DEHÂ VE MÂNEVİYAT

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Dillere pelesenk olmuş, yeni tabirle klişeleşmiş; yani üzerinde doğru-düzgün düşünülmeden tekrarlanan bir söz var:

“Her şeyin başı eğitim.”

Esasen çok mühim bir hakikatin ifadesi olan bu sözü, her kesimden insan kendi maksadı için söylüyor. Hattâ öyle ki bazen «eğitim» kelimesi, esas maksadının tam aksi mânâda; yani ilim, irfan, edep ve terbiye ile irtibatlı olan «maârif» kelimesinin karşılığı değil; neredeyse zıddı olarak da kullanılıyor. Bazı basın-yayın organlarında; çocuk ve gençlerimizi kendi değerlerimizden koparmak isteyenlerin hep eğitimden dem vurduklarını görüyoruz. Bu kesimler; dînî geleneklerimize bağlı bir hayat sürmekte olan halkımızın çocuklarını tesir altına alıp, kendi ideolojilerine göre yetiştirme çabalarını, eğitim adı altında meşrûlaştırmaya çalışıyorlar.

Nitekim geçtiğimiz aylarda; çağdaş hayata ve modern eğitime destek verdiği ileri sürülen bir vakfın, burs ve yurt imkânı sağladığı gençleri millî ahlâkımıza aykırı bir hayat tarzına yönlendirdiği haberi, gündemi işgal etti.

Zaten bu kesimin basın-yayın kuruluşlarının özendirdiği hayat tarzı, nefsânî arzulara gayet uygun geldiği için; nefsâniyetin en taşkın zamanı olan gençlik dönemindeki çocuklarımızın bu telkinlere kapılması gayet kolay olmakta. Nitekim yılbaşında bir öğrenci evindeki gaz sızması sonucu meydana gelen ânî ölümler; kızlı-erkekli bir grup çocuğumuzun geceyi nasıl geçirdiğini, gözler önüne sermekteydi. Son derece üzüntü verici bu manzara akl-ı selim sahibi bütün insanları derin düşüncelere sevk etti:

“Acaba eğitim anlayışımız, eğitimin maksadına ne kadar uygun?”

Gençleri modern bir zihniyete sahip olarak yetiştireceğiz diye hususî bir gayretle millî şuur, ahlâk ve mâneviyattan uzaklaştırmak; talim ve terbiyenin müterâdifi / eş anlamlısı olarak kullanılması teklif edilen «eğitim» kelimesinin rûhuna acaba ne kadar uymaktadır?

Acaba his ve arzuların akıl ve vicdana galip olduğu gençlik çağında; mânevî bağları koparılıp ahlâkî terbiyeden mahrum bırakılarak ve hattâ ahlâksızlığa teşvik edilerek yetiştirilen bir nesil; gerçek mânâda eğitilmiş olmakta mıdır?

Bir milletin en büyük serveti olan gençliği; arzuların peşinde koşan, üç kuruş menfaat ile kolayca avlanabilecek, her türlü amaç için kullanılabilecek hattâ kendi milletinin aleyhinde faaliyetlerde piyon olabilecek şekilde yetişirse, bunda o millete fayda mı gelir yoksa zarar mı?

Böyle bir eğitim anlayışıyla yetişen nesil; bırakın milletine faydalı olmayı; kendi şahsî hayatına bile faydalı mı olur, yoksa zararlı mı?

Üstelik ne yazık ki mânevî terbiyeden mahrum bir şekilde yetiştirilen gençlerimizin sayısı, hususî bir çabayla açılmış bu yurtlarda yetişenlerle sınırlı da değildir. Günümüzde ailelerin de büyük çoğunluğunun «eğitim» denilince aklına gelen tek kaygı, birtakım sınavlarda alınan puanlardan ibarettir. Çünkü çocuklarının eğitim kurumunu seçerken birçok ailenin en fazla tesir altında kaldığı his, «dünyevî gelecek kaygısı» olmaktadır. Bu sebeple anne ve babalar, çocuklarının eğitimine yön verirken ileride parlak bir unvan ve dolgun bir maaş almasını sağlayacak parlak bir tahsili hedeflemektedir. Bu durum da çocuklarımızın mânevî eğitiminin ya hiç gündeme gelmemesini ya da sürekli ertelenmesini beraberinde getirmektedir. Oysa aileler çocuklarının mânevî eğitimini önemsememekle, farkında olmadan onların zekâ gelişimini de olumsuz etkilemektedirler.

Evet, yanlış okumadınız; çocuklarımızın mânevî eğitimlerinin yetersiz olması; onların zekâ ve dehâlarını geliştirmeleri, yönlendirmeleri ve ortaya koymalarını engellemektedir. Birçok insan farkında değildir; ama aslında eğitimin amacına ulaşmasında mânevî his ve endişelerin çok önemli etkisi vardır.

Psikoloji ve eğitim bilimlerinde yapılan araştırmalar göstermektedir ki, çocukların zekâ gelişiminde ve yeteneklerini ortaya koymalarında “duygusal zekâ” denilen türde mânevî kuvvetin büyük önemi vardır. Şimdilerde motivasyon denilen; kendini ve başkalarını şevke getirme; tutkulu, coşkulu, inançlı ve ümitvâr olma hâli; hayata, his ve heyecan uyandıran bir mânâ getirmekle ve bir gayeye sahip olmakla doğrudan doğruya alâkalıdır.

Yapılan araştırmalara göre insanlık tarihinde iz bırakmış ve dâhî diye yâd edilen kişilerin pek çoğu testlerle ölçülen zihnî zekâ bakımından ortalama veya biraz üzerindedir. Hattâ bazılarının eğitim hayatlarında pek başarı gösteremedikleri de bilinmektedir. Ancak dâhîce denilen işler başarmış bu kişilerde en fazla ayaklı hesap makinesi veya yürüyen ansiklopedi diyebileceğimiz parlak öğrencilerde bulunmayan özel bir ruh hâli vardır. Bu sebeple birçok mütefekkir ve araştırmacı artık dehânın bir zekâ seviyesi değil bir kişilik özelliği olduğunu düşünmektedir.

Bu sahada yapılan bir araştırmaya göre dâhîlerin kişiliklerindeki ortak noktalar şöyle sıralanmıştır:

• Üstün bir ilmî çalışma, sanat eseri veya siyasî liderlik ortaya koyarak insanlık tarihine büyük bir tesir yapmış kişilerin birçoğu; hassas, acı çeken ve sorumluluk duyan kişilerdir. Bu kişiler; pek çok insanın aldırış etmediği meseleler karşısında şiddetle acı duymuş, geceler boyunca o meseleyi nasıl çözebileceğini düşünerek uykusuz kalmışlardır. Yalnız diğer hassas insanlardan farklı olarak dâhîler, sadece pasif bir şekilde üzülmek veya şikâyet etmekten ötesine de geçmiş; mutlaka bir şeyler yapması gerektiğine inanmış kişilerdir. Bu da onların kendi hayatlarından ziyade milletleri ve insanlık için endişe duyduklarını göstermektedir. Bir başka deyişle dâhîler, şahsî başarı arzusundan çok daha ötesini hissetmekte; kuvvetli bir sorumluluk hissi duymaktadırlar.

• Ortaya koydukları ilmî mülâhazalarla, yaptıkları buluşlarla insanlara yeni bir ufuk açan kişilerin çoğu tabiî bir meraka, kafayı takmak derecesinde tutkulu bir araştırma rûhuna sahiptirler. Ancak dâhîler merak ve tutkularını nefsânî ve marazî konulara harcayan akranlarından çok farklı olarak; faydalı bir konuyu araştırmaya ve keşfetmeye yönelmişlerdir. Bunun sebebi de çoğu zaman bu dâhîlerin kalbindeki merhamet, mes’ûliyet ve sevgi hissidir. Birçok keşif ve icat merhamet hissiyle yapılmıştır. Meselâ; telefon ve gramafonun mûcidi Graham Bell sağır olan karısı ve yakınlarına yardım etmek için bir makine geliştirmeye uğraşıyordu. Dâhîleri sıradan insanlardan ayıran en önemli şey, çoğu zaman akranlarından daha yüksek gaye ve hedeflere sahip olmalarıdır.

• Dâhîler gayeli oldukları kadar gayeleri uğruna kendilerini adayan, fedâkâr insanlardır da. Bazen büyük başarılar; büyük zahmetlerin, tehlikelerin ve hattâ tehditlerin göze alınmasıyla ele geçmiştir. Fetihler, siyasî direnişler, keşifler ve hattâ ilmî çalışmalar bazen uğruna baş konularak gerçekleştirilmiştir. İnsan kendini bir işe ve dâvâya ancak kuvvetli bir inançla adayabilir. Üstelik tarihe geçmiş birçok önemli insan, hayatını adayarak başlattığı işlerinin sonucunu tam olarak görememiştir. Ancak kalplerindeki çok kuvvetli hisler ve dâvâlarına inançlarının tam olması, onların gayeleri uğruna böyle fedâkârlık yapmalarını sağlamıştır. Günümüz eğitim sistemi inançlı ve millî şuura sahip bir nesil yetiştirmekle ilgilenmemektedir ama tarihe geçmiş birçok dâhî; ailesine ve milletine düşkün ve sâdıktır.

• Dâhîlerin kişiliğinde dikkat çeken bir unsur da gerçekçi, sabırlı ve azimli olmalarıdır. Birçok başarı; büyük zahmetlere sabretmekle, tekrar tekrar denemekle ve usanmadan pek çok alıştırma yapmakla elde edilmiştir. Elbette bu kişiler başarılarını borçlu oldukları azim, sabır ve dayanıklılığı mâneviyatlarından almaktadırlar. Zaten büyük işler başarmış her büyük adamın kudret ve azimetini borçlu olduğu kuvvetli bir itikadı vardır.

• Dâhîleri diğer insanlardan ayıran bir fark da dıştan denetimli, yani etraflarının sevkiyle hareket eden sıradan insanlardan farklı olarak kendi içlerinden gelen ilhamla hareket etmeleridir. Hattâ onlar en büyük fedâkârlıkları teşvik görerek ve desteklenerek değil, çevreleri tarafından boş hayal peşinde koşmakla itham edildikleri hâlde yapmışlardır. Onları kimseye aldırmadan içlerinden gelen ilhamın peşinden koşturan nedir? Elbette içlerine o ilhamı veren kuvvete inanmalarıdır. Nitekim birçoğunun çalışmalarının neticesi için Yaratıcı’nın yardımı ve ilhamına güvendikleri bilinmektedir. Meselâ İbn-i Sînâ; ömrünün son zamanlarında yazdığı eserlerinde; «uzun uzun araştırma, düşünüp kafa yorma ile geçen günlerden sonra geceler boyunca secdeye kapanıp duâ ettiğini, sonunda aradığı cevabın kalbine doğduğunu» bildirmektedir.

Birçok batılı mucit ve ilim adamı da; «bir sahada araştırarak ve düşünerek bulamadıkları cevabı; uykusuz geçen bir gecenin sabahında rüyalarında gördüklerini veya kalplerine ilham edilmiş olarak bulduklarını» bildirmişlerdir.

Meselâ Mehmed Âkif’in İstiklâl Marşı’mızın bazı mısralarını uykusunun arasında yazdığı ve hattâ unutmadan yazabilmek için kâğıt aramayıp Tâceddin Dergâhı’nın duvarlarına not aldığı bilinmektedir.

Kimyada çok önemli bir aşama olan Elementler Tablosu’nun bulunması da böyle bir rüya ile gerçekleşmiştir. Bunun gibi daha pek çok örnek vardır. Rüyalarına, ilhamlara ve Yaratıcı’nın yardımına güvenen kişiler olmaları da dâhîlerin inançlı kişiler olduklarını tasdik etmektedir.

• Belki hepsinden önemlisi dâhî denilen kişilerin temel özelliğinin başkalarının takdirini önemseyen, etiket-unvan peşinde koşan, yapmacıklık ve taklitçilikle alkış almaya uğraşan kişiler değil; samimî ve mâneviyatla irtibatlı kişiler olmasıdır. Onlar yüksek bir gaye ve görev için yaratıldığına inanıp içlerinden gelen kuvvetli hisse güvenerek, kendilerini kaderin akıntısına bırakmış; samimiyetle kendilerini vazifelerine adamışlardır.

Aslında bütün bu maddeler biraz da insanlık tarihinin Kudret Kalemi’nin önemli köşelere yerleştirdiği özel kişiler eliyle yazıldığını göstermekte gibidir. Sıradan insanların sürüklenip gittiği akıntılara asıl yön verenler, İlâhî Kudret’in verdiği ilhamlarla hareket etmişlerdir.

Kaderin garip cilvesidir; tarihe baktığımızda görürüz ki; ecdadımızın destanlar yazdığı, tarihe yön ve insanlığa medeniyet dersi verdiğimiz çağlarda ilim, sanat ve siyaset dâhîleri daha çok bizim milletimizden çıkarken; bizim dünyevî şöhret, makam ve menfaat peşine düştüğümüz çağlarda ise düşmanımız olan milletlerden çıkmaya başlamıştır.

Şimdi yeniden dâhîler yetiştirmek için reçete bellidir:

İdeallerine veya inançlarına kuvvetle bağlı, tutkulu, meraklı, keşifçi, kendini dâvâsına adayan ve gönlünün sesine kulak veren bir nesil yetiştirmek. Bunun için ise elbette gençlik enerjisini süflî arzuların peşinde harcayan değil; bütün kabiliyetlerini yüksek gayelere teksif edebilen, nefsine hâkim gençlere ihtiyacımız vardır. Hem dâhîleri dâhî yapan biraz da onlara itimat eden, etrafını sarıp gayesine ulaşmasına destek veren ve hattâ canını-malını onun dâvâsına hizmete harcayanlardır.

Dâhîler çıkaran ve içinden çıkan dâhîler etrafında birleşip ortak bir gayeye yürüyen bir nesil yetiştirmek; elbette günümüzdeki gibi ferdî başarı ve menfaatten başka bir şey düşünmeyen insanlar üreten bir eğitim sistemiyle mümkün olamaz.
e milletimizi yükseltecek eğitim modelinde teknik bilgiler kadar mânevî eğitime de önem vermemiz gerekmektedir.

Öyleyse milletimizi yükseltecek eğitim modelinde teknik bilgiler kadar mânevî eğitime de önem vermemiz gerekmektedir