyor…” filân.

Onu câhil-cühelâ söylesin.

Fakat sen bilmediklerini düşünerek daha ne kadar da bilmediğin mevzu olduğunu gör.

İnsan; ilimde derinleştikçe, bilmediklerinin çokluğunu görür. Gerçek âlim, kendini ilim fakiri sanır.

Ama câhil; bir kelime öğrenir, onun etrafında döner durur, kendini âlim sanır.

Daha neler ve nelerden habersizdir amma cehâletini de bilmez. Câhil, câhil olduğu için hoş görülür. Ama bir âlime; kibir, gurur yakışmaz.

İnsanın bilmemesi ayıp değil. «Bilmiyorum.» demek de ayıp değil.

Hülâsa, ilim sermayesi herkese lâzım.

Ben sanayicilikten, ticaretten gelmiş bir adamım. O yüzden ticarete koyuyorum. Sermaye diyorum. Hayat ilimle bir sermayeye dönüşür.

Sermaye denince akla para gelir, mal gelir. Hayır, en mühim sermaye, bilgidir, tecrübedir, sanattır, maharettir.

Vaktiyle bir eşkıya, bir sanatkârın yolunu kesmiş, üzerinde ne varsa gasp etmiş. Fakat bakmış ki, sanatkâr oralı değil, gayet rahat…

“–Hayrola.” demiş, “Bütün malını, sermayeni kaybederken niye bu kadar rahatsın?”

Sanatkâr;

“–Hayır.” demiş, “Sen benim en kıymetli altın bileziklerimi alamadın. Benim sermayem bileklerimde duruyor! O yüzden rahatım!”

Eşkıya hışımla sanatkârın kollarına, bileklerine bakmış ama, bir şey yok! Öfkeyle bağırmış:

“–Sen benimle alay mı ediyorsun! Nerede imiş altın bileziklerin?”

Sanatkâr aynı rahatlık içinde cevaplamış:

“–Bileğimdeki altın bilezikler, benim ustalığımdır, maharetimdir, hünerimdir, bilgimdir, tecrübemdir. Ben o sermayelerim oldukça Allâh’ın izniyle bu gasp ettiklerin gibi nicesini yine kazanırım!”

Ben de o sermayeyi soruyorum:

Hoca isen söyle;

Hâfızanda kaç tane âyet-i kerîme var?

Kaç tane hadîs-i şerif var?

Namaz dense, oruç dense, faiz dense…

Tıkır tıkır okuyabilir misin?

Öyle yarım yamalak değil. Tam olarak bildiğin.

Heybende ne varsa işte bütün sermayen odur.

Yarın kitaba bakarak vaaz edemezsin, kitaba bakarak bir soruya cevap veremezsin. Verirsin de suya giren Antepli Çavuş gibi bütün tesirin uçar gider.

Yakalandın, bilmediğin bir soruya muhatap oldun. O zaman da; «Bilmiyorum.» demeyi bilmen lâzım, tevâzu sahibi olman lâzım. O da ayrı bir maharet…

Dağarcık diyorlar ya; aklında olmalı, kalbinde kayıtlı olmalı.

İşadamı isen var mı tecrübelerin? Hayat sende hangi izleri bırakıp geçti? Hangi hâdiseden hangi dersi çıkardın? Neyi hayata bir not olarak kaydettin? Ustalarından, çalışanlarından, müşterilerinden, ortaklarından, dostundan-düşmanından neler kaldı? Tecrübe için de yaşamış olmak yetmez, kaydetmek, yorumlamak, değerlendirmek lâzım…

Sonunda da hiçbir şey bilmiyormuşçasına bir hiçlik, bir mahviyet… O da öğrenilmesi gereken bambaşka bir bilgi… Daha doğrusu irfan…

İşin özü, bilginin ve tecrübenin; başı gayret, sonu tevâzu…

Başarabilene ne mutlu!..