Cenâb-ı Hak’la Dostluğun Birinci Şartı: MERHAMET

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

EN MERHAMETLİ, CENÂB-I HAK…

Allah…

رَحْمٰنُ / Rahmân, رَحٖ۪يمُ / Rahîm,

اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ٖينَ / Erhamu’r-Râhimîn / Merhametlilerin En Merhametlisi,

ذُو رَحْمَةٍ وَاسِعَةٍ / Zû Rahmetin Vâsia / Geniş Rahmet Sahibi…

Cenâb-ı Hak, kendisini bilhassa bu hasletleriyle kullarına tanıtmakta. Besmele-i şerîfede de Rahmân ve Rahîm isimleriyle kendini zikrettirmekte. Çünkü gazaptan çok rahmetini tecellî ettirmekte.

Ehl-i îmânın da bu özelliklerle muttasıf olmasını istemekte.

Zira mü’min;

Ne kadar rahmet ve merhamet sahibi olursa Cenâb-ı Hak da ona o nisbetle merhamet eder, muhabbet duyar.

Nitekim Cenâb-ı Hak; merhametin neticesi olan ihsan sahiplerini sevdiğini buyururken, merhametsizliğin neticesi olan zulüm ehlini sevmediğini, onları hidâyet nasîbinden de mahrum ettiğini beyân etmiştir.

Kısacası Allâh’ın yüce muhabbetine nâil olmak için rikkat-i kalp yani;

RAHMETLE DOLU;

Merhametle çırpınan bir gönül lâzımdır. Bu sebeple başta peygamberler olmak üzere bütün Allah dostları dâimâ kimsesizlerin, yetimlerin, bîçârelerin derdiyle dertlenmişler, onların hâlini sormuşlar ve onların yanıbaşında olmuşlardır.

Cenâb-ı Hakk’ın kitabını ahlâkı edinmiş, O’nun husûsî edebiyle edeplenmiş, Allâh’ın Habîbi, Efendimiz j de âlemlere rahmet olarak gönderilmiş, ayrılıktan inleyen hurma kütüğünden, hâlini şikâyet eden zavallı deveye, mübârek vücudunu taşlayan zâlimlerden, kıyâmete kadar gelecek bütün ümmetine kadar her şey ve herkes için, her hâliyle bir Rahmet Peygamberi olmuştur.

Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi’nin etrafında hâlelenen ashâb-ı güzîni de bütün âleme, nasiplendikleri rahmet ve merhametin tevzîi için ömürlerini, can ve mallarını fedâ etmişlerdir. Onları takip eden nesillerden gelen Allah dostlarının da hâli; rahmet, şefkat, af, ihsan ile ömürlerini Allah Rasûlü’ne benzetme ve Allah ile dostlukta mesafe alabilme yarışında gayret olmuştur.

Hallâc-ı Mansur’un, taşlanırken;

“Yâ Rabbî, benden evvel, beni taşlayanları affet!” diye dua etmesi bu gayret bereketiyledir.

Önceki ümmetlerden Habîb-i Neccar da, kendini taşlayanlara kızmamış, ancak acıyarak;

“Keşke Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrâma mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi…” (Yâsîn, 26-27) demişti.

Onlar hodgâm değil dâimâ diğergâm olmuş, yani nefislerini, kendilerini, kendi ihtiyaçlarını unutup, hep diğerlerinin derdiyle dertlenmiş, bir yetimin açlığını, kendi açlığından daha ziyade hissetmiş, bir garibin mahrûmiyetinin sızısını kendi gönüllerinde duymuşlardır.

İşte bu hâlin en güzel misali;

Dâvûd-i Tâî’nin gönülden suâli:

YETİMLERDEN
NE HABER VAR?

Allah dostlarından Dâvûd-i Tâî’nin hiz­me­tlerini gören mürîdi, bir ­gün temin ettiği bir miktar eti pişirdi ve ne zamandır et yememiş olan üstâdının huzuruna edeple girip;

“–Efendim, bi­raz et pi­şir­dim; arzu buyurmaz mısınız?” de­di ve üs­tâ­dı­nın sü­kût et­me­si üze­ri­ne sevinerek getirip ikram etti. An­cak Dâ­vûd-i Tâî -kud­di­se sir­ruh-, önü­ne ko­nan ete ba­ktı baktı ve talebesinin gönlü kırılmasın diye ona; «istemem» diyemedi, ancak;

“–Fa­lan­ca ye­tim­ler­den ne ha­ber var ev­lâ­dım?” di­ye sor­du.

Mürîdi boynunu büktü, içi­ni çe­kip;

“–Bil­di­ği­niz gi­bi efen­dim!” de­di.

Bu cevap üzerine o bü­yük Hak dos­tu;

“–O hâl­de bu eti on­la­ra gö­tü­rü­ver!” de­di.

Mürîdi;

“–Efen­dim, siz de uzun za­man­dır et ye­me­di­niz!..” di­ye ıs­rar ede­cek ol­du. Fa­kat Dâ­vûd-i Tâî Haz­ret­le­ri şu mânâlı cevap ile meseleye son noktayı koydu:

“–Ev­lâ­dım! Bu eti ben yer­sem kısa bir müddet sonra dı­şa­rı çı­kar, fa­kat o ye­tim­ler yer­se, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’­ya çı­kar!..”

İşte;

MERHAMETİN ÎCÂBI…

Ehl-i merhametin en büyük özelliği; paylaşmak ve ikram etmektir. Bunun en yüksek derecesi de, kendinden koparıp vermek, yani îsardır.

İslâm tarihinin altın sahîfeleri, bu şuurla mücehhez merhamet kahramanlarının eşsiz fedâkârlıklarıyla doludur. Onlar fedâkârlıkla öyle bir kıvâma, öyle bir makāma ermişlerdir ki, bir muhtaçla karşılaştıklarında, onun müslüman olup olmadığına bakmak bir yana, insan olup olmadığına bile bakmaz, Allâh’ın sair mahlûkatından bir zavallı köpekle bile rızıklarını bölüşürler.

Şu hâdise ne kadar ibretlidir!

Bir gün Medine bağlarına uğrayan Hasan t orada zenci bir köle görür. Köle, elindeki ekmekten bir lokma kendisi yerken bir lokma da önündeki köpeğe yedirmektedir.

Hazret-i Hasan t Cenâb-ı Hakk’ın «Rahmân» esmâsının bu köledeki merhamet tecellîsine hayran olur. Bu hayranlıkla onu bir müddet seyreder. Daha sonra onun gönül yapısının derinliğini ölçmek için, neden rızkını bir köpekle paylaştığını sorar. Köle ise yüksek hayâsından dolayı başını kaldırıp Hazret-i Hasan’ın yüzüne bakamaz. Bunun üzerine Hazret-i Hasan t

“–Delikanlı, sen kimsin?” diye sorar.

Köle pür hayâ ve gözleri edeple yerde olduğu hâlde;

“–Hazret-i Osman’ın oğlu Ebân’ın hizmetçisiyim.” der.

Hazret-i Hasan t

“–Peki bu bağ kime ait?” diye sorunca, köle;

“–Hazret-i Osman’ın oğlu Ebân’a ait.” diye cevap verir.

Hazret-i Hasan; t zâhiren sıradan bir köle, fakat hakikatte ilâhî bir hazine olan, Hak ile dostluğa ve mâneviyat sultânlığına erişen bu köleye yakın olmak arzusuyla;

“–Sakın buradan bir yere ayrılma, birazdan döneceğim.” diyerek oradan ayrılır ve bağın sahibi olan Ebân’ın yanına varır. Hem bağı hem de o köleyi satın alır. Ardından tekrar kölenin yanına gelir ve;

“–Delikanlı! Seni satın aldım.” der.

Bunun üzerine köle hürmetle ayağa kalkarak;

“–Başım-gözüm üstüne! İtaat; Allâh’a, Rasûlü’ne ve sanadır.” der.

Hazret-i Hasan t her kelimesi sadâkat ve teslîmiyet yüklü bu sözleri duyunca daha çok duygulanır. Onun bu sadâkati karşısında hayranlık duyguları daha da artar. Kendisini bu derece duygu derinliğine sevk eden o kölenin gönül güzelliğine mukābil olarak:

“–Sen artık Allah için hürsün! Bu bağı da sana bağışlıyorum!” der. (İbn-i Manzûr, Muhtasaru Tarîhi Dımeşk, VII, 25)

Ne yüce fazîlet tecellîleri. Gönüllerden akseden muhteşem merhamet parıltıları…

İşte aynı parıltıdan akseden;

BİR MERHAMET
MİSÂLİ DAHA:

Bir iftar vakti, bir fırının kapısına, firâset sahiplerinin asâletini sîmâsından fark edebilecekleri, güngörmüş bir zat gelir. Kalabalık dağıldıktan sonra fırıncıya;

“–Evlâdım, bugün nafakamı çıkaramadım. Allah ömür verdiyse yarın ödemek üzere bana bir çeyrek ekmek verir misiniz?” der.

Bu asil borç ricasında bulunurken de sesi titremiş, çehresi kızarmıştır.

Fırıncı, adamın mahcubiyetini giderip rahatlatmak için;

“–Ne demek baba; sana çeyrek değil bütün ekmek vereyim. Helâl olsun, paraya da lüzum yok.” dediyse de, o garip şahıs;

“–Hayır yavrum, dörtte biri kâfî… Belki üç yoksul daha gelir. Hem ancak dörtte biri kadar yüzümü kızartabiliyorum. Fazlasına tahammül edemem. Dörtte birini almak için de şartım, yarın borcumu takdim etmektir.” der.

Fırıncı, şaşkın bir şekilde çeyrek ekmeği adama verir. Ekmeği öperek alan adamcağız, yavaş ve sessiz adımlarla oradan ayrılır. Fazla ilerlememiştir ki, köşe başında önüne bir köpek çıkar. Açlığı bakışlarından bellidir. O hâliyle merhameti kabaran nur yüzlü adam;

“–Demek yarısı seninmiş!” diyerek, çeyrek ekmeğin yarısını köpeğe verir.

Ardından câmiye doğru yürür ve elinde kalan bir lokma ekmek ve birkaç yudum su ile Cenâb-ı Hakk’a şükürler ederek iftar eder.

Ertesi gün de bir dükkân sahibinin eşyasını taşıyıp alın teriyle kazandığı parayı götürüp fırıncıya verir.

İşte bütün yoksulluğuna rağmen infâkı ve Allâh’ın mahlûkātına şefkati elden bırakmayacak kadar cömert bir kul…

Bu hâl, cömert bir müslümanın hâlidir. O, Allâh’ın kendisine emânet olarak verdiği mal ve imkânlar üzerinde Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarının muhtevâsı içinde yaşayan bir emânetçidir. Bu sebeple bir mü’minin hayatında cimrilik ve israf olmaz, olamaz. O dâimâ riyâzat hâlinde yaşar. Kifâyet miktarının fazlasını infâk eder. Bilir ki; mülk, Allâh’a aittir. Kendisi de geçici bir emanetçi ve infakta numûne olarak yeryüzünde Allâh’ın şâhididir. Kendisine dâimâ sahâbe-i kirâmın cömertlik ve fedâkârlığını örnek alır.

Nitekim;

1400 küsur yıldan bu yana ehl-i îman bütün merhametli sîneler ve şefkat sahibi gönüller, kendilerine ashâb-ı kirâmı örnek almışlardır.

Çünkü insan, sevdiği ile müşterekliği yaşar. Aynı duygulara sahip olur. Aynı hâl üzere olmanın gayreti içindedir. Sevdiğinin rengiyle boyanmak, onun âhengiyle donanmak arzusundadır.

Bizim, çok sevdiğimiz, şefâatini umduğumuz, bu dünyada Ravza’sına, öbür âlemde Havz-ı Kevser’ine müştâk olduğumuz Rasûlullâh j ile, merhamet bahsinde müşterekliğimiz acaba ne kadar?

CÖMERTLİĞİMİZ NASIL?

Fakirleri, yetimleri, yoksulları arayıp sormakta mıyız?

Biliyoruz ki O;

Evine ancak kifâyet miktarı, yani yetecek kadarını götürürdü.

İsteseydi;

Çok zengin olurdu. Ganîmetlerin beşte biri ilâhî tâlimatla emrine verilmişti. Cebrâil u tarafından hükümdar peygamber olmak kendisine teklif edilmişti. Fakat O, dünya zenginliğine değil, âhiret zenginliğine talipti. Bu sebeple eline geçen dünya nimetlerini, dâimâ ihtiyacı olanlara bolca infak ederdi. Ganîmet mallarından hatırı sayılır miktarda neler neler gelirdi de onları da infâk ederdi. Gelen fakire tasadduk ederdi. İnfâk edecek bir şey bulamazsa tebessümüyle infakta bulunur, gönül alırdı. İnfâk edebilecek bir kimseye vâsıta olur, yine de garibin derdini ve ihtiyacını giderirdi. Bu mümkün olmazsa borç alarak ihtiyacı telâfi ederdi. Bu da mümkün değilse ve o ihtiyaç had safhadaysa, o zaman da kendisine verilen mûcize imkânını kullanırdı. Çünkü o merhametin zirvesindeydi. Etrafındaki açları nice kez bu şekilde doyurdu, susuzlara da yine bu şekilde kaç kez mübârek ellerinden billûr sular ikram etti. Cennet sebilleri içirdi.

Çünkü O, cömertler cömerdiydi.

Her şeyiyle cömertti. Dolayısıyla cömertliği, sadece maddî bakımdan kerem sahibi olmak şeklinde anlamamalıdır. Çünkü cömertlik, O’nun öğrettiği ve yaşayarak gösterdiği gibi hem maddî hem mânevîdir. Efendimiz’i numûne alan bir mü’mine gereken;

HEM MADDÎ HEM MÂNEVÎ CÖMERTLİK

Buna göre;

O’nu örnek alan âşık gönüller de maddî ve mânevî ne imkânı varsa onun cömerdi olmalıdır.

Çünkü nimetler sadece maddî kıymetler değildir. Kabiliyetler, bilgiler, hizmetler, imkânlar, zaman… İnsanın sahip olduğu nice kıymet; maddî değil mânevî, müşahhas değil mücerrettir.

Cenâb-ı Hak bu nimetlerin hepsinden hesaba çekecek. Âyette buyurulur:

“Sonunda o gün / kıyâmet günü, (mal, can, akıl, istîdat ve imkânlardan ibaret bütün) nimetlerden elbette ve elbette hesâba çekileceksiniz…” (et-Tekâsür, 8)

O hâlde;

Bilgi sahibi bir mü’min, bilgisinin cömerdi olacak, pintisi değil.

Allâh Rasûlü j bilgisiyle infakta bulunanı, malıyla infakta bulunanla bir tutarak, bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurur:

“Sadece şu iki kimseye gıpta edilir: Biri, Allâh’ın kendisine Kur’ân verdiği ve gece-gündüz onunla meşgul olan (onunla yaşayıp tebliğ eden) kimse, diğeri de Allâh’ın kendisine mal verdiği ve bu malı gece-gündüz O’nun yolunda infâk eden kimse.” (Buhârî, İlim, 15; Müslim, Müsâfirîn, 266)

Bir mü’min, bedeniyle da gayret ve emek cömerdi olacak.

Bilecek ki;

Hazret-i Peygamber j Mescid-i Nebevî’nin inşâsında ashâbıyla birlikte kerpiç taşımıştır. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45) Bu esnada toprak taşıyan bir sahâbî, O’na;

“−Ey Allâh’ın Rasûlü! Müsaade buyurunuz, kerpicinizi ben taşıyayım!” dedi. Efendimiz j ise cevâben:

“−Sen git, başka bir tane al! Zira sen Allâh’a benden daha çok muhtaç değilsin!” buyurdu. (Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ, Beyrut 1997, I, 333)

Hizmetle cömertlik, en kıymetli varlığımız olan zaman ayırarak cömertlik, alâka ile cömertlik, gönlümüzde dertlilerin derdini taşıyarak cömertlik… Bütün bunlar; maddî cömertlik kadar, belki daha mühim cûd u kerem misalleridir. Bir mü’min; «Maddî imkânım yok!» diyerek, merhamet ve cömertlik noktasında geri kalmamalı, fırsat ve imkânlarını sonuna kadar yoklamalıdır.

Merhamet ve cömertlik Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği ve kullarında görmek istediği hasletler olduğu için, Allah merhamet ve kerem ehlinin dâimâ yardımcısıdır. İmâm-ı Gazâlî Hazretleri buyurur:

“Cömerde ta’n etme! Ayağı sürçse de Allah onun elinden tutar ve düştüğü yerden kaldırır.”

Hâlık’ın mahlûkāta şefkat nazarıyla âleme bakan, merhamet ve ihsan ehli olan ecdadımız, bu ilâhî nusretten istifâde ile nice büyük muzafferiyetlere mazhar olmuştur.

İşte ilk dönem Osmanlı şahsiyetlerine bakınız:

Hazineler dolusu şahsî mülkleri yok. Bir kılıç, bir libas ve üç-beş kitap.

Fakat onların çok kıymetli bir hazineleri vardı:

KÂMİL VE ŞÂMİL
BİR MERHAMET

Efendimiz, ashâbına gerçek merhameti sormuş ve anne-babanın evlâdına beslediği türden, hayvanlarda da görülen bir merhametin yeterli olmadığını beyân etmiştir.

Şümullü bir merhamet; evlât ve akrabadan başlayıp, bütün mü’minlere, oradan, bütün insanlığa, oradan bütün mahlûkāta kadar uzanacak geniş kanatlar îcâb ettirir.

Cenâb-ı Hak, mü’minleri tarif ederken;

«Onlar birbirlerine karşı merhametlidirler.» (el-Fetih, 29) buyurmaktadır. Suçluyu, günahkârı affetmeyi, onu takvâ toplumuna kazandırmayı teşvik edici çok sayıda âyet-i kerîme vardır.

Kendisini taşlayarak öldürenlerin, şehâdet şerbetini tattığında ulaştığı makamı görebilmiş olmasını temennî eden Habîb-i Neccâr gibi, kendisini taşlayan Tâiflilere bedduâ etmek yerine; «Yâ Rabbi! Onlar bilmiyorlar!» diyerek hidâyetlerine duâ eden Efendimiz gibi şümullü bir merhamet duygusuna sahip olmak her mü’minin ufku olmalıdır.

Fahr-i Kâinat j Efendimiz’in kendi şahsına izâfe ederek bize telkin buyurduğu şu merhamet ufku ne kadar mânidar ve yücedir:

“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha üstünüm. Bir kimse ölürken mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Müslim, Cum’a, 43. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Bu hasletleri kaybetmemek ve hakikî mü’minler olarak son nefeslerini vermek arzusunda olan ecdadımız, bir rahmet toplumu inşâ etmişlerdir. Hazret-i Peygamber’den aldıkları merhamet mayası ile hem insanlara hizmette hem de mahlûkāta şefkatte zirveye ulaşan nice vakıflar kurmuşlardır. O devirlerde ülkemize seyahate gelen yabancılar, hâtıralarında müslüman mahallelerde bulunan kedi ve köpeklerin insanların etrafında döndüklerini, diğer mahallelerde ise insan görünce hızla kaçtıklarını anlatırlar.

Türk düşmanlığıyla bilinen Avukat Guer şunları itiraf etmekten kendini alamamıştır:

“… Müslüman Türk’ün şefkati hayvanlara bile şâmildir. Bu hususta vakıflar ve ücretli şahıslar vardır. Bu şahıslar, sokaklardaki köpek ve kedilere ciğer dağıtırlar. Verilenlere alışmış olan hayvanlar da, besicilerin şefkatli seslerini o kadar iyi tanırlar ki, işitir işitmez hemen yanına koşmakta hiçbir zaman kusur etmezler.

Kasapların da her gün muayyen miktar kedi ve köpek beslemeleri, îtiyat hâlindedir.

Ayrıca Şam’da, hastalanan kedi ve köpeklerin tedavisine mahsus bir hastahâne vardır.”

Yani o zamanlar kedi ve köpekler bile müslümanların âbidevî merhametinin şâhidiydi.

Mübârek rahmet, mağfiret ve azâb-ı ilâhîden âzâd ikliminde olduğumuz Ramazan günleri de o rahmet ve merhametin bambaşka sergilendiği mevsimler olmuştur. Bu da Allah Rasûlü’nün sünnetidir. Zira Abdullah bin Abbas v şöyle anlatır:

“Allâh’ın Rasûlü insanların en cömerti idi. Ramazan ayında ise cömertliği daha da artardı. Çünkü Cebrâil u her sene Ramazan’da gelir, ayın sonuna kadar beraber olur, Efendimiz ona Kur’ân-ı Kerîm’i arz ederdi. İşte bu günlerde Allah Rasûlü, esen rüzgârlardan daha cömert olurdu.” (Müslim, Fezâil, 50)

Ecdâdımız için de eski Ramazanlar hep bu ahlâkı yaşabilme gayreti ile dolu geçerdi. Bu cümleden olarak;

Durumu iyi olanlar, bakkallara gider ve fakir-fukarânın borç defterlerini kapatırdı. Evlerine iftara davet ederler, gelen misafirler dönerken onlara «diş kirası» adı altında infakta bulunurlardı.

Ramazanlar bir infak yarışı hâline gelmişti. Günümüzdeki fakirlerin bulunmadığı lüks mekânlarda yapılan iftar gösterileri yerine, fakir halkı kucaklayan, kimsesizlere derman olan hayır ve hasenat yarışı vardı.

Meselâ Hatice Turhan Sultan, Ramazanlarda Yeni Cami çeşmelerinden bal şerbeti akıtılmasını vakfiyesine koymuştu. Hem de zamanın en iyi balıyla hazırlanması şartıyla… Bu ikram, saray çevresine değil, cami cemaati olan herkese takdim ediliyordu.

Çünkü onlar, Allâh ile dostlukta mesafe almanın yolunun, kalbi kırıkların civarında olmaktan geçtiğini biliyorlardı. Nitekim Sâdî Şîrâzî buyurur:

“Hak dostları kimsenin alışveriş yapmadığı dükkânlardan alışveriş yaparlar.”

Kalbe yerleşen, bütün mahlûkātı kuşatıcı bir merhamet, müslümanı mâtemlerin civarına sevk etmelidir.

Çünkü merhamet bir histen ibaret değildir. Onun fiilî kıstasları vardır. O da paylaşmaktır, ikramdır, hizmettir, infaktır, ihsandır. Mahrumların; «Acıyın bize, merhamet edin!» diyen sessiz feryatlarını duymaktır. Âyet-i kerîmede;

“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyurularak kalbimizin/yüreklerimizin onlar karşısında bir röntgen misâli fark edici olması istenmektedir.

Bugün de kime sorulsa merhametli olduğunu söyler, fakat bu fiilî netice açısından bugün bir merhamet toplumu içinde miyiz?

TOPLUMUN MERHAMETİ
NE ÂLEMDE?

Eskiden düğünlere gönlü rûhâniyetli ve ağzı duâlı kimseler davet edilirdi. Garipler, kimsesizler, yaşlılar, yetimler, fakirler ve muhtelif muhtaçlar bilhassa çağırılırdı. İsraftan da şiddetle kaçınılırdı.

Ya şimdi?

Günümüzde ise oburluk, lüks tüketim, güç gösterisi ve aşırı israf… Boşuna patlayan milyonla maytap; hastayı, bebeği, yaşlıyı hiçe sayan, hevâ mahsulü binlerce havâî fişek… Garipsiz ve fakirsiz, yetimsiz ve muhtaçsız davetler…

İşte dünden bugüne insanlık anlayışı farkı…

Fakat bugün de dün ecdadımızın tesis ettiği merhamet toplumunu inşâ etmek ve bütün dünyaya merhamet kanatlarını germek için; malıyla, emeğiyle, zamanıyla, her türlü imkânıyla merhametin fiilî neticesini; cömertliği, ihsânı gerçekleştirme çalışmaları içinde olanlar hamdolsun ki var.

O gayretler sayesinde, dünyanın her köşesi Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzündeki şâhitleri olan müslümanlara duâcı…

Hüdâyî Vakfımızın, sefâletler yurdu Afrika’nın bir köşesinde gerçekleştirdiği erzak dağıtımı esnasında gerçekleşen şu hâdise, bize mes’ûliyetimizin ağırlığını, fakat merhamet ve ihsan vazifemizi yerine getirdiğimizde kazancımızın da büyüklüğünü ne kadar net bir şekilde bildirmekte:

Gıda dağıtılırken erzak almak için muhtaç bir hıristiyan da vakfın kurduğu noktaya gelir. Ürkektir, tedirgindir. Fakat görür ki dünyaya merhamet tevzî eden bu cömert insanlar, dînine bakmadan ona da erzak vermiştir. O da sevinçle koşar, beden diliyle, lisân-ı hâl ile kelimelerin ifadeden âciz kaldığı bir mânâya bürünür ve gidip caminin duvarını öper. Bu hâliyle;

O muhtaç hıristiyan demektedir ki: “Bana rızık bu kapıdan geldi.”

Müslümanlar, Cenâb-ı Hakk’ın şâhitleri olarak hareket etmek mecburiyetindedir. Afrika’nın bir köşesinde, maddî-mânevî ihtiyaçlar içerisinde kıvranan insanlardan da mes’ul olduklarını hissetmelidirler. Ruhlarından rahmet ve merhamet tevzi etmelidirler. Vicdanlar sızlamalıdır.

Bir mü’minin kalbi, rakîk, hassas olmalıdır. Onun kalbi âdeta, hasletler meşheridir;

FAZÎLETLER SİLSİLESİ

En büyük fazîlet olan acıyabilmek, Allâh’ın büyük bir lutfudur. Zira acımak, merhametin mahsûlüdür. Acıyan; cömerttir, mütevâzıdır, hizmet ehlidir, vicdan sahibidir.

İnfak da merhametin meyvesidir. Merhamet ise sende olanı, onda olmayana, yani mahruma ikrâm etmendir. Diğer bir ifadeyle merhamet, başkalarının mahrûmiyetini telâfi için onların yardımına koşmaktır.

Merhamet:

Dünyada vicdan huzûru, âhirette ise ebedî saâdet müjdesidir.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Bu din, Zâtım için seçtiğim bir dindir. Ona ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır. Müslüman olarak yaşadığınız müddetçe bu iki hasletle ikrâm ediniz.” (Heysemî, VIII, 20)

Düşünmek îcâb eder ki, ben sağlamım o niye alîl, sakat veya mahrum. Cevap olarak demelidir ki, Allah Teâlâ onu sana emânet etti. İşte İslâmî şuur budur.

Cenâb-ı Hak insanları birbirine muhtaç olarak halk etmiştir. Muhtâcın duâsını alabilmek, en büyük âhiret saâdetlerindendir.

Güneş için nasıl ki ısıtmamak imkânsız ise; îmânın aşk, vecd ve lezzeti içindeki ruhlar için de acımamak öyle imkânsızdır. Hālık’ın nazarı ile mahlûkāta bakış tarzı kazanarak merhamet, şefkat ve muhabbetin Hak’taki kaynağına erişen Hak dostları, ebediyyen bütün mahlûkātın dostu olarak kalacaklardır.

Bunlar hep birbirini takip eden ve birbirini güzelleştiren en güzel hasletler…

Bütün mahlûkātın, bütün ümmetin mes’ûliyetini, derin ve şâmil merhametle yanan kalbiyle hisseden Ömer bin Abdülaziz bu yüksek hasletleri ne güzel sergilemektedir.

Hanımı Fâtıma şöyle anlatıyor:

“Bir gün Ömer bin Abdülaziz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona;

“–Nedir bu hâlin?” diye sordum. Şöyle cevap verdi:

“–Yâ Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükünü omuzlarımda taşıyorum. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilâç bulamayanlar, yalnız başına terkedilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyarındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaç yaşlılar, aile efrâdı kalabalık olan fakir aile reisleri beni üzüntüye gark ediyor! Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe yükümün altında ezilip duruyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullah j bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim?!.” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 208)

Hanımı Fâtıma devamla der ki:

“Onun ibâdeti sizlerinki kadardı. Lâkin gece yatakta Allâh korkusunu ve kıyâmet hesâbını tefekkürden öyle bir hâle gelirdi ki haşyetullah ile kalbi çarpmaya başlardı. Sanki suya düşmüş, yahut avuç içine alınmış bir kuş gibi çırpınırdı. Ben de onun bu hâline dayanamayıp yorganı üstüne örterdim ve kendi kendime;

«Keşke idarecilik mes’ûliyeti bize tevdî edilmeseydi, keşke o vazifeyle aramızdaki uzaklık, güneşle dünya arasındaki mesafe kadar olsaydı.» derdim.”

Bu fazîlet âbideleri, İslâm şahsiyetinin bütün özelliklerini hayatlarında gerçekleştirmiş kimselerdi. Çünkü mes’ûliyet duyguları yüksekti. Çünkü gönüllerini merhamet mayası ile yoğurmuşlardı. Cömertlik ve kerem, tabiat-ı asliyeleri hâline gelmişti.

İşte bu şahsiyet ve karakterdir ki, insanları hem Allah indinde hem de diğer insanlar nazarında itibarlı ve örnek bir takvâ sahibi eyler.

Yani;

İslâm şahsiyet ve karakterini oluşturan en mühim fazîletlerden biri de cömertliktir.

Cömertlik öyle bir hazinedir ki, ufukların da ötesinde yaşatır. Hem kulların hem de Hakk’ın cânânı eyler. Allah, cömert kuluna apayrı bir meveddet/sevgi yaratıp lutfeder. Âyet-i kerîmede buyurulur:

اِنَّ الَّذ۪ٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمٰنُ وُدًّا

“Îmân edip de iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96)

Hep bu ilâhî meveddet/sevgi sayesinde nice düşmanlar, en samimî dostlar hâline gelmiştir. Bir zaman Allâh’ın Sevgili Habîbi’ne öfke kusanlar, sonradan O’nun en âşık pervâneleri olmuşlar, O’nu canlarından daha aziz tutmuşlardır.

Bu müstesnâ ve emsalsiz meveddet/sevgi sayesinde unutulmazlar safında yer almışlardır.

Gerçekten de;

Hep bu bereketle ashâb-ı kiram unutulmadı. Hulefâ-i râşidîn unutulmadı. Aşere-i mübeşşere unutulmadı. Gönül sultanları unutulmadı. Ömer bin Abdülazizler unutulmadı. Ahmed Yesevîler, Mevlânâlar unutulmadı. Şâh-ı Nakşibendler unutulmadı. Yûnuslar unutulmadı. Hüdâyîler unutulmadı. Mübârek ecdâdımız Osmanlı unutulmadı. Vâlide sultanlar, o şefkat kucağı cömert anneler unutulmadı.

Daha niceleri unutulmadı.

Unutulmadılar.

Çünkü;

Allah onların fânî hayatlarından sonra mü’minlerin kalbinde de ebedî ömürlerini devam ettirmektedir.

Çünkü onlar gerçek cömertliği ve keremi yaşadılar.

Onlar, kendilerini ikmâl ettikten sonra ruhlarından ve gönüllerinden de şefkat ve merhamet tevzî etmesini bildiler. Kendisinden sonra gelen nesillere, yani bizlere de bir karakter ve şahsiyet mirası bıraktılar.

Böylece;

Halk nezdinde de Hak nezdinde de unutulmadılar.

Çünkü onlar,

Bu mazhariyete kalbî kıvamları sayesinde eriştiler. Kalbî kıvamlarını da dâimâ merhamet oluşturdu, muhabbet oluşturdu, sohbet oluşturdu, ilim ve irfan oluşturdu. Ve bilhassa bütün bunları hayatlarına yansıtmaları, yani güzel ibâdetleri oluşturdu.

Çünkü onlar biliyorlardı ki, kalbî olgunluklarını oluşturan bütün hasletlerin birbiriyle irtibatı vardır. Meselâ;

Namazın güzel ahlâkla, doğruluğun istikametle, merhametin oruçla kopmaz bağları vardır. Namazı bozuk olanın ahlâkı da düzgün olmaz. Ahlâkı kötü olanın namazı da öyledir, yani onun iç dünyasını yansıtır. Orucu düzgün ve hakkını vererek tutmayanın merhamet ve şefkati yoktur. Merhamet ve şefkati olmayan kimsenin Ramazân-ı şerif mevsimi çöl gibi kupkuru ve çorak geçer.

Bu bakımdan içinde bulunduğumuz Ramazân-ı şerif günleri, bizim için müstesnâ fırsat demleridir. Her bakımdan maddî ve mânevî güzellikler sergilememize vesîle af ve merhamet günleridir. Tabiî ki Hak katında af ve merhamete nâil olmak için af ve merhamet sahibi olmayı da bilhassa hatırlatan ilâhî lütuf mevsimidir.

Dolayısıyla, ihlâs ve îman heyecanı içinde tutulan bir oruç, bizim için bambaşka bir insanlık tâlimi ve nimetidir. Diyebiliriz ki;

Oruç olmasaydı, şefkat ve merhametin huzur ve lezzetini duyamazdık. Toklar, hiçbir zaman açların hâlinden anlamazdı. Gönlü taş gibi olanlar, yumuşamazdı. Zengin de olsa, sultan da olsa insan neticede Allâh’ın huzurunda bir hiç ve her bakımdan yüce Mevlâ’nın affına ve merhametine muhtaç bir âciz olduğunu idrâk edemezdi.

Fakat Allah; bu idrâki bilhassa istemektedir. Bunu temin için de orucu, bir tezkiye-i nefs/nefsi temizleme ve tasfiye-i kalp/kalbi saf hâle getirme yolunda emretmektedir. Çünkü kullar, oruca maddeten de mânen de muhtaçtır. Bunun içindir ki insanlığın en temiz kulları olan peygamberlerin o pırıl pırıl hâllerinde de oruç ayrı bir ehemmiyete sahiptir.

Nitekim;

Hazret-i Dâvud; savm-i Dâvud, yani gün aşırı oruç tutardı.

Hazret-i Yûsuf, Mısır’da kıtlık günlerinde açlara erzak dağıtırken oruç tutardı. Oruçlu bir şekilde muhtaçlara gıda yardımı yapardı. Onların durumunu en güzel şekilde idrâk etmek ve açın hâlinden anlamak için böyle bir hassâsiyet göstermekteydi.

Hazret-i Musa, Tûr-i Sînâ’daki mülâkatından evvel Cenâb-ı Hakk’ın emriyle kırk gün oruç tuttu.

Hazret-i İsa da, ilâhî vahyi almaya oruçla hazırlandı.

Hazret-i Peygamber Efendimiz de, oruç bahsinde ayrı bir ihtimam ve ehemmiyet ile hareket ederdi. Farz olan Ramazân-ı şerif orucu dışında sık sık nâfile oruçlar tutardı. Pazartesi ve Perşembe günleri ekseriyetle oruçlu olurdu. Bunlardan başka, bir vesile ile oruçlu geçirdiği günler çoktu.

Çünkü orucun açtığı rahmet, bereket, af ve merhamet kapıları, insanoğlunun hem bu dünyada hem de öbür dünyada en çok muhtaç olduğu ilâhî lütuf kapılarıdır.

Onun için belki;

Oruç, zâhirî yönüyle bir açlık yaşattığı için dış gözle bakanlara külfet ve meşakkat gibi görünebilir. Oysa onun zâhirde de bedene dair faydaları saymakla bitmez. Fakat asıl faydası itibarıyla yani bâtınen, ebedî bir kazanç vesilesi… Mükâfatını bizzat Allâh’ın vereceği özel bir ibâdet…

Bu sebeple;

Ramazân-ı şerîfi, onu lutfeden yüce Mevlâ’ya minnet ve teşekkürle karşılamak ve sayısız hikmetlerini de idrâk edip en güzel şekilde değerlendirmek lâzım. İdrâk edebilenler bilir ki, Ramazân-ı şerif, hakikaten çok büyük bir ilâhî lütuf mevsimidir.

Zira bize;

Bir yandan acziyetimizi hatırlatmakta, bir yandan merhamet ve şefkati tâlim etmekte, bir yandan ilâhî hasletlerle yoğurmakta, bir yandan ibâdet ve bereket pınarlarını coşturmakta, bir yandan af ve bağışlamanın tadını yaşatmakta, paylaşmayı sevdirmekte, velhâsıl;

Her yönüyle insanlığı ve kulluğu öğretmektedir.

Ne mutlu Ramazân-ı şerîfi bu idrâk içinde değerlendirebilenlere! Ne mutlu yüce hasletlerle müzeyyen bir Ramazân-ı şerif yaşayabilenlere! Ne mutlu şefkat ve merhamette âbideleşenlere! Ne mutlu kalb-i selîme nâil olarak gerçek ve ebedî bayrama erişebilenlere!

Yâ Rabbî!

Sen’in af kapında bizlere de başkalarını affedebilmeyi öğret. Sen’in merhamet kapında bizleri de fakir-fukarâya, muhtaç ve mahrumlara karşı merhametli ve şefkatli olanlardan eyle! Böylece ebedî gufrânına mazhar eyle! Dünyadaki her günümüzü Ramazân-ı şerif günleri kıvâmında yaşat ve âhiret yurdunu bizlere ebedî bayram eyle!

Âmîn!..