Bilgi ve Uygulama Olması İtibarıyla ÎMAN VE AMEL

Gülşen-i Efkâr

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@yuzaki.com

Öğrenme, birçok eğitimci ve psikolog tarafından «davranışta meydana gelen değişme» olarak tarif edilmektedir. Gerçekten de teorik bile olsa öğrenilen her yeni şey; kişinin ufkunu açar, muhâkemesini artırır, daha teferruatlı ve sağlam değerlendirmeler yapmasını sağlar, yani önceki durumuna göre onda değişiklikler meydana getirir. Öğrenilen bilgi, pratiğe yansıması mümkün bir şey ise uygulama esnasında bu değişiklik daha somut olarak müşâhede edilir.

Teorik bilginin kalıcılığı; tekrarlanmasına, müzâkere edilmesine ve üzerinde durup yorumlanmasına bağlı olduğu gibi pratiğe yansıma imkânı olan bilgiler de uygulama ile muhafaza edilir. Uygulama, fânûsun ışığı koruduğu gibi bilgiyi korur ve onun unutulmasını engeller. Meselâ dînimizin îmanla ilgili esasları İslâm’ın nazariyâtını, diğer hususlar ise uygulama kısmını teşkil eder. Ancak «nazariyât» kelimesini kullanmamıza bakarak îmanı kuru bilgi yığını şeklinde gördüğümüz sanılmasın! Îman böyle olsa iblis de mü’min olurdu! Çünkü Allâh’ın varlık, birlik ve kudreti konusunda kat’î bilgisi vardı. Hâlbuki îman, bilginin ötesinde kalbî tasdik ve inkıyât da ihtivâ eder.

Kaldı ki tabiatı gereği duyu organlarının idrâkini aşan gaybî konularla ilgili olmasına rağmen îman esaslarının pratik hayatımızla çok yakın ve doğrudan alâkası vardır. Âhirete îman eden, yaptıklarından sorgulanacağına inanan bir kimse, yaşantısını ona göre düzenler. Peygamberlik müessesesine ve peygamberlere inanan kimse, onların getirdikleri ibâdet, ahlâk ve muâmelâtla ilgili ilkeleri hayatına hâkim kılar. Allah’tan başka tanrı tanımayan bir mü’min, O’nun dışında kimseden mutlak anlamda bir korku ve beklenti içinde olmaz. Çünkü O izin vermedikçe kimsenin kendisine zarar ve fayda veremeyeceğini bilir. Bu şuur, tevhid inancını onun hayatının merkezine yerleştirir. Artık Allah’tan vize almadan iyi veya kötü başına hiçbir şey gelmeyeceğinin şuûrundadır. Zerreden küreye kâinat üzerindeki yegâne ve mutlak gücün Allâh’a ait olduğunu bilmektedir. Bu sebeple meşrû olan hedeflerini gerçekleştirmek için elinden geleni yapar. Sonrasında ise O’na tevekkül eder ve teslîmiyet gösterir. O ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır! Eskiler bu mânâyı ne güzel ifade etmişler:

Hakk’a tefvîz-i umûr et, ne elem çek ne keder,
Gelür elbette zuhûra ne ise hükm-i kader
(lâ edrî)

tefvîz-i umûr: İşleri havale etmek.

Aynı güzellikte bir başka beyit:

Ne kahrı dest-i a‘dâdan ne lûtfu âşinâdan bil!
Umûrun Hakk’a tefvîz et, Cenâb-ı Kibriyâ’dan bil!

(lâ edrî)

dest-i a‘dâ: Düşmanların eli. umûr: İşler. tefvîz: havale etmek.

Cenâb-ı Kibriyâ: Allah.

El-hak, başına gelen kötülüğü de iyiliği de Allah’tan bilen bir insan, mahlûkattan bir beklenti ve korku içinde olur mu? Her şeyin takdîr-i ilâhî ile olduğunun şuûrunda olan bir kimse elem ve keder çeker mi?

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın, oğlu vefat eden Eş‘as bin Kays’ı teselli ederken;

“Ey Eş‘as! Eğer sabredersen kader hükmünü icrâ eder, fakat sen ecir kazanırsın; isyan edersen kader yine hükmünü icrâ eder, ancak sen günahkâr olursun!” dediği gibi zaten kader her hâlükârda hükmünü yürütmüyor mu? Bunu bilen mü’min, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in buyurduğu gibi daima kazançlıdır. Sıkıntıyla karşılaşırsa sabreder, kazanır; bollukla karşılaşırsa şükreder, yine kazanır! Ne güzel dile getirmiş bunu koca Yûnus:

Hoştur bana Sen’den gelen
Ya gonca gül yâhut diken
Ya hıl’at u yâhut kefen
Lutfun da hoş, kahrın da hoş

Kâinattaki büyük-küçük bütün varlıkları ve meydana gelen hâdiseleri nihâî olarak tek merkeze bağlayan ve O’nun hudutsuz gücüne teslim olan mü’min, çevresiyle de barışık olur. Yer ve göklerin yaratılışı, gece ve gündüzün birbirini takip edişi, denizlerde suları yara yara yol alan dev gemiler, kuru toprağa hayat veren yağmur, yağmur bulutlarını sürükleyip aşılayan rüzgârlar ve bunlar dışında görmüş olduğu her şey ona O Mükemmel Gücü hatırlatır. Böylece canlı-cansız bütün varlıklarla kendisi arasında -aynı müessir gücün eseri oluşları bakımından- bir eşitlik görür, tabiatı ve çevresini sevip korur. Bu konuda yetmiş şehid vermesine rağmen Uhud Dağı hakkında;

“O bizi sever, biz de onu…” buyuran Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-i örnek alır.

Demek ki görünüşte bir çırpıda sayılıverecek birkaç maddeden oluşan îman esasları, hayatımızı ve davranışlarımızı belirliyor veya belirlemesi gerekiyor. Bu sebepledir ki, Kur’ân-ı Kerim’de îmanın esası olan kelime-i tevhid; kökü sağlam ve dalları semâya doğru yükselmiş daima meyve veren bir ağaca benzetilir:

“Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz; kökü yerin derinliklerinde sâbit, dalları ise göğe doğru yükselmiş bir ağaç gibidir ki Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Düşünüp ders çıkarsınlar diye Allah insanlara böyle temsiller getirir.” (İbrâhim 14/24-25)

Âyetteki «daima meyve veren ağaç», dünya hayatı boyunca bütün tavır ve düşüncelerin îman esaslarıyla belirlenmesi ve bu esasların ibâdet, ahlâk ve muâmelâtta davranışlarla aksettirilmesi demektir.

Bu konularda çocuklarımızı nazarî bilgi vermekten çok, onlara model olmak sûretiyle eğitmeliyiz. Babasının, Allâh’a karşı hesap vereceğini düşünerek insanlara haksızlık etmediğini, onları aldatmadığını, incitmediğini bilen çocuk; Allah ve âhiret inancını -bilmekten öte- özümseyerek âdeta rûhuna kazıyacaktır. Zaten soyut düşünce kabiliyeti gelişmediği için teorik bilgiler çocuk için anlaşılır da olmayacaktır.

Terbiye ve edeple ilgili hususlarda da aynı şekilde model olma usûlü takip edilmelidir. Babası ve öğretmeni kaba-saba olan çocuktan nezâket ve incelik beklemek abestir.

Ayrıca öğrenilen bilgi ile onun pratik faydası ve hayatla ilgili yönleri hakkında daima bağ kurulmalıdır. Öğrendiği bilginin yaşantısındaki uzantılarını gören çocuk çok daha iyi öğrenecektir.

Ancak her şeyden önce şu öğretilmelidir: Bilgi, öncelikle kişiye Rabbini tanıtarak hayatı anlaşılır ve mânâlı kılmalı ve dolayısıyla ona haddini bilmesini sağlamalıdır. Yûnus’un dediği gibi:

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır?