«ÎMAN ETTİM!» DEMEK KÂFÎ Mİ?
Prof. Dr. Ömer ÇELİK omercelik08@hotmail.com
İmanı «dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve âzâlarla amel» diye tarif edersek, dil ile; «Îman ettim!» sözü, sadece kalpte yerleşen îmanın varlığını haber veren ve kişinin mü’min olduğunu beyan eden bir ifadeden öteye geçmez. Demek ki îman, sırf dille söylenen bir sözden ibaret değil; kişiye birtakım sorumluluklar yükleyen; ateşin yakması, suyun ıslatması, elektriğin çarpması gibi ciddî birtakım tezâhürleri olan bir hakikattir. Kendine has mes’ûliyetleri ve ağırlıkları bulunan, sabretmeyi ve katlanmayı gerektiren bir emanettir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak insanları; «İnandık!» sözleriyle kendi hâllerine bırakmayacak, o îmanın gerçek olup olmadığını ortaya çıkarmak için insanları birtakım musibet ve belâlarla imtihan edecektir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyurulur:
“İnsanlar, hiç imtihana tâbî tutulmadan, sadece; «Îman ettik!» demekle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Gerçek şu ki, biz; onlardan öncekileri de imtihan ettik. Böylece Allah; doğru söyleyenleri de ortaya çıkaracak, mutlaka yalancıları da ortaya çıkaracaktır.” (el-Ankebût 29/2-3)
Aslında âyette geçen «fitne» kelimesi, lügatte, «altının ateşte eritilerek saflaştırılması» mânâsına gelir. Buna göre ateşin altını eriterek, karışımında bulunan diğer değersiz madenleri ayrıştırıp onu saf altın hâline getirmesi gibi; gelen musibetler de kalpleri temizleyecek, ruhları arındırıp îmanı kemâle erdirecektir. Çünkü belâ, musibet ve mihnetler:
• Nefisleri; tembellik ve uyuşukluktan kurtarıp, en güzel şekilde amel etmeye yönlendirir.
• Kalpleri, tevhidi gösteren delilleri kavramak sûretiyle doğru düşünce ve gerçek ilme ulaştırır.
• Ruhları mâsivâ muhabbetinden arındırarak, sebeplere takılmaktan kurtarır; gönlü mahlûkat yerine Yaratan’a bağlar.
• Sırları temizleyerek Hakk’ın tecellîlerini görecek hâle getirir.
Bu âyet-i kerîmeler nâzil olduğu sıralarda Mekke’de hüküm süren şartlar çok ağırdı. İslâm’ı kabul eden herkes; zulüm, hakaret ve işkence hedefi oluyordu. Eğer İslâm’ı kabul eden kimse fakir veya köle ise dövülüyor ve dayanılmaz işkencelere mâruz bırakılıyor; eğer ticaret erbabı ise ekonomik kısıtlamalara hedef oluyor ve neredeyse aç kalıyordu. Bu durum Mekke’de bir korku ve tedirginlik havası estiriyordu. Bu sebeple kalpleriyle Peygamber’in gerçek olduğunu kabul eden birçok kişi açıktan ona îman etmeye korkuyorlardı. Îman eden bazıları da sonraları cesaretlerini yitiriyor ve çok ağır işkencelerle karşılaştıklarında kâfirlere boyun eğip taviz veriyorlardı.
İşkenceye mâruz kalan sahâbe-i kiramdan biri olan Habbâb bin Eret’in şu rivâyeti işin gerçek yüzünü tam olarak ortaya koymaktadır:
Bir gün Allah Rasûlü, Kâbe’nin gölgesinde iken, yanına varıp kendisine müşriklerden gördüğümüz işkenceleri şikâyet tarzında anlattık. Ardından da bu işkencelerden kurtulmamız için Allah’tan yardım dilemesini talep ettik.
O da bize şöyle buyurdu:
“Sizden evvelki nesiller arasında, yakalanıp bir çukura konan, sonra testere ile baştan aşağı ikiye bölünen ve demir taraklarla etleri tırmıklanan, fakat yine de dîninden dönmeyen mü’minler olmuştur. Allâh’a and olsun ki, O; bu dîni tamamlayacak, hâkim kılacaktır. O derecede ki; bir kişi, Allah’tan ve koyunlarına kurt saldırmasından başka bir korku duymaksızın, San‘a’dan Hadramut’a kadar emniyet içinde gidip gelebilecektir. Ne var ki siz sabırsızlanıyorsunuz!..” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 29; Ebû Dâvûd, Cihâd 97/2649)
Bu mânada mü’minleri ikaz eden, îmanın bedelini ödeyip cennete girebilmek için bir kısım zorluklara katlanmanın gerekli olduğunu bildiren bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:
“Yoksa (ey mü’minler!) sizden önce geçenlerin hâli (başlarına gelenler) sizin de başınıza gelmeden (kolayca) cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici fakirlikler, öyle kımıldatmayan sıkıntılar dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayetinde peygamber ve yanındaki mü’minler; «Allâh’ın yardımı ne zaman?» demişlerdi. Dikkat edin! Allâh’ın yardımı pek yakındır.”
(el-Bakara 2/214)
Müslümanların çok zorluk çektikleri ve âdeta topyekûn bir yok oluşla yüz yüze kaldıkları Uhud Harbi sonrası nâzil olan şu âyet de dikkat çekicidir:
“Yoksa siz, Allah; içinizden cihad edenleri ve sabredenleri (sınayıp) ortaya çıkarmadan (kolayca) cennete girivereceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmran 3/142)
Allah Teâlâ’nın mü’minleri imtihana tâbî tutması ümmet-i Muhammed’e has bir durum değildir. Daha önceki peygamberler ve ümmetler de çeşitli sıkıntı ve zorluklarla karşılaşmışlardır. Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan peygamber kıssalarında bunun pek çok misâli vardır. Hazret-i İbrahim’in ateşe atılması; Ashâb-ı Uhdûd’un hendeklere atılarak yakılması; Habîb-i Neccâr’ın taşlanarak öldürülmesi; Musa -aleyhisselâm- karşısında ilâhî hakikatle buluşan sihirbazların Firavun tarafından kol ve bacaklarının çaprazlama kesilerek hurma dallarına asılması bunun sadece birkaç misalidir.
İşte böyle imtihanlarla îmanında sâdık olanlarla yalancı olanlar birbirinden ayrılmaktadır.
• Bir grup var ki bunlar belâ ve darlık hâlinde sabreder, nimet ve bolluk hâlinde şükrederler. Bunlar sâdıklardır.
• Bir grup var ki, belâ hâlinde sabretmez, nimet halinde şükretmezler. Bunlar yalancılardır.
• Bir grup da var ki nimet ve bolluk hâlinde îsârda bulunur, o nimetlerden kendileri çok az istifade eder, belâdan da çekinmezler. Hattâ darlığın ve şiddetin verdiği acıdan ayrı bir haz duyarlar. Bunlar rütbesi en yüksek olanlardır.
Cenâb-ı Hak, bir taraftan mü’minleri musibetlere ve eziyetlere sabra teşvik ederken, diğer taraftan da başta küfür ve isyan olmak üzere kötülük işleyenleri, özellikle mü’minlere eziyet edenleri ikaz buyurur:
“Yoksa günahları (pervasızca) işleyenler, bizden kaçıp kurtulabileceklerini mi sandılar? Ne fenâ hükmediyorlar!” (el-Ankebût 29/4)
Çünkü mü’minin îmanını denemek, doğrularla yalancıları birbirinden ayırmak maksadıyla yapılan imtihan nasıl bir «sünnetullah» ise, mü’minleri dinlerinden döndürmek için ellerinden gelen her türlü kötülüğü yapanları suçüstü yakalayıp cezalandırmak da bir «sünnetullah»tır. Bu ilâhî kanun, hiçbir şekilde değiştirilemez, yürürlükten kaldırılamaz ve herhangi bir zaman, zemin veya toplumla sınırlandırılamaz. Buna göre küfür ve dinsizlik yolunu tutanlar; bir dünya menfaati, şehvet ve hırs sebebiyle mü’minlere düşmanlık, zulüm ve eziyet eden kimseler; Allah Teâlâ’nın ilmi ve murâkabesi altında olduklarından, O’nun cezalandırmasından kurtulmaları mümkün değildir. Eğer böyle bir hükme varmışlarsa, bu pek kötü ve çok yanlış bir hükümdür. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“(Rasûlüm!) sakın, Allâh’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! O, sadece onları (cezalandırmayı), dehşetten gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne ertelemektedir.” (İbrahim 14/42)
Şimdi de Allâh’a kavuşmayı umanlara güven aşılamayı ve kalplerini her türlü şüpheden uzak bir şekilde sıkı sıkıya Allâh’a bağlamayı hedefleyen şu âyetler gelmektedir:
“Kim Allâh’a kavuşmak isterse, şüphesiz ki Allâh’ın belirlediği ecel mutlaka gelecektir. Çünkü O, her şeyi hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir. Kim de cihad ederse, ancak kendi lehine cihad etmiş olur. Çünkü Allah, bütün âlemlerden müstağnîdir, (kimseye muhtaç değildir). Îman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, biz onların günahlarını mutlaka örteceğiz ve yaptıkları çalışmaları elbette en güzel bir şekilde mükâfatlandıracağız.” (el-Ankebût 29/5-7)
«Allah’a kavuşacağını umanlar», âhirete îman edenlerdir. Mahşer günü Allâh’ın huzuruna çıkıp hayatının hesabını O’na vereceğine inanan, bunun korku ve ümidini kalbinde taşıyanlardır. Bunlar için ölüm de yakın, mahşer de yakındır. Çünkü Allâh’ın tayin ettiği vakit mutlaka gelecektir. Dünya hayatı; yaz yağmuru ve bahar bulutu gibi geçen birkaç günlük bir fasıldır. Bu sebeple onlar, âhiret saâdetlerini sağlayacak ve artıracak hangi amel varsa hepsini aşk ve iştiyakla yaparlar. Tayin edilen o vakit gelinceye kadar sabredip, o ilâhî vuslata liyâkat kesbetmek için karşılaştıkları imtihanları başarıyla geçmek ve güzellikleri kazanmak için çalışır çabalarlar. Onların tüm çabaları, Allah yolunda gösterdikleri tüm gayretleri; İslâm’ı öğrenip-öğretmek ve yaşayıp-yaşatmak hususundaki bütün cihadları kendi menfaatlerinedir. O hâlde daha çok gayret göstermeli, sıkıntılara daha fazla sabretmelidirler. Çünkü Allah Teâlâ’nın kimsenin ne iyiliğine ne ibâdetine ne cihadına ihtiyacı yoktur. O; bütün âlemlerden, özellikle insanlardan müstağnîdir. Çok zengindir. Her şeyin hazinesi O’nun katındadır.
İnsan; hayatının belli bir döneminde gaflet eseri olarak hata yapmış, günah işlemiş olabilir. Bu, her şeyin sonu anlamına gelmez. Onun her an hatasından dönüp sâlih insan olma imkânı vardır. Bunun da yolu îmanını tazeleyip günahlardan vazgeçerek vaktini sâlih ameller; hayırlı ve faydalı işlerle doldurmaktır. Böyle yaptığı takdirde Allah Teâlâ ona iki şey vaat etmektedir:
1. Önceki yaptığı günahları ve kötülükleri silinecektir.
2. Yaptıklarına karşılık ona hak ettiğinden daha güzel bir mükâfatla karşılık verilecektir. Yahut o, işlediği amellerin en güzelleri esas alınarak mükâfatlandırılacaktır.
Bu mükâfatlandırma hem uhrevî hem dünyevî olabilir. Çünkü «sâlih ameller» ifadesi, kulun Rabbi ile kendisi arasındaki ibâdetlerle birlikte her türlü hayırlı, verimli gayretleri; gerek ferdin gerekse toplumun maddî ve manevî gelişmesine, kalkınmasına katkıda bulunan faydalı işleri ve buna mânî olacak menfî hareketlerin engellemesini de içine alır. Bunların âhiretteki mükâfatlarının kat kat olacağında şüphe yoktur.
Dünyevî olarak da Allah, onları eskiden yaptıkları kötü işlerin zararlı neticelerinden halâs eyler. Bundan böyle yapacakları hayırlı ve güzel işlerin neticelerinin daha da güzel olmasını sağlar. Onların hem ferdî hem de içtimâî plânda gelişmelerini, güçlenmelerini, mutlu ve huzurlu olmalarını temin eder.