Osman Kemâlî Efendi ve MEHMED ÂKİF’İN GÖZYAŞLARI

Dursun GÜRLEK dursun.gurlek@mynet.com

Mimar Sinan’ın çıraklık eserim dediği Şehzâde Câmii’nin bitişiğinde yer alan medreselerden birinin adı; «Âmâlar Medresesi» idi. Kanunî Sultan Süleyman zamanında gözleri görmeyenler için vakfedilen bu medresede vakfiye gereğince âmâlar yiyip, içiyorlar ve diğer birtakım ihtiyaçlarını gideriyorlardı. Son zamanlarda vakfın şartlarına uyulmadığı için bu zavallı insanlar mağdur duruma düşmüşlerdi. Yıllar hem de yüz yıllar sonra yine âmâ bir zat teşebbüse geçiyor, Kanunî’nin bu vakfiyesini işler hâle getiriyor.

Semih Mümtaz’ın «Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler» isimli kitabında anlattığına göre, bir gün Bâyezid Meydanı’nda toplanan bir grup insan, orada bulunan atlı arabalara binip kendi aralarında konuşmaya başlıyorlar. İçlerinden birinin de rehberlik yaptığı anlaşılıyor. Polisler vaziyeti görünce; «Bu kadar adam nereye gitmek istiyor?» diyerek arabaların yanına yaklaşıyorlar. Bunların gözleri görmeyen yetmiş-seksen âmâ olduğu anlaşılıyor. Başlarında da Osman Efendi adında biri bulunuyor. Polisler;

“Uğurlar ola Osman Efendi, böyle hep beraber nereye gidiyorsunuz?” diye soruyorsa da o zat kem-küm edip söylemek istemiyor. Polisler işin peşini bırakmak istemedikleri için bu sefer de arabacılardan bilgi almak istiyorlar. Arabacılardan;

“Bu adamlar bizimle pazarlık etti, kendilerini Yıldız Sarayı’na götüreceğiz.” cevabını alınca polisler derhâl komisere bildiriyorlar. Komiser de aynı süratle Zaptiye Nezâreti’ni haberdar ediyor. Polisler, Zaptiye Nezâreti’nden;

“Bırakın gitsinler, ama takip edin!” emrini alıyorlar.

Körler kafilesi, Beşiktaş’a varır varmaz, Beşiktaş muhafızı meşhur Yedi Sekiz Hasan Paşa’ya durumu bildirirler. Bu müsamaha sayesinde Yıldız Sarayı’nın kapısına kadar dayanırlar. Saat Kulesi’nin dibinde;

“Padişahım çok yaşa!” diye bağırmaya başlarlar.

Padişah haber alır;

“–Yine ne oluyor?” diye sorar. Telâşlı bir koşuşturmadan sonra kalabalığın başında bulunan Osman Efendi cevap verir:

“–Ecdadınızdan bir hükümdarın bir fermanı ve bir ihsanı vardı. Buna göre İstanbul’daki fakir körlere belli bir maaş veriliyor, imâretten bedava yemek yemeleri sağlanıyordu. Hâlbuki yıllardır bu maaş verilmediği gibi yemek de yedirilmiyor. Padişah Efendimiz irade buyursunlar da ecdadının bu fermanı yerine gelsin. Biz işte böyle bir ricada bulunmak için buraya geldik!”

Bu cevap kendisine iletilince Sultan İkinci Abdülhamid isteklerini kabul eder;

“Hakları var. Ecdadın vasiyetine uymak icap eder. Gereken neyse yapılacaktır. Müsterih olsunlar!” der. Padişahın ihsanı olan beşer altın kendilerine verilir; onlar da, yine;

“Padişahım çok yaşa!” diyerek ayrılırlar.

O zamana kadar; «Âmâlar Şeyhi» diye bilinen Osman Kemâlî Efendi bu teşebbüsüyle hem Kanunî Sultan Süleyman’ın yıllarca ihmal edilen bir vakfiyesini yeniden canlandırıyor, hem de nice mağdur insanın yemek ve para ihtiyacının giderilmesine vesile oluyor.

1954 yılında İstanbul’da vefat eden bu zat; hâfızlığıyla, mesnevîhanlığıyla, üstün zekâsıyla tanınıyor. Bir buçuk yaşındayken yakalandığı çiçek hastalığından dolayı iki gözünü birden kaybeden Osman Kemâlî Efendi, on bir yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i tamamen ezberleyip kıraat ilminden icâzet alıyor. Tam bir hâfıza şampiyonu olan bu «kulak mollası» daha sonraki yıllarda Fuzûlî ve Hâfız dîvanlarıyla birlikte Mesnevî’yi de baştan sona ezberliyor. Merhum Âsım SÖNMEZ, Temmuz 1978 tarihli «Hayat Tarih Mecmuası»nda neşredilen hâtıralarının bir yerinde, sözü Osman Kemâlî Efendi’nin hâfıza kuvvetine getiriyor, ez-cümle şunları söylüyor:

“Bir gün Eyüp Nişancası’nda, Şeyh Murad Tekkesinde idik. Her zamanki gibi; şair, edip ve mûsıkî üstadları ile hep beraber Saadettin HEPER ve «Bahariye Ney ve Mutrıbân Topluluğu»ndan meşhur neyzenlerden şunlar vardı: Arap Talât, Alyanak Ahmed, Şucâaddin, Tanburî Cemil, türbedar Halid, meydancı Edhem Dede, Dr. Şükrü Kâmil Bey. Orada herkes yeni eserlerini ortaya döker, münâzaralar olurdu. Yine böyle bir günde Farsça şiirler yazmakla meşhur şair Burhâneddînü’l-Belhî (KILINC) Efendi de oradaydı. Feyz-i Hindî’nin bir gazeline yaptığı tahmîsi okuduktan sonra bir ara meclisten uzaklaşmıştı. Bu sırada Kemâlî Efendi;

«–Âsım; kâğıdını, kalemini hazırla ve söyleyeceklerimi yaz!» deyince, zaten hazır bulunduğumu söyledim. Bunun üzerine Burhâneddin Efendi’nin otuz beş mısradan ibaret bulunan tahmîsini hiçbir kelimesi noksan olmaksızın yazdırdı. Bir müddet sonra Burhâneddin Efendi içeri girdi. Yazdığım kâğıda uzaktan göz atarak ve;

“–Âsım, bu yazdığın nedir?» diyerek yazılanı elimden alıp okumaya başladı. Şaşkın bir hâlde ve hayretler içinde;

«–Bu nasıl olur? Nereden ve kimden yazdın?» diye sordu. Hele, Kemâlî Efendi’nin;

«–Hazretim, bu bizde zaten vardı.» demesi üzerine büsbütün şaşırdı;

«–Nasıl olur erenler, bunu ben yazdım ve sizden başkasına da henüz okumadım.» dedi. Başını da iki tarafa sallayıp hayretini etrafa açıkladı.

İşte Kemâlî Efendi böyle bir hâfızaya mâlikti. Burhâneddin Efendi’nin okuduğu uzun tahmîsi bir defa dinlemekle ezberlemişti. Bunun üzerine meşhur Mısırlı âlim Maarrî’nin hâfıza kudretini anlatıp ayrıca Hârun Reşid’in iki kölesinin bir ve iki defa, kendisinin üç defa okunan kasîdeyi ezberlediğini açıkladı. Sohbet sırasında Mesnevî’den bazı mısralar okuyarak izahını, yaptıktan sonra, kendi ifadesine göre;

«Yalnız Mesnevî okumakla Mevlânâ tanınmaz. Dîvân-ı Kebîr’i okuyanlar Mevlânâ’nın aşk, heyecan ve rûhunu ancak orada görebilirler.» diye buyurmuşlardı.”

Hâtıralarından öğrendiğimize göre Âsım SÖNMEZ, bir gün Mısır’dan yeni dönen büyük şairimiz Mehmed Âkif’in Hidiv Palas’ta hasta yattığını söylüyor. Osman Kemâlî Efendi, tabiî ki bu habere çok üzülüyor. Âsım SÖNMEZ; meşhur mûsıkî hocalarından neyzen türbedar Hâlid Dede’yi, Mevlevîhâne meydancı dedelerinden Gelibolulu neyzen İbrahim Edhem’i, Haydar KOKGİL Bey’i, yanına alıp birlikte ziyaretine gidiyorlar. Hastalığı daha da ilerleyen Âkif Bey ayağa kalkarak;

“Vay hocam! Vay gözümün nûru efendim! Buyurun, hangi rüzgâr attı. Lütfen oturun. Hasret kalmıştık efendim, ne inâyet, ne kerem!” diyerek;

Gel ey vürûdunu bir ömr içinde beklediğim
Bir âşinâ-yı hayâlîye ihtiyâcım var!

mısralarını terennüm eder. Birbirlerine büyük bir muhabbetle sarılırlar. Osman Kemâlî Efendi’nin ziyaretçileri tanıtmasından hemen sonra dede efendiler, Mevlevî âdâbınca kollarını çaprazlayarak niyazda bulunurlar. Âsım SÖNMEZ de elini öpüp münasip bir yere oturur.

Daha önce ziyarete gelen birkaç meşhur misafir de oradadır. Âkif Bey, kimseye söz vermeyip Osman Kemâlî Efendi ile derin bir sohbete dalar. Orada bulunan herkes sessizce bu tatlı sohbeti dinlerler. Derken dedeler uzun latalarının iç cebinden şah neylerini çıkarırlar ve dudaklarıyla baş pârelerinde hafif gezintiler yapmaya başlarlar. Bu arada Osman Kemâlî Efendi, Fuzûlî’nin;

Penbe-i dâğ-ı cünûn içre nihandır bedenim
Diri oldukça libâsım budur ölsem kefenim

matlaı ile başlayan gazelini okumaya başlar. Birkaç perde gösterdikten sonra makta‘ beyit olan;

İdemem terk Fuzûlî ser-i kûyun yârin
Vatanımdır, vatanımdır, vatanımdır, vatanım…

diyerek gazeli bitirir.

Bu manzara karşısında çok duygulanan Âkif Bey ağlamaya başlar. Sadece büyük şairimiz mi, orada bulunan herkes gözyaşı döker. Âkif’in;

“Hazretim, bir şey daha lutfedin!” demesi üzerine rast makamında bir Mevlevî âyîn-i şerîfi daha okunur. Misafirler arasında bulunan Rızâ ve Celâl Beylerin de iştirakiyle neylerle birlikte «Sabâ Bûselik» âyîn-i şerîfi hep birlikte kıraat edilir:

Ben bilmez idim, gizli ayan hep Sen imişsin!
Tenlerde vü canlarda nihan hep Sen imişsin!
Sen’den bu cihân içre nişân ister idim ben;
Âhir bunu bildim ki cihan hep Sen imişsin!

Ve insanı gaşy eden bu vuslat, diğer fânî visaller gibi hemencecik sona eriyor.

Not: Osman Kemâlî Efendi hakkında daha ayrıntılı bilgi almak istiyorsanız, Baha DOĞRAMACI Bey’in «Aşk Sızıntıları» adıyla hazırladığı kitap ile 3 Kasım 1949 tarihli «Edebiyat Âlemi»nde yayımlanan mülâkatı okumanız gerekiyor.