Dünya ve Âhirette MERHAMET BAYRAMI

M. Ali EŞMELİ seyri@yuzaki.com seyri@seyri.com

Tramvaydayım.

Eminönü’nden Beyazıt’a gideceğim.

Daha ilk durakta yolcular hayli kalabalıklaştı. Yaşlı birine yer verdim. Tam tramvay hareket ederken kucağında küçücük bebesiyle bir anne bindi. Kadıncağızın hâli, ciddî bir hastalığı olduğunu açıkça belli ediyordu. Bitkindi. Mecalsizdi. Ayakta durmaya çalışıyordu. Gözleri yer aradı.

Hâliyle boş yer bulamadı.

Çaresizdi.

Oturanlara doğru, acaba biri merhamet edip de yer verir mi diye acıyla, iniltiyle baktı. Yalvarır gibiydi. Hiç olmazsa bebeciği hatırına biri yer verse diye, koltuklara yaslanmış rahat rahat oturanlara tekrar göz gezdirdi.

Kimse oralı olmayınca;

Ağlamaklı oldu. Düştü düşecekti. Güç-belâ ince borularda asılı plâstik saplardan birine yapıştı. Bir eliyle yavrusunu tutmaya çalışıyor, bir eliyle de hasta vücudunu ayakta tutabilmek için çırpınıyordu.

Hâlâ kimse oralı değildi.

Oturanlara şöyle bir baktım. Yüreğim burkuldu. Hepsi kendi dünyasındaydı. Görmemiş gibi davranmak için kendi aralarında iyice sohbete veya dışarıyı seyre dalmış gibi davranıyorlardı.

Her yaştan insan.

Çok çok yaşlı bir dede, üç-beş orta yaşlı, beş-altı da orta yaşa yakın. Çoğunluğu oluşturan diğerleri, gençler. Üniversiteli ve liseli gençler. Kızlı erkekli. Hepsi de kendi havasında. Kimi kahkaha patlatıyor, kimi sakız. Hepsi fıngır-tıngır…

Hasta, bîtap ve zavallı bir annenin de bebeciğinin de hâli, hiç umurlarında değil. Âdeta merhamet ve şefkatin inadına kimse yerinden kıpırdamıyor.

Az evvel yer verdiğime neredeyse pişman oldum. Keşke yer verdiğim yaşlı değil de bu kıvranan bitkin anne daha önce gelseydi de ona yer vermiş olsaydım, düşüncesi ile kalbime ağrılar saplandı.

Sanki şu merhamet bilmezler, bir gün kendileri merhamet dilencisi olmayacaklar mı? Olacaklar ama anlayan kim? Henüz idrakleri gelişmemiş, ötelere uzanamamış.

Kadın hafifçe inledi.

Ağzı gürültülü kulaklar, yine işitmedi. Beyinleri sisli ve perdeli gözler, yine görmedi.

İçimden söylenmeye başladım.

Yana yana; «Bir tane hisli yürek de mi yok?» derken durakladım.

Çünkü orada böyle bir yürek vardı.

Koltuğunun duruşu sebebiyle kadının olduğu tarafa sırtı dönük kalmış bir yürek, ama belli ki çok duyarlı bir yürek, o incecik ve cılız sesi işitti. Hemen arkasına dönüp baktı.

O çok çok yaşlı olan adamdı. Ya seksen beşinde ya da doksanında görünüyordu. Zâhiren yıpranmış kulağıyla fakat yıpranmamış bir hassâsiyetle o cılız sesi nasıl da işitmişti!

Dikkatle baktı:

Gördü ki; hasta bir anne ve kucağında bir bebek, ayakta yaprak gibi sallanıyor.

Hemen yerinden kalktı:

“–Kızım, buyur gel, oturuver!”

Zavallı anne, şaşırdı; o derece yaşlı bir insanın kalkıp da kendisine yer vermesini hasta olmasına rağmen kabul etmek istemedi:

“–Olur mu dedeciğim? Sizin yerinize oturamam.”

“–Ne demek kızım! Rahatsızsın. Kucağında bebeciğin var. O daha önemli.”

“–Olmaz dedeciğim.”

“–Kızım buyur, ben sağlamım.”

Annecağızın yüzü mahcubiyetle kızardı:

“–Dedeciğim!..”

Dede baktı ki olmayacak, ileri doğru yürüdü. Yaklaşan durağı göstererek:

“–Kızım, zaten ben bu durakta ineceğim, sen buyur!”

Minnet ve teşekkür, aynı anda, aynı ifadelerle dile geldi:

“–Sağ ol dedeciğim! Çok çok sağ ol!”

“–Aman kızım, ne teşekkürü, zaten iniyordum…”

Zavallı anne, rahatça oturup derin bir nefes aldı. Belli ki tâkati iyice tükenmişti. Oturmasa, belki de Çapa Hastanesi durağına kadar dayanamayacaktı.

Tramvay durdu ve yaşlı dede indi.

Camdan görebildiğim kadarıyla takip ettim. Arkadan gelecek tramvayı bekliyordu. Demek ki:

Annecağızı oturmaya râzı etmek için tramvaydan inmişti.

Bütün bu olanlar karşısında bir yandan hayranlık hisleri ile gözlerim doldu. Bir yandan da o doksanlık dede ile hasta annecağızın konuşmalarına ve dedenin yaptığı ince davranışa şahit olan diğer koltuktaki gencecik çocukların hâlâ istiflerini bozmadan seyirci kalmalarına içim acıdı. Bir tanesi çıkıp da;

“–Dedeciğim siz oturun, biz yer veririz!” demedi, diyemedi.

Belki demek isteyenler oldu, ama kim bilir; «Şimdiye kadar neredeydin?» gözüyle bakılır diye sesini çıkaramadı. Çıkarabilseydi, ne güzel olurdu. Geç de olsa liseli veya üniversiteli bir genç, koltuğundan kalkabilseydi, ne kadar anlamlı olurdu. Kalkamayınca;

Merhamet bayramı, o ana kadar belki aynı sahneyi defalarca gerçekleştirmiş olan o mübârek dedenin oldu. Fazîletli davranış bayramı, yine dedeye düştü. O da üzerine düşeni en güzel şekilde, büyük bir incelik ve nezaketle yerine getirdi. Başkalarına hiçbir şey demedi, oradakileri azarlamadı. Yer vermeyenleri tenkitle işi geçiştirmedi. Kendi hissesine göre hareket etti.

Alabilen için ne güzel bir hisse! Alamayanlara ve o fazîleti gösteremeyen diğerlerine ise, vicdanları nisbetinde sadece bir iç burukluğu…

Gerçekten de;

O mübârek dede, hem kendi vicdanında hem de Allah huzurunda gerçek bir merhamet bayramı yaşadı, ebediyette de yaşayacak. Diğerleri de, ne yazık ki, merhametsizlik zindanında boğulmaya devam.

Sorsanız;

O diğerleri de merhametten dem vururlar. Hem de büyük büyük lâflarla…

Tıpkı Urumçi’de, Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da, Afrika’da, dünyanın dört bir yanında en ağır zulümleri gerçekleştirenlerin adalet ve demokrasiden dem vurdukları gibi. İnsan haklarından dem vurdukları gibi. Çocuk haklarından dem vurdukları gibi. Kadın haklarından dem vurdukları gibi. Yaşlı haklarından dem vurdukları gibi. Masum ve mazlumların haklarından dem vurdukları gibi…

Fakat onlar da görüyorlar, daha da görecekler ki;

İnsanları kendi keyif ve sömürülerinin kurbanı eden bir davranış, hangi sıcak kelimenin içine saklansa da kötülüklerle ve zulümlerle kokuşmuş ciğerini gizleyemiyor. Mazlumlara ve masumlara kan ağlatan bir merhamet lâkırdısı, merhamet olmuyor.

Kimilerine göre oluyor.

Nasılsa;

Merhametin o kadar modern/derin mo’lu ve saplantılı tarifleri var…

Ticarette başka. Fakirde başka. Zenginde başka. Dostlukta başka. İşgalcilerde başka. Sömürenlerde başka.

Bugün pek çok hasletlerde olduğu gibi;

Merhametler bile, menfaat narkozu yemiş. Dünyevîlik şırıngası yemiş. Fânîlik afyonu yutmuş. Yabancıların yabanî anlayışları ile zehirlenmiş.

Hâlbuki;

Yabanî anlayışları merhametle telif etmek ne mümkün! Çıkarcı davranışları merhametle telif ne mümkün! Keyifleri ve zevk u sefâyı merhametle telif etmek ne mümkün!

Timsah gözyaşları, nasıl bir merhamet tezâhürü?

Batının sıkça yaptığı, avını yakalayıp parçaladıktan sonra ağlamak mı merhamet?

Sorumsuz sorumluların elleriyle bir nesli bozup da ardından ağlamak merhamet mi?

Sahip olunan nice imkân ve vasıfları koruyamayıp da sonra çaresizce ağıtlar yakmak, feryâd u figan etmek mi merhamet?

Bin bir güzel fazîletleri yutmak merhamet mi? İnkişaf ettirmemek mi merhamet? Rahmet kapılarını tıkamak merhamet mi?

Bugün;

Modern dünya, merhamet adını yaşatıyor, ama özelliklerini ve muhtevasını da bilhassa köreltiyor. Çünkü gerçek bir merhamet, o dünyanın tarzına aykırı, yapısına ters, istekleriyle ve hedefleriyle uyumsuz.

Bu yüzden;

Gıdaların genleriyle oynandığı gibi merhametin de genleriyle oynanmakta. Adı merhamet, kendi; zulüm, yanlışlık, gaflet, acımasızlık ve gaddarlık olan bir davranış kavramı hâlinde vicdanlarda ekim-dikim yapılmakta. Gerçek merhamet, yüreklerden de zihinlerden de sökülmekte. Her şeyden sökülmekte. Onun söküldüğü gönül kaleleri de maalesef dökülmekte.

Görüyoruz;

Teknik ilerledikçe;

Pek çok şeyin pek çok özelliği artıyor. Ama merhameti azalıyor, yoklaşıyor.

Maalesef şimdilerde;

Vicdanların da gerçek bir merhameti yok, ahlâkın da. Akılların da merhameti yok, gönüllerin de. Siyasetin de merhameti yok, dirayetin de. Evlerin de merhameti yok, sokakların da. Hattâ eğitimin de gerçek bir merhameti yok, öğreticiler ile eğiticilerin de, anne-babaların da.

Hele;

Teknik dünyanın merhameti hiç yok. Kaba kuvvetin merhameti de yok. Tabiî ki şer güçlerinin de hayırlı bir merhameti hiç yok.

Gönülden mahrum ellerin, kafaların, kasaların ve ceplerin merhameti de hiç yok. Mâneviyattan uzak düşen kısır ve kasıtlı bilgilerin ve eğitimin de elbette merhameti hiç yok.

Fakat;

Herkes merhametten bahsediyor. Lâfta merhamet kelimesi ağızları gece-gündüz dolduruyor.

Ama…

Ama…

Âmâ gözlerle bakıldığı için o ağzı dolduran kelimenin dibinde ne boşluklar oluşturulduğu görülmüyor. Adam çocuk bezi mi satacak, çocuğa merhameti ona odaklıyor. Ahlâksızlık mı aşılayacak, çocuğun ahlâkına karışmamayı merhamet olarak üflüyor. Aileyi mi parçalayacak, aile bağlarını koparacak yamuk-yumuk ve zehirli düzenlemeleri merhamet sloganlarına boğuyor.

İnsanların mânevî damarlarına virüs atıp da onları iyileştirmemek gerektiğinin merhamet olduğu nerede görülmüş! Neşterlik bir hastaya doktorun müdahale etmemesinin merhamet olduğunu kim söyleyebilir? Dağınıklığa, bozukluğa, hatalara, günahlara, suçlara ve kötülüklere karışmamanın eğitim merhametiyle, anne-baba şefkatiyle ne alâkası var!

Şer getiren, kötülük doğuran bir merhamet, merhamet mi?

Eğitmeyen, insanı insan yapmayan bir merhamet, merhamet mi?

Mikropluğa taviz, merhamet mi?

Asla!

Yoksa;

İnsanları, gerektiğinde ameliyatlar ile şifaya kavuşturan doktorlar da, kesip biçtiklerinden dolayı merhamet töhmeti ve taarruzu altında kalır. O zaman tıp, kimseyi tedavi edemez hâle gelir. Nitekim eğitim, neredeyse bu noktaya geldiği için tıkandı. İnsanı eğitemez hâlde bir eğitim ve sistemi var. Kravatını da göbeğine düşürmüş, bir türlü de yakasına çıkaramayan ve böylece iki yakayı bir araya getiremeyen bir eğitim uygulaması var.

Bununla birileri;

Tolerans ve merhameti ikāme ettiklerini söyleyerek insan fıtratına zulmü zerk edip rûhunu tahrip etmeyi gerçekleştiriyor.

Ne diyelim?

Ayının da merhameti var; severken boğup öldürüyor. Timsahın da merhameti var; avını parçaladıktan sonra ağlıyor.

İnsanın merhameti ise, parçalanmışı da toparlamak olmalı değil mi? Boğup öldürülmüşü de diriltmek olmalı değil mi? Kucağında bebeciğiyle ayakta duramayacak kadar hasta bir anneye yer vermek olmalı değil mi? Yanlışlardan kurtarıcı, kötülüklerden uzaklaştırıcı, ancak doğruluk ve güzelliği yeşertici olmalı değil mi? Gerektiğinde neşter kullanarak hastayı ölümün pençesinden almalı ve şifaya kavuşturmalı değil mi?

Anne-babalar!

Eğitimciler!

Çocukları, arada bir seveceğimiz birer oyuncak bebek olarak görmeyelim. O vasıfta da tutmayalım. Üzerine çeşitli giysiler giydirip zâhir vitrinleriyle oyalanırken ruhlarını, fıtratlarının şekillenmesini ve şahsiyetlerinin gerçek bir mahiyette ve insanlık vasfında tecellî etmesini ihmal etmeyelim. Yanlış tercih ve adımlara müsâhamayı merhamet zannetmeyelim. Bedeniyle yere düşüp de üstü çamurlanınca; «Aman!» diye üzerine titreyip onu tertemiz etme hassâsiyet ve özelliğimizi, onun rûhu ve kalbi, aklı ve fikri yere düşüp de çamurlandığında da gösterelim, bilhassa gösterelim. Yoksa küçükken çok tatlı olan o yumurcak, büyüdükçe acılaşır, tadı-tuzu bozulur. Küçükken ne kadar güzelse, büyüdükçe o kadar çirkinleşir.

Buna göz yummak merhamet değil!

Çirkinleşmeye ve bozulmaya yardımcı olacak şekilde bir yetiştirme üslûbu ve yolu izlemek, asla merhamet değil!

Ciğerpare yavrular, yaşları itibarıyla büyüdüğü ölçüde ruhları ve şahsiyetleri itibarıyla küçülüp giderse, en küçük rezaletlerin ve sefaletlerin bile kirli ayakları altında bir pire gibi çiğnenir gider. Onların güzel bir istikbâli olmaz. O zaman, bayramlar bile ağıt günlerine döner.

Bayramlar bile.

Bayram ki;

Zâhirî ve bâtınî doğru bir gaye, fayda ve mükemmellik etrafında dökülen sel gibi terlerin sulayıp da yeşerttiği güzellikler ve huzur bahçesinde ferahlama ve sevinme vakti…

Onun da kaynağı;

Doğru ve gerçek bir merhamet…

Bayramlar, ancak o merhametle bayram olur.

O merhametin en güzel şekilde yaşandığı iklimler, bayram iklimine dönüşür.

Nitekim;

Ramazân-ı şerifler, müthiş bir af ve merhamet ayı olduğu için neticesi de buna bağlı olarak bayram ile noktalanır. Yani yaşanan bayram, aslında af ve merhametin bayramıdır. Bağışlanma sevincinin bayram şeklinde tezâhürüdür. Tersi olduğu takdirde, kim bayram yaşayabilir ki? Gerçek merhametten uzak düşmüş kimsenin ne bayramı olabilir? Affedilmeyen bir mücrim, suçlu, günahkâr ve âsî, nasıl bayram edebilir? Tevbeye sarılıp da gerçek merhamet iklimine kanat açmayan nasıl affedilir?

Velhâsıl asıl bayram;

Ancak merhamet bayramı…

Dünyada da mahşer meydanında da…

Çetin, belâlı ve abus bir gün olan kıyâmet, ancak ebedî af ve merhamete mazhar olanlar için sonsuz bir merhamet bayramı olacak. Diğerlerine de sonsuz bir nedâmet, hüzün ve feryat günü, ebedî bir ağıt bayramı. Tabiî buna bayram denirse…

O hâlde;

Bayramlarımızı gerçek bir bayram hüviyetine dönüştürmenin en doğru hamlesini idrak etmeli ve onu gerçekleştirmeliyiz.

Ramazân-ı şeriflerimizin sonu nasıl gerçek bir bayram olur? Davranışlarımızın neticesi nasıl bayrama dönüşür? Hangi eğitim anlayışları ve uygulamaları, bayram yaşatır? Yetişen bir nesil, nasıl yetişirse istikbalden gelen günler bayram getirir?

Cevaplar aynı:

Gerçek ve doğru bir merhamet ile…

Niye gerçek ve doğru vurgusu?

Çünkü merhamet en belirgin hatlarıyla ve tesir özellikleriyle ikiye ayrılmakta:

• Allah merhameti,

• Şeytan merhameti…

Bu ikisini iyi tanımak şart.

Evet, ikisi de merhamet.

Ama tecellîleri, yansımaları ve neticeleri çok farklı.

Çünkü tâ ezelden beri;

Allah merhameti, yeşertici… Şeytan merhameti tüketici…

Allah merhameti, hayırla şekillendirici. Şeytan merhameti, hayırsız ve berbat hâle getirici…

Allah merhameti, sayısız mükemmel vasıflar kazandırıcı… Şeytan merhameti, var olan vasıf ve hasletleri bile yok edici…

Allah merhameti; kazandırıcı, daha değerli hâle getirici. Şeytan merhameti; kaybettirici, değersiz ve kıymetsiz hâle getirici…

Allah merhameti, belki çok yorucu, uykudan uyandırıcı ve ter döktürücü, ama neticesi tamamen güzellik ve huzur, memnuniyet ve nimet… Şeytan merhameti; belki çok cazip, yormayan, uyutan, dinlendiren ve rahat ettiren, ama neticesi çirkinlik ve huzursuzluk, memnuniyetsizlik ve mahrumiyet…

Allah merhameti; zindeleştirici, canlandırıcı, sorumluluk yükleyici, çalıştırıcı ve titiz edici… Şeytan merhameti; mayıştırıcı, hantallaştırıcı, sorumsuz yapıcı, tembelleştirici, gevşek ve ihmalkâr edici…

Allah merhameti; duymaya, işitmeye, görmeye ve hissetmeye mecbur kılacak çapta duyarlı olmayı gerektirici… Şeytan merhameti; kör, sağır ve hissiz bir şekilde «boş ver» merkezli…

Allah merhameti; deprem ve fırtınalarda da vefâlı, sadakatli, sağlam karakterli ve doğru olanda kararlı, sebatkâr, sözü ve özü şaşmaz bir olumlu kimlik oluşturucu… Şeytan merhameti; vefâsız, sadakatsiz, nankör, çürük karakterli, kaypak, püf dense devrilen, dönek, sözden cayan bir olumsuz tip üretici…

Allah merhameti; içte ve dışta gece-gündüz fetihlerle dolu ömürlük gayret ve başarıların adı… Şeytan merhameti; tıkanışlar ve çıkmaz sokaklarda nefesleri boşa harcamanın ve hezimetlerin adı…

Allah merhameti; ara bulucu, kaynaştırıcı, birliği ve kardeşliği tesis edici… Şeytan merhameti; arabozucu, kopartıcı, birliği ve kardeşliği tahrip edici, yıkıcı…

Allah merhameti; dostlara, kardeşlere, anne-babaya, evlâda, vatana ve millete, yani bize yarayan bir özellik… Şeytan merhameti; iblislere, kötülere, yabanlara ve düşmanlara, yani biz olmayan alçaklara yarayan bir özellik…

Allah merhameti, dünyada ağlatıp âhirette güldürmeye ayarlı… Şeytan merhameti, dünyada güldürüp âhirette ağlatmaya ayarlı…

Hâsılı;

Allah merhameti, cennete erdirici… Şeytan merhameti de cehenneme yuvarlayıcı…

Yani birinde ebedî rahmet yüklü, diğerinde ebedî acımasızlık…

Hâl böyle olunca;

Kim ki, elindeki merhameti bu iki mihenge göre mîzan etmezse, aldanır; ederse aldanmaz!

Ancak bu mîzan ile ifade etmeli ki;

Gerçek merhamet/Allah merhameti, neyin ve kimin içine dâhil olursa onda bayramdan bahsetmek mümkün olur.

Ancak;

O merhamet, bir garibi kucakladığı an onun gözlerine ve gönlüne bayram yansır.

O merhamet, kimsesizlere el uzattığı an, bayramlar yaşanır.

O merhamet, çocukları ve nesli sardığı an, fazîletli dedelerin yeri dolmaya başlar. Kıtadan kıtaya adâlet ve rahmet tevzî eden Fatihlerin zafer topları ile kutlanan bayramlar gerçekleşir.

O merhamet, eğitimi kuşattığı an, milletin istikbâli bayram olur.

Ancak o merhamet;

İlme yansırsa ayrı bir bayram,

İrfana yansırsa ayrı bir bayram,

Gayrete yansırsa kezâ,

Hikmete yansırsa kezâ,

Aşka yansırsa ayrı bir bayram,

Savaşlara yansırsa ayrı bayram,

Affa yansırsa ayrı bir bayram,

Muhtaca ve cömertliğe yansırsa kezâ,

Tebessümlere yansırsa kezâ,

Hizmetlere yansırsa kezâ,

Öfkeleri dindirdiğinde ayrı bir bayram,

Günahlardan uzak tuttuğunda ayrı bir bayram,

Allâh’ın rızâsına erdirdiğinde ayrı bir bayram,

Cennete erdirdiğinde apayrı bir bayram,

Cemâl-i ilâhîyi seyrettirdiğinde çok daha apayrı bir bayramdır…

Gerçek bir bayramdır…

Sonsuz bir bayramdır…

Yani asıl bayram,

Merhamet bayramıdır.

Siz, ey o merhametin sahipleri,

Bayramınız ve bayramlarınız mübârek olsun!..

Velhâsıl;

Dünyâda ve ukbâda müyesser ola halka,
Cennet günüdür, merhametin bayramı başka!.. (Seyrî)