BELÂYI DEĞİL, RIZÂYI İSTE!
Handenur YÜKSEL
1318’de Buhârâ yakınlarında bir köyde dünyaya gelen Bahâeddin Nakşibend, daha üç günlük bir bebek iken, dedesinin mürşidi Muhammed Semmâsî tarafından mânevî evlât kabul edildi. Küçük Bahâeddin; Semmâsî Hazretleri tarafından, mürîdi Emir Külâl’in yanına verilerek onun terbiyesinde yetişti. Nakşibend, uzun yıllar süren çok yönlü müridlik devresini tamamladıktan sonra, doğduğu köye giderek hizmete başladı. İkisi hac için olmak üzere Buhârâ’dan üç defa ayrılan Şâh-ı Nakşibend, 1389’da 71 yaşında iken doğduğu köyde vefat etti.
Nakşibendî tarîkatı kuruluşunu tamamlayıp yayıldıkça, kabrin etrafında geniş bir külliye meydana geldi. Buhârâ şehriyle Bahâeddin Nakşibend arasında kurulan mânevî bağ o kadar kuvvetli olmuştur ki, Buhârâlılar onu; «Hâce-i belâ-gerdân» (belâyı def eden hoca) diye anmış, şehrin mânevî koruyucusu saymışlardır. Bahâeddin Nakşibend’in; semâ ve halveti, mânevî gelişme yolları olarak kabul etmeyişi, onun tasavvuf terbiyesinde hafî zikre verdiği önemle yakından ilgilidir. Günümüze, tasavvufî görüşlerini ihtiva eden herhangi bir eseri ulaşmamıştır.
***
Şah-ı Nakşibend Hazretleri; gençliğinde hocası Muhammed Semmâsî Hazretleri’nin dergâhında, bir gün sabaha kadar ibâdet edip Allâh’a yalvarmış, bu esnada dilinden şu duâlar dökülmüştü:
“Allâh’ım, bana belâ yükünü çekmeye kuvvet, vereceğin sıkıntı ve muhabbeti çekmeye güç ver!”
Sabah olup Semmâsî Hazretleri’nin huzuruna varınca, hocası kendisine şu ikazı yaptı:
“Evlâdım, Allah’tan belâyı değil, rızâyı iste ve her zaman şu duâyı yap: «Ey Rabbim, bu zayıf kuluna râzı olduğun şeyi fazlın ve kereminle ihsan buyur!» Çünkü Allâh’ın rızâsını kazanan kimseye, belâ zor gelmez.”
Eğer Allah Teâlâ, ezelî hikmetiyle, sevdiği kuluna bir belâ verirse, yine inâyetiyle o sevgili kuluna, kuvvet ve tahammül ihsan eder. O belâya tutulmasının hikmetini de ona bildirir. Yoksa kulun belâ istemesinde güçlük vardır.
SERMAYEDEN
KAYBEDECEK DEĞİLİM!
Sultan II. Murad’ın kazaskerlerinden Veliyyüddin Efendi’nin oğlu olan Ahmed Paşa Edirne’de dünyaya geldi. Tahsilini tamamladıktan sonra müderris olarak Bursa Murâdiye Medresesi’nde vazifeye başladı; daha sonra Edirne’ye tayin edildi. Fatih’in tahta çıkmasından sonra yıldızı kısa sürede parlayan Ahmed Paşa; önce kazasker, sonra da padişaha musâhib oldu. Bu yükselişte, devlet adamı sıfatıyla gösterdiği başarıların hissesi büyüktür. Fatih, İstanbul’un fethi sırasında vezirlik rütbesi verdiği paşayı yanından ayırmayarak, ondan askerin mâneviyâtının yükseltilmesinde faydalandı.
Sonraki yıllarda talihi tersine dönen Ahmed Paşa, sancakbeyliği görevi verilerek Dersaadet’ten uzaklaştırıldı. Fatih zamanında Sultanönü, Tire ve Ankara’da sancakbeyi olarak görev yapan paşa, II. Bâyezid zamanında bir derece iltifat edilerek Bursa sancakbeyliğine getirildi. 1496 yılında Bursa’da vefat eden Ahmed Paşa, Murâdiye Medresesi yakınlarındaki kendi yaptırdığı türbesine defnedildi.
Ahmed Paşa’nın, II. Bâyezid’in emriyle tertip ettiği dîvânında Türkçe şiirlerinin yanı sıra Arapça ve Farsça şiirler de vardır.
Devrinde «Sultânü’ş-Şuarâ» unvanına lâyık görülen paşa, keskin zekâlı ve nüktedandı. Bu konuda bütün kaynaklar ittifak hâlindedirler.
Dostlarından biri Ahmed Paşa’ya sordu:
“–Efendim, niçin diğer şairlerin yaptığı gibi bir mahlâs almadınız ve şiirlerinizin altına kendi isminiz olan Ahmed’i koydunuz. Bunu nasıl izah edersiniz?”
Ahmed Paşa şöyle cevap verdi:
“–Ahmed gibi şerefli bir ismi, başka bir isimle değiştirmeyi akla yakın görmediğimden, kendime farklı bir lâkap aramadım.”
Cevabı tatminkâr bulmayan biri yeniden sordu:
“–Mâkul ve makbul buyurdunuz; ama her fikrin başında sonu da görünür. Meselâ; Gelibolulu Ahmed’in boş ve mânâsız sözlerinin ileride sizinkilerle karıştırılmasını; yani onunkilerin sizin, sizin meşhur gazellerinizin onun zannedilmesini nasıl karşılarsınız?”
Ahmed Paşa şu karşılığı verdi:
“–Gam değil… Şiirlerimden ne kadar arzu ederse alsın, sermayeden zarar edecek değilim. Yalnız onun boş sözlerini benim sanmasınlar! Ahâlînin onun şiirlerini benim söylediğimi zannetmeleri beni çok üzer, buna tahammül edemem!”
(Etem ÇALIK, Şairlerimizden Nükteler, İstanbul, 1993, s. 20)
ASIL ÇALINACAK NEY!
Hüseyin Fahreddin Efendi, 1854’te Beşiktaş Mevlevîhânesi’nde doğdu. Babası Şeyh Hasan Nazif Dede’dir. Beşiktaş Rüştiyesini bitirdikten sonra; Arapça, Farsça, Fransızca, tasavvuf ve edebiyat dersleri aldı. Abdurrahman Sâmi Paşa’dan Mesnevî okudu. Haliç sahilinde inşa edilen Bahariye Mevlevîhânesi’nin açıldığı 1877 yılından, vefat tarihi olan 15 Eylül 1911’e kadar otuz dört yıl meşîhat görevini sürdürdü. «Fahrî» mahlâsıyla Türkçe ve Farsça şiirler de yazan Hüseyin Fahreddin Dede, geniş mûsıkî kültürü, çok sayıda bestesi yanında nazarî çalışmalarıyla da zamanın önemli mûsıkîşinasları arasında yer aldı. 20. asırda yetişen büyük ney virtüözlerinden biri olan Fahreddin Dede’nin bestelediği eserlerin en önemlisi «acem aşîran âyini»dir.
Bahariye Mevlevîhânesi; nüktedan, hoşsohbet, nazik ve mütevazı kişiliğiyle devrin Mevlevî şeyhleri arasında müstesnâ bir yeri bulunan Hüseyin Fahreddin Dede’nin meşîhatı boyunca, İstanbul’un en itibarlı sîmâlarının toplandığı bir tasavvuf, edebiyat ve sanat mahfili hâline gelmişti.
Devrinin büyük neyzenlerinden Bahariye Mevlevîhânesi Şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede, bir gün bazı müridleriyle Topkapı Sarayı’nı ziyarete gider. Sarayı gezerken göz kamaştırıcı bir manzarayla karşılaşırlar. Hazine Dairesi’nde sergilenen mücevherlerin arasında taneleri pırlantadan, yaprakları zebercedden yapılmış bir üzüm salkımı görürler. Salkımın hemen yanında da altından yapılmış bir ney parlamaktadır. Bu hârika sanat eserini büyük bir hayranlıkla seyreden Şeyh Hüseyin Fahreddin Dede, müridlerine dönerek şu latîfeyi söyler:
“Erenler! İşte asıl çalınacak ney burada!”
İ‘RABLARI YERİNDE
DEĞİL!
XVII. asırda, sarayda yetişen ünlü hattatlardan biri de Mustafa Amber Ağa’dır; doğum tarihi belli değildir. Sülüs ve nesih hatlarını, Mehmed Belgradî’den ders alarak öğrenmişti. Saraydaki zamanlarını yazı yazarak ve öğrencileriyle meşgul olarak geçiren Mustafa Amber Ağa, yaşadığı dönemde hatları çok meşhur bir üstattı. Hattatlığının yanı sıra, başarılı bir «Tuğrâkeş» de olan Amber Ağa 1683’te vefat etti.
En ünlü talebesi Üsküdarlı Fil İbrahim’di. Bu talebesi, nesih hattı o kadar güzel yazarmış ki, görenler hocasının yazısı zanneder, karıştırırlarmış.
Sarayda, Amber Ağa’nın da hazır bulunduğu bir hüsn-i hat imtihanı yapılacaktı. Âdet olduğu üzere, hazırlanan nefis yemekler yendikten sonra, yazılar hocalara takdim edilmişti. Usûle göre, herkes yazıları methetmeye giriştiğinde, Mustafa Amber Ağa;
“Bu hatların i‘rabları1 yerinde değil, bu sebeple yazıların güzellikleri noksan olmuştur. Bu talebeye, i‘rabın yerli yerine konulması da öğretilsin!” diyerek, itiraz ediverdi.
Bunun üzerine imtihan yarıda kaldı. Talebe beş ay daha çalıştırılarak, sarf-nahiv öğretildi. Sonunda bir toplantı daha yapılarak, talebeye gereken icâzet ve hediyeler verildi. Ne yazık ki, yapılan ikinci toplantıya Amber Ağa katılamadı, zira o sırada vefat etmişti.2
1 Arapçada kelimelerin sonunda, kelimenin cümledeki fonksiyonunu gösteren harf veya hareke değişikliği.
2 Şevket RADO, Türk Hattatları, İstanbul, s. 103.