YAZIKLAR OLSUN SANA!

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Bir dost;

“Sıcaklarda fazla yorulma, Ramazân’a hazırlan!” demişti. Yalnız vücudumu değil, rûhumu da hazırlamalıydım. Mutasavvıfların eserlerini ve onlardan seçilmiş sözleri okurken, üzerinde düşünmeliyim. Eksiklerimi, yanlışlarımı bulmaya çalışmalıyım. Çocukluğumda tanıdığım insanları düşünürken;

«Neden onları iyi insanlar olarak hatırlıyorum» diye soruyorum. Sonra devrimize dönüyorum; okudukları kitapları, dergileri, dinledikleri sohbetleri, katıldıkları dersleri hatırlarken dünyaya olan aşırı bağlılıkları beni ürkütüyor. Abdülk?dir Geylânî’den bir bölümü okurken sorumun cevabını da bulmuştum:

“Elinizde bulunan mallardan ihtiyaç sahiplerine verin. Gücünüz yettiği kadar az veya çok şeyler vermeye gayret edin. Allah nasıl verdi ise siz de öyle yapın. O’nun verdiği gibi verin. O’nun verdiğini muhtaçlara dağıtarak şükür yolunu tutun. Hele bir bakın, size ne kadar bol ihsanlarda bulunmuş, saymakla bitiremiyorsunuz. Bu hâlinizle düşkünleri gözetmek size gerekli değil midir?

Şu anda yanımda oturuyor ve sözümü de dinliyorsunuz, gözlerinizden yaş da akıyor. Az sonra da dışarı çıkıyorsunuz, sanki az önce öğüdü dinleyen siz değilsiniz. Gözlerinizden yaşlar akmıyor, kalbiniz de katılaşıyor. Önünüze çıkan hele bir fakir olunca yanınıza bile yanaştırmak istemiyorsunuz. Bu anlatıyor ki yalandan ağladın. Sözlerimi candan dinlemedin, sözlerimi Allah için dinlemedin. Sözlerimi Allah için dinlemelisin, gözlerinden Allah için yaşlar akmalı. Altınların sana put oldu, bütün düşüncen paraların. ALLÂH’ı unuttuğun için yakında fermanın eline verilir. Bu hâlinden utanmaz mısın?

Yazıklar olsun sana!”

Çocukluğumda tanıdığım insanların akıttıkları gözyaşlarının Allah için olduğunu anlamıştım. Onlar hayatlarını İslâmî kurallara göre yaşarken; kitaplar, dergiler okumamış, sohbetler dinlememişlerdi. Çevreleri, büyükleri güzel örnek oldukları için, farkına varmadan ruhları olgunlaşmıştı.

«Oruç; yalnız aç kalmak değildir, bir irade eğitimidir. Kötü alışkanlıklardan arındırıp, iyi huylar kazandıran bir ahlâk eğitimidir.» diyor büyüklerimiz.

Oruç, kötülüklerden koruyan bir kalkan olacak ve bir ay boyunca bizi koruyacak. İnanarak, içimiz yanarak, gözlerimizden yaşlar akarak orucumuzu tutuyorsak; Ramazan bittiğinde bütün güzelliklerden nasıl vazgeçeriz? Kazandığımız her güzel huy, hayatımızın bir parçası olmuştur. Yokluk içinde kıvrananların ıstırabını içimizde duyarken, merhamet duygularımız doruk noktasına yükselirken, iftarımızı açmak için sofraya oturduğumuzda; akşam ezanı okunana kadar geçen zamanda hayatımızı gözden geçirip duâ ederken, ruh eğitimimiz devam etmektedir.

Ramazân’a girmeden evlerde hanımlarımız telâş içindedir. Evler temizlenir, camlar silinir, ihtiyaçlar tespit edilerek alınır. Bu sürenin içinde; komşularımızı, yakınlarımızı, yaşlılarımızı, ihtiyaç sahiplerini düşünebiliyor muyuz? Onların evinde de hazırlık yapılacak, hasta olanın, yaşlı olanın, parası olmayanın durumunu Ramazan başlamadan düşünebiliyor muyuz? Günlük yorgunlukların içinde düşünmeye vaktimiz oluyor mu?

Ramazan boyunca yakınlarımızı, komşularımızı iftara çağırırken; yaşlılar, hastalar, kimsesizler soframızda yer alabiliyor mu?

“Kimi çağırayım, benim oturduğum semtlerde zor durumda olan insanlar yok!” diyerek kaçamak cevaplar vermeyelim. Yurtlardaki, öğrenci evlerindeki, huzurevlerindeki kardeşlerimiz; maddî durumları iyi olsa bile, bir gecelik aile ortamında iftarda beraber olmak onları sevindirecektir. Maddî durumu iyi olanların ücretini ödeyerek lokantalarda, çadırlarda verdikleri iftarlar güzeldir. Ama evde ağırlamanın insana vereceği huzur farklıdır. Ayrıca reklâma girmeden gizlilik içinde, gösterişten uzak yapılması Ramazân’ın mânevî havasına uygun olacaktır.

Abartılarak hazırlanan iftar sofraları, tabaklara fazla yemek alarak artan yemeklerin dökülmesi, bayatlayan ekmeklerin atılması, bir yudum su içmek için bardağın ağzına kadar doldurulması gibi ayrıntı denilen konuların ne kadar önemli olduğunu düşünmeden anlayamayız.

Bir hesap yapalım, beş kişilik bir ailenin sofrasından her gün iki bardak su arttığı için dökülse bir ayda 60 bardak eder. Dört bardak, bir litredir. Litresini bir lira olarak hesap edersek ayda 15 lirayı atıyoruz, demektir. Hayatımızdaki diğer israfla ilgili konuları hesap edersek, o miktar; açların, okula gidemeyenlerin, hastasına ilâç alamayanların, kışın soğukta oturanların, bir dilim karpuza hasret olanların gözyaşlarıdır.

Diğer günlerde olan ve Ramazan’da da devam eden; lokantalarımızdaki, belediyelerin ve diğer resmî kuruluşların tesislerindeki israfa bakalım. Yıllardır yazıyorum ve söylüyorum, düzelene kadar da beni üzen bu konuya devam edeceğim. Umudum benim gibi içi derinden sızlayan bir yetkilinin çözüm getirmesidir.

Ramazan’da evin dışında verilen iftarlar benim rûhuma uygun değil. Evdeki mânevî havayı yakalamak mümkün mü? Diyelim ki hatıra dayanamayıp gittik. Önce bir büyük tabak içinde peynir, zeytin, zeytinyağlı salata türü ezmeler gelir; hepsini bitirirseniz doyarsınız. Birkaç lokma aldıktan sonra tabak alınır, kalanların hepsi çöpe, sonra diğer yemekler ve tatlı. Bitiremediğiniz bütün yemekler yine çöpe atılır, bitirmek için çalışsanız mümkün değil.

Yaptığımız ibâdetlerle Ramazân’ın rûhunu, diğer zamanlarda da İslâm’ın rûhunu yok sayarak, işlerimizi yapmaya çalışıyoruz. Yemek yenen yerlerdeki düzeni, yemek atılmayacak şekle dönüştüremez miyiz? «Benim idare ettiğim bir yer olsa ne yapardım?» diye düşünüyorum. Kapaklı güzel kâseler, tabaklar içinde masadaki insanların sayısına göre koyar, artan olursa; tencerelere yerleştirir, bir aşevine yollar veya her gün zor durumda olanlara dağıtırdım.

Biraz külfetli bir iş, bazılarına göre modern değil, sebebini güzel bir dille yazarak masaya koyardım. «Bu iyilikte sizin de payınız var, teşekkür ediyoruz.» derdim. Bir başka yolu da yanımızda poşet taşıyarak, kuru olarak artanları almak, kimseden utanmadan, çekinmeden…

Peygamber Efendimiz’in hayatını hatırlayalım. Hepinizin bildiği gibi Hazret-i Âişe Vâlidemiz, Peygamberimiz’in vefatından sonra yemek yediği zaman ağlardı. Ağlamasının sebebini soranlara;

“Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sağlığında üç gün üst üste buğday ekmeği ile karnını doyurmadı. Bunu hatırladığım için ağlıyorum.” der. Gözyaşları içinde dinlediğimiz bu hâtıra bize nasıl ders olmaz!

«Ramazan, şefkat ve merhamet ayıdır.», zamanı değerlendirmesini bilenlerin ayıdır. Boş şeyler konuşularak geçirilen zamana yazık. İçimize Allah sevgisinin yerleşmesi lâzım ki, kendimizi hesaba çekelim. Bu konuda Gazâlî şöyle der:

“Fuzûlî ve sözü uzatarak konuşmak, kendimizi ilgilendiren bir konuyu bir cümlede anlatabilmek mümkün olduğu hâlde, lâfı uzatıp dallandırarak anlatmak, maksadı bir kelime ile ifade varken, kelimeleri uzatmak, zenginlerin malları, harcamaları hakkında uzun uzun konuşmak, bir dostunuza ait sırrı ifşâ etmek… hepsi mâlâyânî şeylerdir.”

Konuşurken ses tonu da önemlidir. Bağırarak, kavga ederek konuşmak, yerli yersiz kahkahalarla gülmek…

Peygamber Efendimiz kahkahalarla gülmez, gülümserdi. Ramazan boyunca yalnız biz düşünmeyelim; idarecilerimiz, siyasîlerimiz de düşünmeli…

Mevlânâ’nın mısraları anlatmak istediğimizin özü, bize düşünmek ve uygulamak kalıyor:

“Dünya malını topluyorsun. Çok zengin olmanın yollarını arıyorsun. Şehvet ve şöhret peşinde koşuyorsun. Yüksek mevkilere çıkmak ve baş olmak, ona-buna hükmetmek istiyorsun. İstediğini elde edemediğin zaman, yahut elde ettiğini kaybedince üzülüyorsun, harap oluyorsun.

Bu hâl, bu didinme, bu sızlanma, bu inleme, bu gözyaşları ne vakte kadar sürecek? İçine düştüğün acılı hâli anla da, aslının aslına gel!

Yazıklar olsun sana!

Sen nereden geldiğini, nereye gideceğini düşünmüyorsun da, şu dünya hayatından memnun, pek neşeli görünüyorsun. Yazıklar olsun sana, aklını başına al da, şu alçak dünyaya gönül verme, aslının aslına gel!”