Mânâsı ve Telâkkîsindeki Değişimle… MERHAMET VE GÜNÜMÜZ İNSANI

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Birisi;

“Allah rahmet eylesin!” diye söze başlasa ölmüş birinden söz edeceğini düşünürüz. Türkçemizde «rahmetli» sıfatını da hayat yolculuğunu noktalamış olanlar için kullanıyoruz. Belki rahmet kelimesinin dilimizdeki mânâ daralması yüzünden olacak; rahmet deryası içinde yüzdüğümüzü idrak edemiyoruz da sadece ölümden sonra «rahmetlik» olacağımızı zannediyoruz.

Oysa kendisini en çok Rahmân ve Rahîm isimleriyle zikretmemizi tavsiye eden; «Merhametlilerin en merhametlisi» 1 bize; «âlemleri rahmetiyle kuşattığını» 2 haber veriyor.

Hiç şüphesiz bizler Zât-ı Zü’l-Celâl’in izzet ve azametinin şiddetine karşı katman katman rahmetle kundaklanmış birer âciz yaratığız. Eğer; «kendisine rahmeti yazmış / prensip edinmiş» olmasaydı; en ufak bir varlık iddiamızda izzet ve celâli bizi yok edivermez miydi?

Bizler her an o rahmetle var olarak tutuluyoruz. Fen ilimleri sayesinde biliyoruz ki; gerek bizim bedenî varlığımızın gerek kâinatımızın ana maddesi olan atomların aslı, devâsâ bir ateş olduğu hâlde; âlemleri saran rahmet ile o hırçın enerji, fizik kurallarına boyun eğdiriliyor; düzenli hareket ederek böyle ılıman ve sakin bir ana kucağı oluşturuyor. Hayret edilecek bir şey ki; Kayyûm ismiyle, mevcut tabiat kanunlarını yürürlükte tutan Âlemlerin Rabbi; ateş zerrelerini bir döşek gibi altımıza döşüyor. Gökteki yıldızlara kadar koca bir kâinatı bizim ibret almamız ve faydalanmamız için emrimize musahhar kılarken; «arzın omuzlarını» bir binek gibi bize boyun eğdiriyor.

Gerçekten de Rabbü’l-Âlemîn madde âlemini bizim önümüzde öylesine uysalca boyun eğdiriyor ki bize verdiği akıl ile onun işleyişini kavrıyor ve ondan dilediğimiz gibi faydalanıyoruz. Rahmeti ve lutfu öylesine bol ve o kadar kuşatıcı ki bolluğundan ötürü ondan gaflete düşüyoruz da; kendimizi hakikî bir varlığa ve kudrete sahip gibi vehmediyoruz. Ne zaman ki lütuflardan şımarıyor; verilen yüksek mevkiden başımız dönüyor; kendimize ve birbirimize zulmetmeye başlıyoruz; o zaman yine rahmetin en yüksek tecellisi ile vahiy ve rasûller geliyor.

Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemîn’in rahmeti her taraftan bizi sarmıştır. Hem etrafımızı saran madde âleminden gelen nimetler, hem de mâneviyat âleminden gelen ikazlar bizim için büyük bir rahmet ve merhamettir.

Ne yazık ki günümüzde dünyaya hâkim olan modern kültür; nimetlere karşı kör ve nankör, ikazlara karşı ise tamamen sağır ve duyarsız kesilmiştir. Günümüz insanı artık rahmet kelimesine bile yabancılaşmış; hele merhamet kelimesini çok dar ve menfî bir mânâda kullanır hâle gelmiştir.

Günümüz Türkçesinde merhamet; mânâ yönünden aynı derinliği karşılamayan «acıma» kelimesiyle karşılanıyor. Oysa acımak; acı çeken, zor bir duruma düşen kişiye karşı duyulan iç sızlaması, onun acısını anlayabilmek, onun için üzülmek gibi duygu hâllerini anlatan kısır bir mânâya sahip. Merhamet bu mânâda kullanılınca asıl mânâsını ifade etmekten uzaklaşıyor.

Hattâ bu sebepledir ki bazen merhamet kelimesinde bir hor görme, aşağılama varmış gibi bir önyargıya da rastlıyoruz. Meselâ engelliler, problemleri ele alınırken;

“Bize acınmasını istemiyoruz; iş ve eşit fırsat verilmesini istiyoruz!” diyorlar. Sanki aynı işi sağlam birisi daha kolay ve iyi yapabilecekken engelli birine iş vermek merhamet gerektirmiyormuş gibi… Merhametten öylesine kaçılıyor ki, normalde eşitliğe aykırı olarak, merhamete ihtiyaç duyularak kayırılması gereken engelli, yaşlı, kadın gibi cemiyetin zayıf halkalarına el uzatmak bile «pozitif ayrımcılık» şeklinde modern, soğuk bir adla sunuluyor.

Öz kültürümüzün önemli unsuru olan merhamet artık çok iyi mânâda kullanılmıyor. Bir dâvâ açan veya hak iddia eden kişiler;

“Merhamet istemiyoruz, adalet istiyoruz!” derken merhamet beklemenin fena bir şey olduğuna atıf yapmış oluyorlar. Merhametin bir gereği olan sadaka ve yardımlar; birtakım münasip olmayan uygulamalar bahane edilerek aşağılanıyor. Artık merhamet sahiplerine de merhamet bekleyenlere de iyi gözle bakılmıyor.

Gerçekten de son zamanlarda; uzun bir zamandan beri maruz kaldığımız «özümüzden koparıl-ma»nın sonucu olarak kendi kültürümüzün ve kültürümüzde önemli yer tutan duyguların ayıplandığını görüyoruz. Bilhassa gençler arasında kültürümüzün en fazla öne çıkan tarafı olan merhamet duygusuyla; onun abartılmış şekilleri bahane edilerek alay edildiğini görüyoruz. Meselâ eski Türk filmleri ve arabesk adı verilen müzik ve filmlerde geçen; merhameti veya merhamet celbetmeyi hedefleyen söz ve davranışlar artık gülünç sayılıyor.

Hâlbuki kötü bir duruma düşene acımak da, zor duruma düştüğünde suça yönelmektense istismar etmeyecek birinden yardım kabul etmek de bizim kültürümüze ait güzel özelliklerdir. İhtiyacı olmayan kişinin yardımseverleri istismar etmemesi kadar; ihtiyacı olan kişinin ihtiyacı kadarını teşekkür ederek alması; böylece fena duruma düşmekten kurtulması da bir fazîlettir.

Merhamet, kişinin «kendisine acımasını» da ihtiva eder. Kendine acıyan, kötü bir iş işlememek için uzatılan ele güvenle tutunan kişi, ileride başkalarına da merhamet edebilecek hâle kavuşma imkânı elde eder. Toplumdaki merhamet bağları, fertleri fena hâllere düşmekten koruyucudur.

Ancak bir kişinin merhamete talip ve müsait olması için iç dünyasında merhamet hissine sahip olması gerekmektedir. Ne yazık ki insanlar hissetmedikleri duyguları tanımamaktadırlar. Merhamet duymayan kişiler kendilerine gösterilen merhamete şüphe ile bakabilmektedirler.

Suçlu ve saldırgan gençler üzerinde yapılan psikolojik araştırmalarda bu gençlerin ailelerinden merhamet görmedikleri, hep gücü ve zorbalığı yücelten bir çevrede yetiştikleri görülmektedir. Bu gençler, merhamet görmemiş oldukları için kendileri de kimseye merhamet hissetmemişlerdir. Daha sonra yardım kuruluşlarından kendilerine uzatılan merhamet eline şüphe ile baktıkları ve yardımları reddettikleri görülmektedir. Çünkü bu gençler hissetmedikleri bu duyguyu anlayamamakta, yardımlarda ya bir hesap ya da bir aşağılama olduğunu düşünmektedirler. Ayrıca nefsanî gururları da onları yardım alıp minnet etmektense güçleri ve kurnazlıkları ile çalmaya yönlendirmektedir.

Aslında yardım etmek ve yardım almak toplumun ıslahında çok önemli bir yere sahiptir. Nitekim bugün toplumumuzda birçok örnek şahsiyet, geçmişte merhamet hissiyle verilmiş bir yardımdan veya bir burstan istifade etmiştir. Hem belki de aldıkları yardıma karşı duydukları minnet ve ona lâyık olma arzusu; insanları iyi yönde etkileyebilmektedir.

Eğer bu kişiler gurur ve şüphe hissiyle yardımı reddetseler, isyan ederek topluma zararlı bir hâle gelseydiler daha mı erdemli bir davranış göstermiş olacaklardı?

Kısacası; hâkim kültürün hor görmek ve göstermek için sergilediği tüm çabalara rağmen unutmamalıyız ki her türlü rahmeti ve yardımı vermek de almak da üstün birer fazîlettir. Bunlara karşı şüphe ve sûizan ise nefsanîlikten kaynaklanan bir nankörlük ve anlayışsızlıktır.

Rahmet ve merhamet, kötü duruma düşene üzülmek ve el uzatmak mânâsına geldiği gibi; üzülecek bir hâle düşmesin diye kıyamamak, esirgemek, muhafaza etmek mânâsını da ihtiva eder. Umumî olarak rahmet ve merhamet; kendi kendinin varlığını, sağlığını, iyiliğini ve iyi bir hâlde tekâmülünü sağlamaktan âciz bir varlığa gösterilen her türlü himmet ve lütufla birlikte bu lütufların asıl sebebi olan cömertlik, şefkat ve yüce gönüllülük hâlidir. Bilhassa ilâhî rahmet mevzuubahis olduğunda insandaki acıma duygusundan daha öte olarak bu ihsan ve cömertlik anlaşılır.

Rahmetin; esirgeme, ikaz, ihtar, doğru yola hidâyet ve yüceliklere ulaştırma yönü hiç şüphesiz en yüksek tecellîsidir ve peygamberler, âlimler ve mürşidler bu rahmetin timsalleridir. Onlar insanlara ilâhî rahmetin ulaşmasına vesile olanlardır ve kendileri de ilâhî rahmet ile dopdoludurlar.

Peygamberler ve mürşidler, insanlara; kendilerinden daha fazla merhamet duyar, onların kendi kendilerine zulmetmelerine kıyamaz, bizzat kendi nefislerinin şerrinden esirgemek isterler. Hiçbir karşılık beklemeksizin, kendilerine gösterilecek câhilâne inadı ve karşı koymayı göze alarak ve her türlü eziyete katlanarak insanları sürüklenmekte oldukları felâketten kurtarmaya uğraşırlar.

Rahmeti ve merhameti ancak gönlünde rahmet olanlar tanır ve anlar. Böyle insanlara karşı duyduğu merhamet gereği onları doğru yola çağıranların kıymetini de ancak kalbinde kendine ve başkalarına karşı merhamet olanlar anlayabilir. «Ecrini yalnız Allah’tan bekleyerek» insanları kurtarmak için nefes tüketen kişilere karşı minnet ve şükran duymak da yine gönlünde rahmet ve esirgeme hissi olanlara mahsustur.

Kalbinde rahmet olmayanlar ise kendilerine kurtuluş yolunu göstermek için dil dökenlere karşı nefsanî bir kibir, şüphe ve nefretten dolayı itiraz ve isyan ederler. Onlar kendi içlerinde böyle bir esirgeme ve rahmet hissetmedikleri için başkalarında görünce de tanıyamazlar;

«Acaba bize nasihat etmekte ne hesabı var?» diye şüphe duyarlar.

Günümüzün medyasına hâkim olan şüphecilik ve isyan zihniyetinin mânevî rehberler hakkındaki menfî propagandalarının asıl sebebi de budur.

Şefkat, merhamet ve esirgeme hissi duymayan; o mâneviyat büyüklerinin merhametini anlayamaz. Zaten onlar ne kendilerine ne başkalarına acırlar. İnsanlığın felâkete sürüklenmesine aldırış etmemeyi; liberallik, hoşgörü, özgürlük zannederler.

İnsanları felâketten kurtarmak için çırpınanlara ise düşmanlık besler, haklarında türlü türlü sûizan beslerler. Onları karalamaktan şeytânî bir zevk alır, bunu bir nevi kahramanlık zannederler.

1 el-A‘raf, 7/151

2 el-A‘raf, 7/156